YILLARA GÖRE YAŞAMÖYKÜSÜ / KEMAL ÖZER
1935: İstanbul’da doğdu. Babası tren sürücüsü. Çocukluğu dört yaşına kadar Çerkezköy’de geçti.
1942: İstanbul’da ilkokula başladı. Öğrenim yıllarını ve çocukluk çağını İkinci Dünya Savaşı koşullarında yaşadı. Okuma ve yazma hevesini ilk kez ortaokul sıralarında duydu.
1950: Spor yapma ve yazma hevesinin gelişmesine yol açan koşullarla ve ortamla tanışması. İstanbul Erkek Lisesi’nde başlayan lise öğrenimi.
1951: İlk şiiri yayınlandı. (Harika dergisi).
1955: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde başlayan yüksek öğrenim. Şiirde heveslilik dönemini sona erdiren hesaplaşma. Sanat çevresiyle ilişkisini genişleten yeni tanışmalar.
1956: Dönemin önemli dergileri arasında yer alacak a dergisi’nin kurucu ve yöneticilerinden biri oldu.
1959: İlk şiir kitabı yayınlandı. (Gül Yordamı). Öğrencilik sürerken çalışmaya başladı. (Kim dergisi).
1960: Yüksek öğrenimi bitirmeden bıraktı. İkinci şiir kitabını yayınladı. (Ölü Bir Yaz). 27 Mayıs’ın ardından a dergisi’nin yayınlanmasından vazgeçildi. Cumhuriyet gazetesine girdi.
1961: Yaşamından ve yazgısından etkilendiği babasını yitirdi.
1962: Evlendi. Yedeksubay öğretmenlik göreviyle iki yıl geçireceği Amasya’nın Destek köyünde öğretmenliğe başladı.
1963: Kızı dünyaya geldi. Üçüncü şiir kitabı yayınlandı. (Tutsak Kan). Yayınlamaya ara verdiği yedi yıllık suskunluk döneminin başlangıcı.
1965: Kitapçılık yapmak için Uğrak Kitabevi’ni açtı. Kitapçılık yaparken, Şiir Sanatı dergisini çıkardı. Sinema ve şiir konularında 13 kitap yayınladı.
1970: Kitabevini kapattı. Yeniden şiir yayınlamaya başladı.
1972: Yeni bir anlayışla yayınlanmaya başlanan Yeni a Dergisi‘nin kurucu ve yöneticileri arasında yer aldı.
1973: Yeni şiirleriyle oluşan dördüncü kitabını yayınladı. (Kavganın Yüreği). Kitapta yer alan toplumcu şiirler, olumlu ve olumsuz tepkilere yol açtı.
1975: Cumhuriyet gazetesi için sanatçılarla konuşmalar yapmaya, Militan dergisinde yazmaya başladı. Nasrettin Hoca öykülerini çocuklar için şiirleştirdi.
1976: İlk kez yurt dışına, Bulgaristan’a gitti. Dostluğundan etkilendiği Fahri Erdinç’le tanışma. Onunla işbirliği yaparak şiir çevirileri. Sen de Katılmalısın Yaşamı Savunmaya kitabına Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü verildi.
1977: Yugoslavya’daki Struga Şiir Akşamları’na katıldı. Kısa bir Sofya gezisi.
1979: Bulgaristan’daki Şiir Bayramı’na (Ekim) ve Vaptsarov’un 70. Doğum Yıldönümü törenlerine (Aralık) katıldı. Edebiyat Cephesi’nde ve Eleştiri’deki Ozanın Gözüyle köşesinde yazmaya başladı. Gezi ve söyleşi türünde ilk kitapları (Güldeki Şafak ve Sanatçılarla Konuşmalar) yayınlandı.
1980: Bulgar Edebiyatı Dostları Sempozyumu’na (Haziran) ve Sofya’da Uluslararası İkinci Yazarlar Buluşması’na (Eylül) katıldı.
1981: Cumhuriyet gazetesinden ayrıldı. Karacan Yayınları’nda çalışmaya başladı. Bulgaristan’ı kapsayan uzun bir gezi.
1982: Rotterdam’da Poetry International şiir şenliğine (Haziran), Sofya’da Uluslararası Üçüncü Yazarlar Buluşması’na katıldı. Budapeşte’ye gitti. Kimlikleriniz Lütfen kitabına Ömer Faruk Toprak Şiir Ödülü verildi.
1983: Sofya’da Uluslararası Dördüncü Yazarlar Buluşması’na katılıp “Umut Edebiyatı ya da Umutsuzluk Edebiyatı” oturumunda bildiri sundu. Varlık dergisinin genel yayın danışmanlığını üstlendi. Budapeşte’ye ve Viyana’ya gitti.
1984: Bulgar Edebiyatı Dostları Sempozyumu’na (Haziran) ve Sofya’da Uluslararası Beşinci Yazarlar Buluşması’na (Ekim) katıldı.
1985: Toplu şiirleri basıldı. (Çağdaş ve Boyun Eğmeyen). Budapeşte’ye ve Londra’ya yolculuklar. Şiirlerinin Bulgarca çevirisi kitap olarak yayınlandı. (Morskiyat Jetvar / Deniz Orakçısı).
1986: İkinci evlilik.
1987: İngiltere’ye, Hollanda’ya yolculuklar. Lefkoşa’da kitap fuarına katıldı. Sevda şiirleri Sınırlamıyor Beni Sevda adıyla yayınlandı.
1988: Sovyet Yazarlar Birliği’nin çağrılısı olarak Moskova yolculuğu.
1989: Yordam Yayınları’nı kurdu ve bütün yapıtlarının diziler halinde yayınına başladı. Bükreş’te Eminescu Sempozyumu’na, Riga’da Şiir Günleri’ne katıldı. Kıbrıs, Sovyetler Birliği ve İngiltere’ye yolculuklar.
1990: Varlık dergisinin yayın danışmanlığından ayrıldı. Kısa bir Kıbrıs yolculuğu.
1991: Romanya’da Çevirmenler Sempozyumu’na katıldı. İngiltere yolculuğu. İnsan Yüzünün Tarihinden Bir Cümle kitabına Yunus Nadi Şiir Ödülü verildi.
1993: Bir Adı Gurbet kitabıyla Ferit Oğuz Bayır Düşün ve Sanat Ödülü’nü kazandı. İngiltere yolculuğu.
1994: Köln’de “İşçilerin Birliği, Halkların Kardeşliği” gecesine (Nisan), Kopenhag’da Türk/Danimarka Şiir Akşamı’na (Haziran), “Solingen’de, Sivas’ta Yananlar Bizim” adı altında Fransa, Almanya, Avusturya ve İngiltere’de düzenlenen etkinlikler dizisine katıldı. Gerçek dergisinde “Gün Olur Söze Yazılır” başlığıyla sürekli yazmaya başladı.
1995: Sahne şiirleri adını verdiği ve yıllardır üzerinde çalıştığı Oğulları Öldürülen Analar kitabı yayınlandı. “Gün Olur Söze Yazılır” başlığıyla sürekli yazmayı Evrensel gazetesinde sürdürdü. 60 yaşında olması dolayısıyla Değirmendere, Bursa ve İstanbul’da toplantılar düzenlendi.
1996: Son kitabındaki şiirler Eskişehir, Ankara, Adana, Almanya ve İngiltere’de sahnelendi. Kopenhag’da Başaran için düzenlenen geceye (Mart), Köln ve Londra’da düzenlenen etkinliklere (Mayıs) katıldı.
1997: Kocaeli Üniversitesi’nin açtığı Şiir Okulu’nda ilk dersi verdi. İkinci Balkan Şiir Günleri’ne katıldı (Çatalca). İngiltere yolculuğu. Şiirlerinden yapılan bir seçme Imellem Betragte og Se (Bakmakla Görmek Arasında) adıyla Danimarka’da yayınlandı. Basına tanıtım toplantısında bulunmak, etkinliklere katılmak üzere Danimarka’ya yolculuk.
1998: TV’de Ateşi Çalmak izlencesine bir bölüm yazdı ve seslendirdi. Bergama ve İzmit’te şiir okuma ve söyleşi gezileri. İngiltere yolculuğu. Mustafa Bayram Mısır’ın Toplumcu Şiirimizde Bir Kanal: Kemal Özer kitabı yayınlandı. Bratislava’da Dünya Şairler Kongresi.
1999: Türkiye Yazarlar Sendikası’nda ikinci başkanlık görevi. Damar dergisi Emek Ödülü verildi. Yıllardır üzerinde çalıştığı şiir kitabı Onların Sesleriyle Bir Kez Daha adıyla basıldı. Akdeniz Trubadurları Örgütü’nün kuruluş toplantısı için Bulgaristan yolculuğu. Yalova’da şiir şenliği. Şiirlerinden yapılan bir seçme Nasraşten Vyatır (İki Yönlü Rüzgâr) adıyla Bulgaristan’da iki dilde (Türkçe-Bulgarca) yayınlandı. BEKSAV’da 45. Sanat Yılı toplantısı.
2000: Bütün şiirleri 2 cilt olarak XX. Yüzyıldan Duvar Kabartmaları adı altında basıldı. Yordam Kitapları adı altındaki yayın çalışmalarına son verdi.
2001: Zürih ve Basel’de etkinliklere katılmak üzere İsviçre yolculuğu. Salihli Şiir İkindileri’nde Diyonisos ödülü verildi. Kopenhag’da Türk-Danimarka Şiir Akşamı’na katıldı. Bulgaristan yolculuğu. Edirne’de Balkan Yazarlar Buluşması. İzmir ilköğretim okullarında çocuklarla söyleşiler.
2002: Marmaris Kitap ve Kültür Şenliği. Bursa 7. Edebiyat Günleri. Kıbrıs ve Hollanda’ya yolculuklar. İngiltere yolculuğu sırasında anılarını yazmaya başladı. İskoçya gezisi. Avanos’ta Nâzım Hikmet’i anma. Karşıyaka Belediyesi Şiir Kurultayı. “Nâzım Hikmet 100 Yaşında” toplantıları için İsviçre’ye gitti. Güncelleştirme ve geliştirme çalışmalarıyla katkıda bulunduğu Asım Bezirci’nin Dünden Bugüne Türk Şiiri antolojisini yeniden yayınladı.
2003: İzmir ilköğretim okullarında çocuklarla söyleşiler. Ameliyatla sonuçlanan bir kaza geçirdi. Hakkında hazırlanan belgesel TRT 2’de Söz Uçar dizisinde yayınlandı.
2005: Sevdalı Buluşma adlı şiir kitabı çıktı.
2006: Türk-Danimarka Şiir Akşamı’na katılmak için Kopenhag’a gitti (Ocak). Şiirlerinden yapılan seçme Opkomende Beelden (Araya Giren Görüntüler) adıyla Hollanda’da yayınlandı ve Arnhem kentinde yapılan toplantılara katıldı (Nisan). İngiltere’ye yolculuk. Danimarkalı ozanlarla İzmit ve İstanbul’da Ayın Öteki Yüzü başlığı altında etkinlikler. Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nce düzenlenen Edebiyat Şenliği’nde Saygı Gecesi.
*http://www.kemalozer.net/?page_id=85
2 Temmuz 2009 Perşembe
KENDİ ANLATIMIYLA YAŞAMÖYKÜSÜ / KEMAL ÖZER
KENDİ ANLATIMIYLA YAŞAMÖYKÜSÜ / KEMAL ÖZER
1935 yılında İstanbul’da doğmuşum. Annem (Kevser), bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan topraklarda doğup büyümüş, ailesiyle birlikte İstanbul’a göç etmiş sonra. Babam (Mehmet) ise, yirminci yüzyılın ilk yıllarında Sivas’ın Karaözü köyünden asker olup başkent İstanbul’a gelmiş, bir daha da baba ocağına dönmemiş bir başka göçmen. İstanbul, ikisinin yaşam çizgilerinin kesiştiği ve benim yaşantımın odaklaştığı yer oluyor. Çocukluk deyince, Devlet Demiryollarında tren sürücüsü olan babamın görevi dolayısıyla dört yıl kadar kaldığımız Çerkezköy’ü ve İstanbul’da Aksaray’da geçen günleri anımsıyorum. İlk anılarımdan biri, sabah erkenden uyandırılıp Atatürk’ün bana gösterilişi oluyor. Üstü açık bir otomobil, güneş gözlüğü ve kasket. Trakya manevraları için Atatürk’ün Çerkezköy’den geçtiğini ve gördüklerimin düş olmadığını, anılarımdaki görüntüyle tarih kitaplarındaki görüntünün örtüştüğünü sonraları biraz da şaşkınlıkla ayırt etmişimdir. Üzerimde iz bırakan ve kafamı uğraştıran ilk tanıklık bu.
Çocukluğumda tanıklık ettiğim ikinci duygu, babamın başka çocukların babası gibi her akşam eve gelmemesi duygusudur. İşi gereği, iki gecesini dışarda, bir gecesini evde geçiren bir baba ve başkalarından ayrı olmak kaygısı. Bir daha değişmemek üzere dar gelirli yaftası yapıştırılan bir aile, nasılsa satın alınıp başımızı soktuğumuz iki katlı bir ev. Çerkezköy’den İstanbul’a küçük bir göç yaşadığımı bu arada belirtmeliyim. Evet, Aksaray’da bu küçük evde yirmiüç yıl geçiriyorum. İlkokulu 1942-47 arasında okudum. Babam, Edirne’den Sirkeci’ye treni getirdikten sonra kalp krizi geçiriyor ve “adî malûl” emekli oluyor. Sonra da geçim darlığı artıyor ve evimizin odaları, buna koşut olarak, azalıyor. Çünkü yeni bir gelir kaynağı “keşfediyor” aile. Odaları üniversite öğrencilerine “pansiyon” veriyoruz. Beş odamız var; geçim daraldıkça oda sayısı azalıyor. Sonunda iki oda kalıyor kendimize.
İlkokulu bitirdiğim yıl, babamın bir baba yurdu olduğu, akrabalarımın bir bölüğünün orada yaşadığı öne çıkıyor. Karaözü köyüne ilk uzun yolculuğum. Köyde, tanıdığımdan başka, benzersiz insanlarla karşılaşıyorum. Toz toprak içinde oynaşan bebelerden dişi dökülmüş ninelere kadar herkeste garip bir tutku. O köyden kimlerin yetiştiğini, ne iş tuttuklarını herkes sayıp döküyor ve onur duyuyor bundan. Kaç öğretmen, kaç subay, kaç ebe, kaç doktor yetişmiş, herkes biliyor ve kendi çocuğuymuş, yakınıymış gibi hepsini herkes benimsiyor. Kızılırmak geçiyor köy içinden ve Sinan’dan kalma bir köprü, üzerinde. Köyün ozanı, bizim gelişimiz için de türkü yakıp sazıyla çalıyor söylüyor bir akşam.
Emekli olduktan sonra babamın beni yetiştirme konusunda neler düşündüğünü de öğrenmiş oldum. Okumama karşı değildi, ama kendi deyimiyle “hayatı anlamalı”ydım. Bu yüzden, koskoca bir yaz tatilimi, Aksaray pazarında manav çıraklığı, araba iterek sokak satıcılığı denemesine kurban etmişti. Emekli olurken verdikleri parayı o yaz tüketince benim de yakamı bırakmış oldu babam. Sonradan, kendisini başarısız bulduğunu, benim de başarısız, beceriksiz olmamam için kent yaşamasında para kazanmanın tek yolu olarak gördüğü ticarete beni zorladığını düşünmüşümdür.
Bense, sokak aralarında yapılan sporla yetinmek istemiyor, spor alanlarına çıkmayı düşlüyordum. Bir yandan da, 1948 ya da 1949 yılında birdenbire karşılaştığım bir öykü kitabı aracılığıyla edebiyata yönelmiştim. Evimizdeki odalardan birinde pansiyon oturan bir öğrenci taşınmış, annem arkasından odayı süpürürken somyayla duvar arasına düşmüş bir kitap bulup bana vermişti. Yazarı Sait Faik’ti ve adı Lüzumsuz Adam‘dı bu kitabın. Çocuk dergileri ve okul kitaplarındaki parçalar dışında ilk okuduğum kitap bu oldu ve beni derinden etkiledi. Okuldaki yazı ödevleri dışında yazdığım ilk denemeler, o kitaptakilere benzetmeye çalıştığım öykülerdi. Bir süre sonra, daha kolay yazıldığını görerek şiir yazmaya başladım. Varlık dergisini ve Varlık yayınlarını tanımıştım. Şiirlerimi daha çok Varlık dergisinde okuduğum şiirlere benzetmeye çalışıyordum. Bu yüzden, örneğin karısına seslenen bir adamın ağzından dizeler bile döktürüyordum. Çevremde ilk beğeniler, onları dergilere gönderme cesareti verdi. Bu arada, ortaokul son sınıfta kendi el yazımla defter sayfalarına yazıp yayınladığım dergide, sınıfımızdaki kızları iğnelediğim için Pertevniyal Lisesi’nden Kumkapı Ortaokulu’na gitmek zorunda kalmıştım. Lisede edindiğim arkadaşlıklarda, tanıştığım öğretmenlerde bu okul değiştirme olayının önemli bir payı olduğunu düşünürüm. Çünkü Kumkapı Ortaokulu’nu bitirenleri yalnız İstanbul Erkek Lisesi’ne alıyorlardı.
Şiir yazmak ve yayınlansın diye dergilere göndermek, sıkılgan biri için o kadar güç değildi. Ama başarılı olacağıma o kadar inandığım sporda, birtakım işlemler yaparak yarış alanına çıkmak bayağı ürkütücüydü. İlk büyük cesareti gösterdim, kendi başıma beden eğitimi bölge müdürlüğünde sağlık denetiminden geçip kart çıkarttım. İnönü Stadı’nda atletizm yarışlarına katıldım. Uzun ve yüksek atlamada dereceye bile girdim, madalya aldım. Ne yazık ki sürekli olamadı, daha ötesini becerip spor yaşantımı sürdüremedim. Yeni serpilmekte olan bedenime atletizm çalışmaları ağır gelmişti.
Sanıyorum, sporda bu yarım kalan isteklerim şiire daha çok yönelmeme neden oldu. Yılmadan gönderdiğim şiirlerden biri sonunda basıldı. Ankara’da, Harika adlı bir dergide. “Bir Yer Var” adını taşıyan ve 25 Ağustos 1951′de basılan bu şiir şöyleydi:
Ağaçsız, gölgesiz bir yer varİçinde gezdiğim;Ayaklarım, ellerim dünyadaykenİçinde olduğunu hissettiğim.
Bir yer var;İçinde olduğum haldeNerde olduğunu bilemediğim,Hududunu göremediğim.
Bir yer var;Ben uyuyunca uyuyan,Uyanınca uyanan,Benimle birlikte yürüyen.
Bir yer var;İçinden insana sesler gelen,Benimle konuşan, dertleşenHalimizi bilen ve gülen.
Ağaçsız, gölgeliksiz bir yer varBenimle birlikte büyüyen…
İstanbul Erkek Lisesi’nde beni sanata çeken öğretmenlerle karşılaştım. Özellikle Salim Rıza Kırkpınar’ın bu konuda büyük etkisi oldu. Kendim gibi yazan, edebiyat heyecanı ve sevgisi taşıyan arkadaşlar edindim. Adnan Özyalçıner, Konur Ertop, Ergin Günçe, Önay Sözer, Oktay Tuncer…
Bu sürede okul içinde yoğun bir sanat etkinliğinin yanısıra dışarda da, özellikle taşra dergilerinde şiirlerim yayınlanıyordu. 1955 yılında, liseyi bitirip Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne girdim. Üniversitede özellikle Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mehmet Kaplan’ın etkileri geldi. Başka fakültelerden arkadaşlar edindim. Onat Kutlar, Ergin Ertem, Erdal Öz, Demir Özlü, Ferit Öngören, Doğan Hızlan, Ülkü Tamer, Ece Ayhan, Hilmi Yavuz… Liseden ve üniversiteden bu arkadaşlarla birlikte a dergisi‘ni kurduk 1956 yılında. Bir yandan da yeni yeni yazarlarla, ozanlarla tanışıyor, çevremizi genişletiyorduk. Cemal Süreya, Edip Cansever, Asım Bezirci, Sezai Karakoç, Memet Fuat, Yusuf Atılgan, Hüseyin Cöntürk vb.
Bu ilk dönemin sonunda başka bir şeyle karşılaştım: Yazdıklarıma benim diyebilme gereksinimi. Herkes yazıyordu; onlardan beni ayıran, şiirlerime benim diyebileceğim bir şey katmalıydım. Ardında yalnız benim olan bir karşılığı olmalıydı yazdıklarımın. Bu karşılığın ancak kendi yaşantım olabileceğini düşündüm ve o zamana kadar yazdıklarımı toptan yoksadım. Bir yandan üniversitede Tanpınar’ın dersleri, bir yandan Pazar Postası sanat ekinde Muzaffer Erdost’un İkinci Yeni adıyla andığı, savunuculuğunu yaptığı şiir hareketi, yeni bir şiir oluşturmamda etkili oldu. Özgün bir şiir dili yaratmak, yıkılmaz bir şiir yapısı kurmak, yazdığım her şiirde bir mükemmellik gözetmek istiyor, İkinci Yeni’nin çağrışımlara dayanan, dizeyi şiire birim yapan, anlamı rastlansala kadar indirgeyen atılımından yararlanıyordum.
Bu ikinci dönemde yazdığım şiirlerden bir bölüğüyle ilk kitabımı yayınladım. 1959 yılında, Gül Yordamı adıyla. Aynı yıl, haftalık Kim dergisinde düzeltmen olarak çalışmaya başladım. Fakültedeki bir kız arkadaşıma sevdalandım. İçeriğinde bu ilişkinin büyük yer tuttuğu sonnet biçiminde 16 şiirimi Ölü Bir Yaz adıyla yayınladım 1960 yılında. Aynı yıl, Cumhuriyet gazetesindeki düzeltmenlik görevine geçtim. 1961 yılında, beni yaşam serüveniyle etkileyen babam öldü. Elli yıl kent yaşantısına bir türlü ayak uyduramamış, göçebeliğini alttan alta sürdürmüş bu bozkır insanının anısıyla oluşturduğum ve ona adadığım şiirlerimi Tutsak Kan adıyla bastırdım. 1962′de fakülte arkadaşımla evlendim. Yedeksubay öğretmen olarak Amasya’nın Destek köyü okulunda iki yıl çalıştım. Bir kızım dünyaya geldi. 1965-70 arasında kitapçılık yapmaya başladım. Şiir ve sinema alanında 13 kitap ve 20 sayılık Şiir Sanatı dergisini yayınladım.
1963′ten 1970′e kadar olan yaşantım için söylenecek ayrıntı çok değil. Gazetedeki işi sürdürme, kitapçılık, yayıncılık gibi birkaç olgu… Bunun dışında, herkesi sürükleyen, giderek ilgilendiren ve ortak eden bir toplumsal kaynaşma, oluşma ve devinim sözkonusu edilmeli. Öyle ki, kişinin yaşantısıyla toplumun yaşantısı gittikçe birbirine yaklaşıyor, çakışıyor. Daha doğrusu bunun böyle olduğunu hızla ortaya koyan günler yaşanıyor. Saydamlık artıyor, neyin ne olduğu ortaya çıkıyor. Emek/Sermaye ilişkisi ve çelişkisinde yerini almak da saydamlaşan konulardan. Yalnızca akılcı bir yaklaşım değildir bu elbet. Etiyle kanıyla içinde olmak, kafayla gönülle özümlemek gibi çok daha derin, köklü, yaşamın tümüne damgasını vuracak genişlikte bir eylemdir.
Saydamlık artınca, kişioğlu kendi konumunu daha iyi kavrıyor. Yaptığı sanatın ne olduğunu, nasıl olması gerektiğini de. “Sanata ilginin başlangıç nedenleri?” sorusuna şu karşılığı vermişim 1972′de bir dergide: “Bilinçlenmeden önce her şeyi birbirinden ayırıp tek başına ele alabiliyor kişioğlu. Böyle olunca da sanatı türlü karşılıklarla algılayabiliyor. Ülkemizde ve benim gibi içe kapanık kişilerde çoğunluk bir yücelme gereksinimi, kendini bir şeyle özdeşleştirme, aşma aracı oluyor sanat. Kendini önce kendisine, sonra çevresine, giderek topluma kabul ettirme olanağıyla bir tutuluyor. Bu yolda hazırlanmış kılıflar dergilerden, kitaplardan, kısaca sanat eğitimimizden geçerek bize gelip yeteneğimize göre yapıtlarımızda gerekli uzantıları sağlıyor. Kılıflar, yani önceden kotarılan avuntular o kadar iyi düzenlenmiş, öyle iyi besleniyor ki, köklü bir bilinçlenme olmadan bunları aşmak, bir bakıma sanata yeniden başlamak olanaklı değil.”
1960′tan önce a dergisi‘ni çıkarmıştık, sonradan şu ya da bu oranda dünyaya bakışları değişmiş eski arkadaşlarla Yeni a Dergisi‘ni yayınlamaya başladık 1972 Nisanında. Gerek bu dergide, gerekse daha sonra, yaşama bir bütün olarak bakma, onu bir bütün olarak kavrama, şiiri yaşamın hizmetine koşma gereğiyle ve bilinciyle yazmayı sürdürdüm. 1973, 1974 ve 1975 yıllarında üç şiir kitabı, bir de Nasrettin Hoca öykülerini şiirleştiren yapıtımı yayınladım. Bundan sonrası için şiirin yanısıra incelemeler, araştırmalar yapmak gibi, çocuklar için kitaplar yazmak gibi tasarılarım da var.
*(Öykü dergisi – Mart 1976)
*http://www.kemalozer.net'ten alınmıştır.
1935 yılında İstanbul’da doğmuşum. Annem (Kevser), bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan topraklarda doğup büyümüş, ailesiyle birlikte İstanbul’a göç etmiş sonra. Babam (Mehmet) ise, yirminci yüzyılın ilk yıllarında Sivas’ın Karaözü köyünden asker olup başkent İstanbul’a gelmiş, bir daha da baba ocağına dönmemiş bir başka göçmen. İstanbul, ikisinin yaşam çizgilerinin kesiştiği ve benim yaşantımın odaklaştığı yer oluyor. Çocukluk deyince, Devlet Demiryollarında tren sürücüsü olan babamın görevi dolayısıyla dört yıl kadar kaldığımız Çerkezköy’ü ve İstanbul’da Aksaray’da geçen günleri anımsıyorum. İlk anılarımdan biri, sabah erkenden uyandırılıp Atatürk’ün bana gösterilişi oluyor. Üstü açık bir otomobil, güneş gözlüğü ve kasket. Trakya manevraları için Atatürk’ün Çerkezköy’den geçtiğini ve gördüklerimin düş olmadığını, anılarımdaki görüntüyle tarih kitaplarındaki görüntünün örtüştüğünü sonraları biraz da şaşkınlıkla ayırt etmişimdir. Üzerimde iz bırakan ve kafamı uğraştıran ilk tanıklık bu.
Çocukluğumda tanıklık ettiğim ikinci duygu, babamın başka çocukların babası gibi her akşam eve gelmemesi duygusudur. İşi gereği, iki gecesini dışarda, bir gecesini evde geçiren bir baba ve başkalarından ayrı olmak kaygısı. Bir daha değişmemek üzere dar gelirli yaftası yapıştırılan bir aile, nasılsa satın alınıp başımızı soktuğumuz iki katlı bir ev. Çerkezköy’den İstanbul’a küçük bir göç yaşadığımı bu arada belirtmeliyim. Evet, Aksaray’da bu küçük evde yirmiüç yıl geçiriyorum. İlkokulu 1942-47 arasında okudum. Babam, Edirne’den Sirkeci’ye treni getirdikten sonra kalp krizi geçiriyor ve “adî malûl” emekli oluyor. Sonra da geçim darlığı artıyor ve evimizin odaları, buna koşut olarak, azalıyor. Çünkü yeni bir gelir kaynağı “keşfediyor” aile. Odaları üniversite öğrencilerine “pansiyon” veriyoruz. Beş odamız var; geçim daraldıkça oda sayısı azalıyor. Sonunda iki oda kalıyor kendimize.
İlkokulu bitirdiğim yıl, babamın bir baba yurdu olduğu, akrabalarımın bir bölüğünün orada yaşadığı öne çıkıyor. Karaözü köyüne ilk uzun yolculuğum. Köyde, tanıdığımdan başka, benzersiz insanlarla karşılaşıyorum. Toz toprak içinde oynaşan bebelerden dişi dökülmüş ninelere kadar herkeste garip bir tutku. O köyden kimlerin yetiştiğini, ne iş tuttuklarını herkes sayıp döküyor ve onur duyuyor bundan. Kaç öğretmen, kaç subay, kaç ebe, kaç doktor yetişmiş, herkes biliyor ve kendi çocuğuymuş, yakınıymış gibi hepsini herkes benimsiyor. Kızılırmak geçiyor köy içinden ve Sinan’dan kalma bir köprü, üzerinde. Köyün ozanı, bizim gelişimiz için de türkü yakıp sazıyla çalıyor söylüyor bir akşam.
Emekli olduktan sonra babamın beni yetiştirme konusunda neler düşündüğünü de öğrenmiş oldum. Okumama karşı değildi, ama kendi deyimiyle “hayatı anlamalı”ydım. Bu yüzden, koskoca bir yaz tatilimi, Aksaray pazarında manav çıraklığı, araba iterek sokak satıcılığı denemesine kurban etmişti. Emekli olurken verdikleri parayı o yaz tüketince benim de yakamı bırakmış oldu babam. Sonradan, kendisini başarısız bulduğunu, benim de başarısız, beceriksiz olmamam için kent yaşamasında para kazanmanın tek yolu olarak gördüğü ticarete beni zorladığını düşünmüşümdür.
Bense, sokak aralarında yapılan sporla yetinmek istemiyor, spor alanlarına çıkmayı düşlüyordum. Bir yandan da, 1948 ya da 1949 yılında birdenbire karşılaştığım bir öykü kitabı aracılığıyla edebiyata yönelmiştim. Evimizdeki odalardan birinde pansiyon oturan bir öğrenci taşınmış, annem arkasından odayı süpürürken somyayla duvar arasına düşmüş bir kitap bulup bana vermişti. Yazarı Sait Faik’ti ve adı Lüzumsuz Adam‘dı bu kitabın. Çocuk dergileri ve okul kitaplarındaki parçalar dışında ilk okuduğum kitap bu oldu ve beni derinden etkiledi. Okuldaki yazı ödevleri dışında yazdığım ilk denemeler, o kitaptakilere benzetmeye çalıştığım öykülerdi. Bir süre sonra, daha kolay yazıldığını görerek şiir yazmaya başladım. Varlık dergisini ve Varlık yayınlarını tanımıştım. Şiirlerimi daha çok Varlık dergisinde okuduğum şiirlere benzetmeye çalışıyordum. Bu yüzden, örneğin karısına seslenen bir adamın ağzından dizeler bile döktürüyordum. Çevremde ilk beğeniler, onları dergilere gönderme cesareti verdi. Bu arada, ortaokul son sınıfta kendi el yazımla defter sayfalarına yazıp yayınladığım dergide, sınıfımızdaki kızları iğnelediğim için Pertevniyal Lisesi’nden Kumkapı Ortaokulu’na gitmek zorunda kalmıştım. Lisede edindiğim arkadaşlıklarda, tanıştığım öğretmenlerde bu okul değiştirme olayının önemli bir payı olduğunu düşünürüm. Çünkü Kumkapı Ortaokulu’nu bitirenleri yalnız İstanbul Erkek Lisesi’ne alıyorlardı.
Şiir yazmak ve yayınlansın diye dergilere göndermek, sıkılgan biri için o kadar güç değildi. Ama başarılı olacağıma o kadar inandığım sporda, birtakım işlemler yaparak yarış alanına çıkmak bayağı ürkütücüydü. İlk büyük cesareti gösterdim, kendi başıma beden eğitimi bölge müdürlüğünde sağlık denetiminden geçip kart çıkarttım. İnönü Stadı’nda atletizm yarışlarına katıldım. Uzun ve yüksek atlamada dereceye bile girdim, madalya aldım. Ne yazık ki sürekli olamadı, daha ötesini becerip spor yaşantımı sürdüremedim. Yeni serpilmekte olan bedenime atletizm çalışmaları ağır gelmişti.
Sanıyorum, sporda bu yarım kalan isteklerim şiire daha çok yönelmeme neden oldu. Yılmadan gönderdiğim şiirlerden biri sonunda basıldı. Ankara’da, Harika adlı bir dergide. “Bir Yer Var” adını taşıyan ve 25 Ağustos 1951′de basılan bu şiir şöyleydi:
Ağaçsız, gölgesiz bir yer varİçinde gezdiğim;Ayaklarım, ellerim dünyadaykenİçinde olduğunu hissettiğim.
Bir yer var;İçinde olduğum haldeNerde olduğunu bilemediğim,Hududunu göremediğim.
Bir yer var;Ben uyuyunca uyuyan,Uyanınca uyanan,Benimle birlikte yürüyen.
Bir yer var;İçinden insana sesler gelen,Benimle konuşan, dertleşenHalimizi bilen ve gülen.
Ağaçsız, gölgeliksiz bir yer varBenimle birlikte büyüyen…
İstanbul Erkek Lisesi’nde beni sanata çeken öğretmenlerle karşılaştım. Özellikle Salim Rıza Kırkpınar’ın bu konuda büyük etkisi oldu. Kendim gibi yazan, edebiyat heyecanı ve sevgisi taşıyan arkadaşlar edindim. Adnan Özyalçıner, Konur Ertop, Ergin Günçe, Önay Sözer, Oktay Tuncer…
Bu sürede okul içinde yoğun bir sanat etkinliğinin yanısıra dışarda da, özellikle taşra dergilerinde şiirlerim yayınlanıyordu. 1955 yılında, liseyi bitirip Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne girdim. Üniversitede özellikle Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mehmet Kaplan’ın etkileri geldi. Başka fakültelerden arkadaşlar edindim. Onat Kutlar, Ergin Ertem, Erdal Öz, Demir Özlü, Ferit Öngören, Doğan Hızlan, Ülkü Tamer, Ece Ayhan, Hilmi Yavuz… Liseden ve üniversiteden bu arkadaşlarla birlikte a dergisi‘ni kurduk 1956 yılında. Bir yandan da yeni yeni yazarlarla, ozanlarla tanışıyor, çevremizi genişletiyorduk. Cemal Süreya, Edip Cansever, Asım Bezirci, Sezai Karakoç, Memet Fuat, Yusuf Atılgan, Hüseyin Cöntürk vb.
Bu ilk dönemin sonunda başka bir şeyle karşılaştım: Yazdıklarıma benim diyebilme gereksinimi. Herkes yazıyordu; onlardan beni ayıran, şiirlerime benim diyebileceğim bir şey katmalıydım. Ardında yalnız benim olan bir karşılığı olmalıydı yazdıklarımın. Bu karşılığın ancak kendi yaşantım olabileceğini düşündüm ve o zamana kadar yazdıklarımı toptan yoksadım. Bir yandan üniversitede Tanpınar’ın dersleri, bir yandan Pazar Postası sanat ekinde Muzaffer Erdost’un İkinci Yeni adıyla andığı, savunuculuğunu yaptığı şiir hareketi, yeni bir şiir oluşturmamda etkili oldu. Özgün bir şiir dili yaratmak, yıkılmaz bir şiir yapısı kurmak, yazdığım her şiirde bir mükemmellik gözetmek istiyor, İkinci Yeni’nin çağrışımlara dayanan, dizeyi şiire birim yapan, anlamı rastlansala kadar indirgeyen atılımından yararlanıyordum.
Bu ikinci dönemde yazdığım şiirlerden bir bölüğüyle ilk kitabımı yayınladım. 1959 yılında, Gül Yordamı adıyla. Aynı yıl, haftalık Kim dergisinde düzeltmen olarak çalışmaya başladım. Fakültedeki bir kız arkadaşıma sevdalandım. İçeriğinde bu ilişkinin büyük yer tuttuğu sonnet biçiminde 16 şiirimi Ölü Bir Yaz adıyla yayınladım 1960 yılında. Aynı yıl, Cumhuriyet gazetesindeki düzeltmenlik görevine geçtim. 1961 yılında, beni yaşam serüveniyle etkileyen babam öldü. Elli yıl kent yaşantısına bir türlü ayak uyduramamış, göçebeliğini alttan alta sürdürmüş bu bozkır insanının anısıyla oluşturduğum ve ona adadığım şiirlerimi Tutsak Kan adıyla bastırdım. 1962′de fakülte arkadaşımla evlendim. Yedeksubay öğretmen olarak Amasya’nın Destek köyü okulunda iki yıl çalıştım. Bir kızım dünyaya geldi. 1965-70 arasında kitapçılık yapmaya başladım. Şiir ve sinema alanında 13 kitap ve 20 sayılık Şiir Sanatı dergisini yayınladım.
1963′ten 1970′e kadar olan yaşantım için söylenecek ayrıntı çok değil. Gazetedeki işi sürdürme, kitapçılık, yayıncılık gibi birkaç olgu… Bunun dışında, herkesi sürükleyen, giderek ilgilendiren ve ortak eden bir toplumsal kaynaşma, oluşma ve devinim sözkonusu edilmeli. Öyle ki, kişinin yaşantısıyla toplumun yaşantısı gittikçe birbirine yaklaşıyor, çakışıyor. Daha doğrusu bunun böyle olduğunu hızla ortaya koyan günler yaşanıyor. Saydamlık artıyor, neyin ne olduğu ortaya çıkıyor. Emek/Sermaye ilişkisi ve çelişkisinde yerini almak da saydamlaşan konulardan. Yalnızca akılcı bir yaklaşım değildir bu elbet. Etiyle kanıyla içinde olmak, kafayla gönülle özümlemek gibi çok daha derin, köklü, yaşamın tümüne damgasını vuracak genişlikte bir eylemdir.
Saydamlık artınca, kişioğlu kendi konumunu daha iyi kavrıyor. Yaptığı sanatın ne olduğunu, nasıl olması gerektiğini de. “Sanata ilginin başlangıç nedenleri?” sorusuna şu karşılığı vermişim 1972′de bir dergide: “Bilinçlenmeden önce her şeyi birbirinden ayırıp tek başına ele alabiliyor kişioğlu. Böyle olunca da sanatı türlü karşılıklarla algılayabiliyor. Ülkemizde ve benim gibi içe kapanık kişilerde çoğunluk bir yücelme gereksinimi, kendini bir şeyle özdeşleştirme, aşma aracı oluyor sanat. Kendini önce kendisine, sonra çevresine, giderek topluma kabul ettirme olanağıyla bir tutuluyor. Bu yolda hazırlanmış kılıflar dergilerden, kitaplardan, kısaca sanat eğitimimizden geçerek bize gelip yeteneğimize göre yapıtlarımızda gerekli uzantıları sağlıyor. Kılıflar, yani önceden kotarılan avuntular o kadar iyi düzenlenmiş, öyle iyi besleniyor ki, köklü bir bilinçlenme olmadan bunları aşmak, bir bakıma sanata yeniden başlamak olanaklı değil.”
1960′tan önce a dergisi‘ni çıkarmıştık, sonradan şu ya da bu oranda dünyaya bakışları değişmiş eski arkadaşlarla Yeni a Dergisi‘ni yayınlamaya başladık 1972 Nisanında. Gerek bu dergide, gerekse daha sonra, yaşama bir bütün olarak bakma, onu bir bütün olarak kavrama, şiiri yaşamın hizmetine koşma gereğiyle ve bilinciyle yazmayı sürdürdüm. 1973, 1974 ve 1975 yıllarında üç şiir kitabı, bir de Nasrettin Hoca öykülerini şiirleştiren yapıtımı yayınladım. Bundan sonrası için şiirin yanısıra incelemeler, araştırmalar yapmak gibi, çocuklar için kitaplar yazmak gibi tasarılarım da var.
*(Öykü dergisi – Mart 1976)
*http://www.kemalozer.net'ten alınmıştır.