29 Ağustos 2009 Cumartesi

TAŞA BAĞLARIM ZAMANI / GÜLTEKİN EMRE


TAŞA BAĞLARIM ZAMANI

Gültekin EMRE

Taş, suskunluğun dili; kunt duruşun düşü; öteye geçiş. Ya deniz? Tarihe, taşa, hayata kına yakan, geline durup dururken arka çıkan; iz sürenin yanında olan… Ölümle dirim arasında bir yol var işte oradan yürüyor Ahmet Ada yeni şiir kitabı Taşa Bağlarım Zamanı’nda. “Büyük yanılgı”lara dur diyor “Bir çocuğun yüzündeki uyuyan su” olup. “Rüzgârın fırıldağı”dır ve bu, bütün zorlukları yener “kendinde biri olmak” için. “Yağmurun” da “fırıldağı “ olur kendinden çıkıp ve “Bir kaleme bir kâğıda “ dönüşerek. Yazmanın özü bu işte; bir kaleme ve bir kâğıda indirgemek yaşamı. Bir de deniz var elbette girilip çıkılması gereken, düşlere katık edilecek. Yani deniz, “ o büyük sözdizimi”ne döner yüzünü, yanında Pars’la. Pars, ölümlün kardeşidir. Yani ölüm yanı başındadır hep. Kim unutabilir ki o büyük yokoluşu? Yağmur, bir doğa olayıdır hayatın bir parçası olarak ve şiirde dış mekânın vazgeçilmezlerindendir yaşamı beslediğinden. Hayatı dirilten, emziren, sesleyen, kösnül duygularla büyütendir yağmur. Hayat bütün halleriyle, girintisi-çıkıntısıyla imgelem düzeyine gelip yerleşiyor dizelerin, şiirlerin…Rüzgâra bağlanan at, “Kuşun uyuduğu saat”, kırlangıçlarını çağıran “akasyalı sokak”, kendinde “saklı denize” yürüyen şair; “Delik deşik bir sessizlik”te başkalarının göremediğini gören, ruhuna dolan “denizin ormanı” ve yabancılaşmaktan bunalan insanı gören şair Ahmet Ada…Yabancılaşan insanın dünyasına da eğiliyor Ahmet Ada dizeleriyle. Yaşanan kırılmalardan geçiriyor şiirini. Doğayla, nesnelerle, zamanla bütünleşerek, yer değiştirerek, -özdeşleşerek hayatın kırgınlıklarıyla- oluşturuyor şiirlerini. Ölüm ve dirim sorununu sağar dizelerine, imgelerine. Yaşanan çalkantıları, fırtınaları…bilgece, derinliğine ele alıyor. Ritim ve lirizmi şiirlerinden eksik etmeden yol alıyor tarihsel zamanı alt üst ederek. O sonsuz geçmişe de girip çıkıyor, bugüne kulaç atarak yarına bakmaya çalışıyor yapyalın, dupduru bir biçimde. Şiirindeki bilgelik daha da öne çıkmaya başladı bu yeni kitabındaki şiirlerle: “Yeter bana mezar taşı olmak / Anadolu’da”. Kentte bunalan bireyin hal ve gidişinin şiiri “Geyik”, günlük dile yüklenen yıpranmamış tertemiz deyiş değişikliği. Çiçeğin “tılsımı” doğayla iç içe varoluşun özgün özü. Giden gün değildir her gün, yalnızca “bir mırıltıdır” bir daha geri gelecek. “varoluşun sıkıntısı” kocaman bir ağızdır sesi soluğu çıksın diye uğraşılan. Bir konuşsa “çok eski zaman” oluverecektir bugünün halesinde. “dilsiz orak” işleyecek, “su gömüsü” bulunacaktır bir kurtuluşa adım atar gibi. “yalnızlığın eşiğine” gelmiş bir göç sevinci yüreğinde hep kendini anımsatacaktır. Onun için emzirir “yeryüzü ağrıları”nı “Taşları, arzuyla parlayan yıldızları” Ahmet Ada. Onun bu sonsuz evrende “yol arkadaşları” ise “Böcekler, atlar”dır oraya buraya dağılıp gitmiş görüntü ve sesleri toplayan. Onun tarihi derleyen sonsuz sesi titriyordur “her taşın içinde”ki hazdan, bir de “Göçüm ol ey ölüm” derken kendine. Yaşam sevinciyle doludur oysa kök olurken “dünya toprağına”. İçindeki dışındaki bin bir rüzgârla uyanır hayata, acılara ve denenmemiş hazlara. Derine, derinliği olana eğilir durmadan Taşa Bağlarım Zamanı’nda: “Bir ırmağın kayboluşuyum denizde”. Hayatı farklı kavrama, yorumlama ve şiirlerinde dolaşıma sokma büyük bir tutkudur aşka yakın, belki ondan da öte. Unuttum dese de pek çok şeyi, pek öyle değil, çünkü “Bir ağaç soyundanım giyinmiş / Yapraklarını baştan aşağı”, bu onu olmayan zamana ve olan denize, engine götürür bilinçaltının dehlizlerini de alıp yanına. Onun için “Ağrıyan bir yanı” “deniz”dir “hâlâ” “Ölü suları bırakıp da” geldiği. Soruyor işte kendine ve bize, şiirine de “İnsan ne arar derinde ta dipte” diye. Bulduklarını ise hiç gizlemez: “Kör bir makas, eski dillerden / Tılsımlı sözcükler” ötelerden, derinlerden, kayaların yüreğinden. Toplumsal sorumluluklar ve bilinçlenmeye de mim koyar şu iki dizeyle geçmişle bugün arasında yolunu arayıp dururken bir başına ustalaşa ustalaşa. “İnsan neye yarar onarmazsa / Başkalarının kaygılarını doğduğunda”. “parçalanmış ben”in peşindedir amansız. “Ölüm tek yayasıdır yol”un bu uğurda, “Bir düşten uyanması insanın” hiç de kolay değildir onca imge, görüntü arasında. “Gitmeyen bir yol yoktur elbette, ama gidilir “hüzünden anılar bırakarak” “varoluşun acısına yaklaşa yaklaşa. “koca denizde” ne aradığımızı kim söyleyebilir? Oysa “ Ruhumuz / değişerek geziniyor dünyada”, denizde biz farkında olmasak da. Bir yandan da “Kocaman gözlerle bakıyoruz renklerini / Yitiren dünyaya, mühürlü ağızlara”. “İnsanlar / Anlamını yitirmiş sözcüklerle konuş”salar da, şiir günlük dil de taşır sırtında. Oysa “Gün batıyor” ve biz “aynanın içinde kalıyoruz” bürünüp karanlıkların aydınlığına. “Kılıç yarası öyküler” de hiç eksik olmaz yaşamın iniş-çıkışlarında. “Acısına kapanmış insanlar” da, ki onların “Kılıçla kapanmış yolları”. Günümüz toplumlarına ustaca bir gönderme şu üç dize, can alıcı saptama, taş gibi eleştiri: “Eski dillerin konuşulduğu kentte / Akıp gidiyor bugünden geleceğe / Kollar bacaklar ölü gözler”. İşte Ortadoğu, işte savaşlar, işte dökülen kanlar ve yitip giden kültürler, diller, düşler…Her şair çocukluğunun “imgesini” arar günü gelince. O da kolları sıvar gençliğine doğru şiirlerinde: “Gençliğimi geleceğimi bir düzlemde / Buluşturan bir taş, bir eşya, / Gök gürültüsü, şimşekten bir kılıç.” Onun için yurdu bilir “dili” en “yalın, içten / Evrenin anası olan”.
Ahmet Ada, Taşa Bağlarım Zamanı kitabında yer alan şiirlerinde ustalık, biraz daha ileri gidelim, bilgelik sınavı veriyor. Hayattan derlediklerini, elbette denek taşında denediklerini, şiirsel iç ve dış monologlara taşıyor, dönüştürüyor. Gündelik yaşamın ekonomik / siyasal… acımasız baskısından, basıncından, insafsızlığından… bunalan bireyin kurtuluşuna arka çıkıyor, onların ütopya arayışlarına –ütopyalarına- yol açıyor, öncülük ediyor. Bütün bir hayatla, ama her şeyiyle ve de nesnesiyle arası açılan bireyi nesneleriyle yeniden buluşturarak, bir araya getirerek, yeniden doğayla barışmasının önünü de açıyor sessiz sedasız. Kutuplaşmaların, zıtlaşmaların, farklılaşmaların, ayrışmaların, darlaşmaların, yozlaşmaların…başladığı, (olduğu) yer(ler)de doğayla büsbütün bütünleşme, nesnelerle yüz yüze gelme haline de olanak sağlıyor böylece. Felsefenin de kafa yorduğu şeylere, şiir diliyle, sözdizimlerinin derinliğiyle boğuşarak yeni biçimselliklere yelken açtırıyor dizelerini, şiirlerini. Ölü zamanlardan şiir sağarak bugünün yaşamına eklemleniyor ustalık kemerini kuşanarak.
Dış ve iç sesle geziniyor şiirlerinin, dizelerinin arasında, Ahmet Ada. Ölüm ve yaşam arasında çözüm arayışları üretmek istiyor şiirleri üstünden hayata sımsıkı tutunarak. Çağdaş yaşamın getirip önümüze koyduğu çalkantıları, fırtınaları, dalgaları, yarılmaları kırılmaları, yaraları… benliğinde depderin duyumsaması ve imgesel dile dönüştürmek için çaba harcadığı gün gibi ortada. Varoluş sorunları da kitabın ana ekseninde dönüp duruyor kendini belli etmek için. Onun için bir “Köşeyi dönünce birdenbire Pessoa’yla karşılaşır ve sarsılır. “Asma kütüklerinin rüzgârıyla söyleşir / Fenike’yi İskenderiye’yi Mersin’i Kudüs’ü düşünden gerçeğe taşır. “Wittgenstein’ı Heidegger’i Kavafis’i / Sözgelimi tersinden okur” bağbozumunun ruhuna girmek için. Bozgunları, derine kazınmış tarihleri, ölümle yakın duran duruşları…önemser ve belirsiz bir haritayı imgeye dönüştürür gibi önüne serer. Ritsos, Seferis, Elitis…çizgisine adım atıyor, onlardan el alıyor upuzun ömürlü şiirlerin şairi olmak için. Kendi şiiri için yepyeni bir yapıyı, can alıcı sözdizimini, yalınlığın dehşet sakinliğini ustaca, bilgece şiirinin omurgasına ağdırıyor.
Unutulmaz şu iki dizenin hüznüne yeniden kaptırıp kendimi “Yeter bana mezar taşı olmak / Anadolu’da”, taşa bağlamak için zamanı kitabın kapağını bir daha açıyorum ve “Bugün”e adım atıyorum.

Akatalpa dergisi, Temmuz 2009 – Sayı: 115


______________________________

Ahmet Ada, Taşa Bağlarım Zamanı, Metis Yayınları, Mayıs 2009, 58 sayfa.

‘Deneylenemeyen dünyanın sözcüsü oldum’ / Ahmet Çakmak / Ahmet Ada ile Söyleşi

‘Deneylenemeyen dünyanın sözcüsü oldum’

Ahmet Çakmak


Ahmet Ada bu yıl biri şiirlerinden seçmeler ’ Sonsuz At’ (Şiirden Yayınları), diğer ikisi yeni şiirleri ‘Sözcükler Denizi’ (Şiirden Yayınları) ve ‘Taşa Bağlarım Zamanı’ (Metis Yayınları) olmak üzere art arda üç kitap çıkardı. ‘Sözcükler Denizi’ içinde yer alan şiirlerdeki felsefi derinlik ve ‘lirik ben’in öne çıkması ile dikkat çekiyor. Ahmet Ada ile hem içerik hem de biçim olarak farklı bir yelpaze bu kitabını ve şiirlerini konuştuk…


“YALINLIĞIN DERİNLİĞİNE ULAŞTIM”


- Lirik Ben’in cevherini içeren bir kitap olmuş Sözcükler Denizi. (1) Lirik Ben’in şiirden kovulduğu, deneysel şiir alanlarının söze, retoriğe açıldığı bir dönemde lirlik Ben’de ısrar etmenizin bir anlamı var mı?

- Lirik Ben’in söylemi çağdaş şiirin vazgeçilmez söylemidir. Çağdaş lirik şiir yitirilmiş doğanın, insandan soyutlanmış eşyanın, bitki örtüsünün, denizin sesidir. Ahmet Haşim’in lirizmiyle karıştırılmaması gerekir. Okurlar bunu fark edecektir. Okur, şiirlerin bilge söylemini, sözcüklerin tılsım ve büyüsünü aralayıp kitaba kapıdan girdiğinde lirizmin kucakladığı doğayı sezecektir. ‘Sözcükler Denizi’, bütün modernliğine karşın, Akdenizli tinin dolaştığı bahçeleri, denizi, ormanı okura duyumsatmayı amaçlar. Anlamı ötelemez. Lirik Ben’in sade, yalın, o ölçüde de kapalı söylemi, içeriye girildiğinde tadına varılan şiire dönüşür. Çağdaş lirik şiir, son kertede, yalnızlaşan insanın sesini duyuran şiirdir. Çağdaş lirik şiir, küresel dünyada, dizgenin hazırladığı, kurduğu, verdiği dünyayı değil, bireyleşen Ben’in iç sesi olarak arzuladığı dünyayı dile getirir. Abartılı bir söylemi değil, sade, yalın olmayı seçer. Seçkindir. Öznenin kendi adına konuştuğu bir iç deney, bir yaşantı şiiridir. Sözcükler Denizi, yaşantının, duygu patlamasının, doğaya ve insana bağlılığın bilgece dile geldiği şiirlerden oluşuyor. Seçkinlik ve billurlaşma yolunda geldiğim bağlayıcı noktadır. Adorno, lirik şiir için ‘ikinci doğa’ nitelemesini bunun için yapıyor. Çünkü, söz konusu olan lirik Ben’in genele karşı kurduğu tikelin doğasıdır.

- 1979’da yazdığınız bir şiirle giriliyor Sözcükler Denizi’ne. “Seyir Defteri” adını taşıyan bu şiirin sizde özel bir yeri var herhalde?

- “Seyir Defteri”nin italik dizilen bölümünü, 1985’de yayımlanan Yaz Kırlangıcı Olsam’ın birinci bölümüne almıştım. Yazılışından otuz yıl sonra tamamını Sözcükler Denizi’ne aldım. Sevgi Soysal Adana’da sürgündü, ziyaretine gitmiştim. Sürmene Oteli’nde kalıyordu. Hüzünlü, tasalı günlerdi. Şiirde ona gönderme var. İtalik bölümdeki Adana, çocukluğumun Adana’sı. Yazlık sinemaların, faytonların bunduğu belleğe zorunlu yolculuk.

- Sözcükler Denizi’nin “Yağmurlar Kalmasın” adlı üçüncü bölümündeki şiirlerde arkadaşlıklar, lirik Ben’in tinselliğinin doğa ile iç içe giren gerilimli hâli, bu küçük şiirlerin atmosferini oluşturuyor. Derin yapıda yeryüzünü anlamlandırma aranışı mı bu? Nesnelerin tinselliğini keşfetme çabası mı?

- Her ikisi de..Derin yapıda yeryüzünü yeniden anlamlandırabilmek güzel bir çabadır. En somut örnek ‘Kırık Amfora’ şiiridir. Binlerce yıl önce denize fırlatılıp atılmış kırık bir amforanın, binlerce yıl sonra denizden çıkarılışı, ışığı yeniden gördüğünde ruhunun şaşıp kalışı…Amforanın tinselliğini keşfetme çabasıdır bu. Aynı zamanda yeryüzünün ve ışığın değerini anlamlandırma uğraşıdır. Nesnelerin de tinselliğinin olduğunu düşünmek insana ait bir olgu. Nesnelerin de konuşan varlıklar olduğunu hep düşünmüşümdür. Doğanın devingenliği; işte budur ayakta tutan insanı ve yeryüzünü: “İçindeki denizi kurutamazsın / Küçük sular akar gelir ardından” (s.30). Bu mucizevi devingenlik “Birdenbire bir çiçek / Gürül gürül bir orman” (s.36) değil midir? Doğa, kutupsallıkları, zıtlıkları birleştiriyor. Bunu görmüyorlar. Sezgilerimle duyuyorum. Gerçekçi ve üstgerçekçi yönelimlerle zıtlıkların birliğine katılıyor, bu ürkütücü gerilim hattında yer alıyorum: “Gidilir evet dünyaya doğru / Ama her gidiş de hüzündür” (s.35). Aslında dünyada olmanın hüznüdür bu. Uyandığında, nesnesine yabancılaşan, emeğinin yittiğini gören insanın hüznü.

- Bir yanda bellek geriye işliyor: Tavan arasında çocuk kalmış yağmurları dinlemek, çeşitli çiçekler, deniz, orman. Bir atmosfer yaratmak için değil, Varlık olarak da varoluyorlar…

- Belleğin geriye işlemesi, çocukluğun saf doğasına yönelmesi, bir çiçeğin, bir kokunun anımsatmasıyla olabiliyor. Çocukluk, ergin insanın düş ülkesidir. Dış ve iç mekânıdır. İmgelemi, yaratıcılığın temel gücü olarak gördüğüm için, şiirsel imgenin ‘kurucu’ varlığına inanırım. Yaratıcı imgelem, doğanın şiirselliğini değil, şair öznenin imgelemindeki doğanın şiirselliğini yeniden kurar sözcüklerin gücüyle. Şair, doğanın seslerini, kokusunu, devingenliğini değil, imgelemindeki doğanın seslerini, kokusunu, devingenliğini yeniden kurarak doğayı taklit etmekten kurtulur. Yağmurlar, çiçekler, deniz, orman, şiirlerimde imgelemin mekânından geçerek birer imge olurlar. Böylece, içtenlikli ve sonsuzluk duygusu yaratan bir doğa, kardeş doğa yaratırım kendime, dolayısıyla okura. “Taştaki derin telaşı” (s.47) nasıl duyumsarım yoksa yaratıcı imgelem ve sözcüklerin gücü olmasa? Nesneleri yaşayan varlıklar olarak algılamak, onlardaki tinselliği keşfetmek güven vericidir. Ama, bazen, özneden bağımsız bir nesneler dünyası olabileceğini de düşünürüm. O zaman, onlar şiirlerimin atmosferini yaratmak için değil, gerçek nesneler, varlık-nesneler olarak varolurlardı şiirlerimde. Ya şimdi? Şimdi de varlık-nesneler olarak varolmaktadırlar.

- Doğayla bütünleşme isteği “Yalın İstekler” adlı şiirinde dile geliyor?”Yollar Boyunca”da da kentin para tutkusundan, kentte dilin bozuluşundan söz açıyorsunuz. Bu istek kentte sıkışmış, bunalmış bireye mi ait?

- “Yalın İstekler” bir mekân şiiri. Mekân Akdeniz, Toroslar, Taşucu, Mısır, İskenderiye. Özgürlüğün ruhuma dolduğu bölge. Bir Akdenizli olarak, kentlerin birey üzerindeki basıncı, baskısı karşısında doğaya karışma isteğinin sözcüsü oldum bu şiirde. “Dünya büyük, ama / denizler kadar derin içimizde”. Rilke’nin bu dizeleri içdenize, o büyük dünyaya gönderir okuru. “Yalın İstekler” şiirinde (s.49), yalnızlığın, iletişimsizliğin yaşandığı kente gönderme yok (2), ama doğayı imgeye çevirme var. Özyaşamsal deneyimimin şiir diline çevrilmesi. Bu mekânda daha önce de yaşadım, yaşıyorum. Tortusu, görüntüsü var bende; varolanın şiir diline çevrilmesi; sanırım işin özü bu.

-“Yalın İstekler” şiirinden sonraki şiirler felsefi bir zeminde ilerliyor. Yoklukta dolaşan ayaklar, Ben’in bir başınalığı, hiçlik denizi, sonsuzluk duygusu, evrene sürgün oluş, “başka bir dünya olmalı” ütopyası; bu işaretler geniş bir felsefi zeminde olan Ben’in yeryüzüne değgin işaretleri olabilir mi?

- Sözcükler Denizi’nin asıl konuşulması gereken yönü şiirlerdeki felsefi derinlik. Felsefi derinliğe gönderen imleri saptamışsınız. Felsefe yalnızca felsefecilerin ilgilendiği alan değil. Bir şair olarak ‘İnsan ve Varlık’ şiirin nasıl temel düşünsel sorunsalıysa, felsefenin de sorunsalıdır. Söylem farkını unutmamak kaydıyla. Kant, Wittgenstein, Heidegger okumalarının başlangıcı Marx’ın Grundrısse adlı yapıtı. Sonra dil felsefesi, fenomenoloji, Benjamin, Adorno, Deleuze okumaları, Bakhtin var onları takip eden. Bu dirsek temasları şiirlerimin derin yapısını değiştirdi doğal olarak. Şair ne yapar? Deneylenemeyen dünyanın sözcüsü olur. Melih Cevdet Anday, şiir dilinin mantık üstü olduğunu söyler ki, öyle olmasaydı varlığı, hiçliği, yoklar dünyasını dile getirmesi olanaksızdı. Şiirimin sahihliği bu mantık üstü kurgusallığından gelir. Orada, bir yerlerde taşın aşındığını hissedip algılayabilen bir zihinsellik ile bu zihinselliği mantık üstü dile ya da imgeye çevirebilen yetenek, olup biteni de sezgileriyle gösterebilir. Sözcükler Denizi , bu bilgeliği dünyaya karışarak yapar, yapmaktadır. Alain Badiou, “şiir kendini dilin içinde buyruk olarak ortaya koyar ve bunu yaparken de, hakikatler üretir” diyor. Şiirin kendini dilin içinde bulurken de felsefeye dikiş atması özerkliğini, bağımsızlığını zedelemez. Şiiri felsefenin yedeğinde görmediğin sürece bu böyledir. İnsanın yeryüzü serüveni, yüz yüze geldiği ve temas ettiği metafizik şiirin bölgesi içindedir; dolayısıyla dokunup geçtim onlara. Sözcükler tümüyle okunduğunda, dizeler, görüntüler görünür ve yitirler. Bende ve okurda anlamın sürmesi, bu büyü şiirindir. Belki süren anlam değil, şiirin müziğidir.

- Şiirlerin biçimselliklerinde de söyleyişinde olduğu gibi bir sadelik, bir yalınlık var. Bilge bir söyleyiş Ben’i doğayla bütünlüyor. Ne dersiniz?

- Şiirlerin biçimlerinde belli değişimler oldu Sözcükler Denizi’nde: Monolog dizeler, soru yanıt dizeleri, italik dizeler, şiirlerin bilgece söylemlerinin aktarılmasında ve çatının oluşturulmasında görev aldılar. İç konuşmalar, bir Hodan çiçeği gibi titreyen iç sesler, sözcükler bitince dibe çökecektir. Birkaç özne, bin bir çeşit imgeyi yüklenip götürür. Öznenin içinde bulunduğu dış mekân, iç mekâna çekilerek, öz orada biçimlendirilir sözcük sözcüğe bitişerek, dokunarak. Ama, şiirin biçimselliğini teknik birtakım girdiye indirgemek de doğru olmaz. Biçimsellik, yapının, şiirin öğeleriyle örgütlenmesi demektir ki, temeli sözcükten başlar. Sözcükler Denizi’nin biçimselliği tek tek şiirlerinin farklı biçimselliklerinden oluşur. Biçimsellik donmuş değil, devingendir.

- Bu yıl iki yeni şiir kitabınız yayımlandı: Sözcükler Denizi, Taşa Bağlarım Zamanı. Bu yeni kitaplardaki şiirler bağlamında şiirinizi nerede görüyorsunuz?

- Bu son kitaplar bağlamında yalınlığın derinliğine ulaştım. Sözcük dağarımın çok genişlediğini gördüm. Şiir dili olarak kırılma bu kitaplarda da sürüyor. Şiirlerimin bilgece bir söyleme kavuşmasında felsefi kavramlarla, sözcüklerle düşünmeye başlamanın etkisi var. Gündelik hayatımda da felsefe ile fenomenoloji okumanın değişimdeki etkisini söylemek bile fazla. Dünya şiirinin doğrultusu sessizliği bulana dek düzlemim olacaktır.



1 Ahmet Ada, Sözcükler Denizi, Şiirden Yayınları, 2009 İstanbul
2 Şair ‘Yollar Boyunca’ adlı şiirinde (s.58), kentin para tutkusundan,
kentte dilin bozuluşundan söz açıyor. (Ahmet Çakmak)


Hürriyet Gösteri dergisi, (Haziran-Temmuz-Ağustos) 2009 / Sayı: 298
“SÖZCÜKLER DENİZİ”NDE (*)

Ahmet GÜNBAŞ

“Bahar mı gecikti kuşlar mı
Eyvah! Gül imecesinde talan
Yüreğimde dinmeyen bir telaş
Kuşkuyla yaralı mayıs günleri” (s:23)

Böyle diyor şair, Sözcükler Denizi’nin Seyir Defteri’nde korkunç bir uzaklık ve kırılganlık duygusuyla. Aslında değişen bir şey yok. Bahar da kuşlarda yerli yerinde. Salt karşılama duygusu farklı. “Gül imecesi” dediği aşklarla, dostluk bahçesiyle eşdeğer. Oradaki talan ise eksilmelerle ilgili. Söyleşilerin çekilen suyu da dahil buna. Her yanı telaş almış. Yılın en gözde ayında bile kuşku var. ‘Yaralanmak’ fiili geniş bir çağrışım çemberi oluşturuyor.

Ölümle ölümsüzlük arası bir gelgit... Ve sürekli ölümsüzlük arayışı... Kaptanın telaşından böyle bir sonuç çıkıyor. Gizine erdiği ya da içini doldurduğu her sözcük sonsuzluğu muştuluyor. Sözcükler Denizi’nde bulduğu sözcükleri dingin bir kıyıda gözden geçiriyor. Bu dinginlik kalıcı bir yalınlık bağışlıyor ona. Nesnelere karışmak, nesnelerde bulduğu ezgiyi, ancak yalın kulakların duyabileceği fısıltıyla ıssız yerlerde dolaşan bir kuş sesiyle birleştirmek gayretinde. Tinsel yolculukların belirsizliğinde sonsuzluktan anlaşılan belki de bu. Seslerin/sözcüklerin döküldüğü yerde köpürdükçe kendini yeniden üretiyor her şey! Doğal ki başka biçimde üretiyor. Üretmekle kalmıyor, eksileni yerine koyuyor, tümlüyor:

“Kırık bir rüzgâr örtüyor
ruhumda açılan oyukları.” (s:28)

Tehlikeli oyuklar böylece kapatılırken, şairin belleği gibi yansıyan o kuş, ıssızlığı konuşturmaya çalışıyor:

“Dehlizlerin, kamışların arasından
bir kuş ötüyor.” (s:29)

Dehlizlerin ve kamışların kıvrımı, daha önce geçilen durakları anlatıyor bence. Dolaylı olarak yaşanılmışla örtüşüyor. Nesnel geçişlerde her şey birbiriyle ilintili, benlik alışverişi içinde; parıltılar saçıyor.

Daha çok geriye gidişlerle, yaşanılmışla ilgileniyor Ada. Geçmiş zaman yoksamak, yitik sesleri toplamakla eşanlamlı. Taş Plak Gazelleri’nden (1955) Kantolar’a (2006) uzanan çizgide ‘dramatik’ olan yeniden ve güçlü biçimde karşımıza çıkıyor. Kopan, dağılan her parça duyarlık tellerini harekete geçirse de, daha önce Oyuk’ta sözü edilen o boşluğu doldurmak çok zor. Tekilden çoğula (kişi, aile, halk) kopmuş parçaların öyküsüyle çalkalanıyoruz yaşam boyu. Bazen onarılmaz bir aşk acısı, bazen zorunlu göçlerle savrulmanın dağınıklığı, bazen de ortasından biçilen bir yaşam tarzı allak bullak ediyor dünyamızı:

“Yazılacaktır öyküsü
Gövdesinden kopmuş parçanın.
Işığı kıran iç denizin. Gövdenin tini
arıyor denizini şimdi. ‘Arayıp da
bulanınız var mı?’ diyor Veysel.” (s:31)

Özetle şair, bu tür arayışlara yazgılı. Büyük bir şiirin parçaları gibi bir türlü erişilemeyen!.. Erişilmezlik duygusu sonsuzluğu da körüklüyor böylece. Sözcük halkaları genişledikçe gizine yaklaşıyor. Ancak “Gidilir evet dünyaya doğru / Ama her gidiş de hüzündür” (s:35) diye ölümü kollayarak konuşlandığı Kırık Duruş eşiğinde yorgunluğunu da itiraf ediyor:

“Biz burada kaldık da ne oldu
Arkasına saklandığın narlardan
Durup dururken sakalına dolan kargalardan
İniyor akşam
Su kuşları, günebakanlar
‘Yorgunuz’ diyor” (s:37)

Ah, Derin Beyaz Atlar’a binilse her şey daha kolay olacak! Ama o taşkın hevesiyle gerilerde kaldı. Doludizgin geçti yeryüzünden. İncelikleri, farkındalıkları yaşamadan... Asıl trajedi bu belki de. Yani, daha erken karşılayabilirdik sonsuzluğu Sözcükler Denizi’ne yelken açarak. Seyir Defteri’ndeki burukluk karartıp durmazdı ufkumuzu. Derin Beyaz Atlar’a eklenen ‘upuzun’ sözcüğü, onun geleceğe uzanan bir gençlik iksiri olduğunu imliyor.

“Derin beyaz atlar upuzun anlaşılması güç
Öyledir duvar diplerinde kalmışlığımız
Öyle ya deniz neden kıpırtılı
Dalgınlığımız neden bir orman dalgınlığı
Belki içimize ata ata yer kalmadı içimizde
O yüzden belki de ıpıssız sıkıntıyız” (s:44)

Ama bir Değişmeler Ağacı var ki salkım saçak kucak açıyor “Kül kâğıdı çocuklar”a; “Çeliklerden dörtnala akan türkü”yle (s:45) birlikte tıkır tıkır işliyor. Giderayak“Ağaçlardan denize yürüyen motor”a dönüşüyor. Özetle başka bir ağaçla yer değiştiren ağacımızın yürüyüşü, önderliği uzun süre konuşulacak cinsten. Ağacın yer değiştirmesini diyalektik anlamda tezler savaşımıyla algılarsak, denize doğru yürüyüşün görkemi karşısında hayretimizi gizleyemeyiz. Denize yürüyüş çok özel bir özlemdir şiirin genelinde. Özlemin gerisinde engel tanımaz bir hedeftir. Tazelenme, arınma duygularını da çağrıştırır. Yapıtın adına yaraşır biçimiyle akışkanlığı körükler. Hem de öylesine körükler ki son şiirde (Sarkaç) bile “Deniz hazırlıyor beni sonsuzluğa”(s:75) inancı ölümle kolayca yer değiştirir.

Ada şiirinde nesnel geçişler çok önemlidir ve birbirini izler. Sözü yine Değişmeler Ağacı’na getirirsek; “Çeliklerden dörtnala akan türkü, ağaçlardan denize yürüyen motor” öncesinde “dikey hüzünler yatay hüzünler” örgütlenmesi değişimin sürecinin halkalarını oluşturur. Derken değişimin son halkasında “Uzun güzel kızların” mutluluğuna tanık oluruz. ‘Uzun’ ve ‘upuzun’ sözcükleri her iki şiirin ekseninde yer almakla kalmayıp gerine gerine aydınlığı muştularlar.
Ada’nın bolca kullandığı çocuk, kuş, at ve ağaç imgeleri, iç içe geçen edimleriyle çıkmazdaki insana, dolayısıyla siftinen şiire hareket getirirler. “Sığırcıklar ve her şey kalbimden havalanır” (s:39) dediğinde bir daha anlarız kuşlarla açıklanmanın güzelliğini. Yalın İstekler’in başat olanı ‘gitmek’tir zaten, hem de dörtnala gitmek:

“Bir atın ayakları olurum belki
Rüzgârla yarışan bir atın
Dörtnala uzaklaşan ovadan” (s:49)

Geçmiş zamanı yoklamak denli onu şimdinin içinde değerlendirmek önemli özelliğidir Ada şiirinin. “Kollarını açtığını görüyorum ışığa / Dünyanın güzelliğine” (s:33) örneğinde kırık bir amforayı “Kırık Duruş”una konuk edebilir. “Öğle vakti geçtik denizi” (s:53) dizesinde sanki anı yakalamak için sürer atlarını. Ada’daki ‘zaman’ kavramını rüzgârların, yağmurların, taşların v.b. ortak diliyle yaklaşırız ve tanımlarız Örneğin “mendil sallayan rüzgâr”, “yapraktaki telaş”, “tez ayaklı yağmurlar”, “taşın dili” gibi kişileştirmeler gerekli ipuçlarını verir bize. Artık bu bağlamda eskiliği değil şimdinin içindeki “elma tadı”nı konuşuruz:

“Sen de duydun mu başaklarda
Yağmura biriken zamanı
Geçmişi şimdinin kabuğunda
Yaşadın mı bir elma tadında” (s:54)

O elma tadı ki yaşamın tadı tuzudur. Eğer “Günlerin isi elmaları karartı” (s:75) deniyorsa, biliniz ki yaklaşan felaket umulandan da büyüktür.

Söz konusu büyülü elma tadını biraz daha açımlarsak, insandaki bağbozumunu gösterir bir güz şenliğine erişiriz. Salkım salkım yaşanmışlıklardan süzülen bir şenlik ateşi içimizi ısıtır. Büyük yalnızlığımız, ölüm korkusunu aşarak dengeye ve huzura kavuşur:

“Gök müydü alıp başını giden
Elma rengi., bulutlar mıydı şaşkın
Otun böceğin uykusuzluğu muydu
Kalkıp gittik yaprak toplamaya
Kevser, ben, bir de yaşlı güneş
Kayısı çiçeği kokusu karşıladı
Beni, Kevser’i, bir de yaşlı güneşi
‘Anımsa kırk yıl önce de böyle kokmuştu’
‘Annemin ruhunun dolaştığı eski bahçede’” (s:59)

Kırsal bir fonda gezinir şair. Neredeyse gün ışığıyla yazar şiirini. Oysa kent yaşamına özgü göndermeler vardır büyük sıkıntısında. Evet,“Kof gürültüsünden tanırım kenti / Para tutkusundan, dilin bozuluşundan” (s:58) dolayı sıkıntılıdır. Hatta kaçış halindedir. Ama yabancılaştırmaya boyun eğmeyen iletişimsel bir kaçıştır bu. Oysa kentlerin kulağına küpe olabilecek duyarlıklar içindedir. Örneğin “Ağaç denizine yürüyen gümüş dereyim” (s:46) imgeleminde, kavaklarla kurbağalarla diline doladığı “gümüş şarkı”yı “saat kulesi” görüntüsüyle kente de duyurur:

“Dur da dinle
Gümüş şarkımı
Saat kulesi” (s:46)

Şairin durduğu nokta kimseyi yanıltmasın. İnsanı aramak için yola çıkmıştır o. Köy-kent ekseninde dağılan, yiten, parçalanan insanı!.. Terzi Sarkis’e adanan dizelerde,; vatkalar, şeritler, mandallar arasından “Büyük olsun makas, denizi biçeceğiz / İnsandaki kof benliği, gözüpeklik işte” (s:60) diye haykırdığında, değerler karmaşasını aşıp, Sarkis’in izdüşümünde yeniden biçimlenme sancılarıyla bireyselliğe hizmet ettiğine tanık oluruz. Geçmişi sırtlayan arayışlar doğrultusunda - erdemleri ıskalamadan - insanı biriktirme tavrıyla özdeş kılınır şiir.

Şiddetle kargışlanan “kof benlik”, ne yazık ki kentin taşla konuşmayan yanıyla uzlaşır. Kentsel ilişkiler “Balkonları bir başlangıçtı göklere” (s.62) iyimserliğinde çakılıp kalmış, daha ileriye gidememiştir. Kente inen Abdal kısa sürede varmıştır bu yargıya. Belki de yatıya kalmadan, binlerce çiçeğin çağrısıyla yeniden kırlara vurmuştur kendini.

Bir dinginlik ustasıdır Ada. Öncelikle nitelikli bir sessizlik gereklidir ona. Yalın söze erişmenin ilk koşulu bu olsa gerektir; sessizlik içinde derinliğine inmek!.. Kavrayışlarını, algılarını, görünür anlam katmanlarından daha ötelere taşımak!.. İçsel yolculuğun duraklarında, ağaçlarla, denizlerle, rüzgârlarla uyumlu devinimsel dili çözmüş olmalıdır. Ki böyle bir dilden kaynaklanan dizeler, sonsuzlukla mayalandığı için yakın düşer bize:

“Ağacın sessizliği kök salar ovaya
Denizin dinginliği içinde yitirirsin kendini
Ne kadar uzun ne kadar güzel ne kadar yalın
Hiçbir şey tutamaz yerini
Yapraklardan karılmış rüzgârın sesini” (s:47)

Sözcükler Denizi’ndeki görsel zenginliğe ve ışık bolluğuna şaşırmamak elde değildir! Şair sık sık güven tazeleme gereksinimi duyduğunda, doğaya döner yüzünü. Hemen yakınında kımıl kımıldır dünya. Yaşamak her zaman üste çıkar albenili parıltısıyla. Onu adım adım izleyen Pars’ın çekiştirmelerine aldırmadan ölümle yüzleşir. Arayışların sonu gelmemiştir henüz:

“Çok işimiz var eşsiz olanı bulmak için
Başka bir yerde durmak için
Kamışların öbek öbek toplandığı
Bir göl kenarı olmayabilir
Durmak için o kırmızı noktada
Bir söz, bir imge, bağışlanan parıltı
Yeter “ (s:73)

Son iki dize, Sözcükler Denizi’ne açılmanın amacıyla örtüşür.

Sonuçta yabancısı değildir gideceği ortamın. Meydanı tanrılara bırakmadan,“Ölü annelere karışmış olmalıyım” (s:76) dediği doğurgan bir sıcaklık sarıp sarmalamaya hazırdır yalın oğlunu.
Bence “çok işimiz var” koşutluğunda çok nedenimiz var Sözcükler Denizi’nde birikenleri anlamak için!

(*) Sözcükler Denizi – Ahmet Ada, Şiirden/Diagraf Yayıncılık, 1.basım, Şubat 2009