(3 Ocak 1976,
İstanbul - )
Kıbrıs Lefke Üniversitesi Bilgisayar Bilimleri'nde başladığı üniversite
öğrenimine, Trakya Üniversitesi İşletme Bölümü, ardından, yatay geçişle
İstanbul Üniversitesi İşletme Bölümü'nde devam etti ve mezun oldu. Yıldız
Teknik Üniversitesi İşletme Yönetimi Yüksek Lisans Programı'nda yüksek lisansa
başladı. Marmara Üniversitesi SBE İşletme Ana Bilim Dalı’nda yüksek lisans
yaptı.
İlk dönem şiirleri, 2008 yılına kadar çeşitli edebiyat dergilerinde
yayınlandı. Ardından yaklaşık 6 yıl sürecek ilk dönem şiirinden kopma süreci
yaşadı. Poetik ölümü, ilk meyvesini 2014 yılında “Aort” şiir dosyasının
oluşmaya başlaması ile verdi. 2016 Nisan ayında dosyayı tamamladı. Şiirleri,
öyküleri, yazıları, çevirileri ve söyleşileri Adam Sanat, Anafilya, Budala, Çevrimdışı İstanbul, Dünya Kitap, Edebiyat
ve Eleştiri, Edirne'den Esintiler Şiir Kitabı, Kavram Karmaşa, Kuzeyyıldızı, Öteki-siz,
Şiiri Özlüyorum, Şiirli Çıkın vb. gibi dergi, fanzin, gazete ve eklerinde yayımlandı.
Kuzey Yıldızı edebiyat dergisinin
Yazı İşleri Müdürlüğü’nü yaptı.
Ödülleri: "Gülüşlerinin
Sonbaharında Ağlardım" isimli yayımlanmamış dosya ile 2001 Dünya Kitap Şiir Ödülü'nü aldı.
Yapıtları:
Şiir
Kitapları:
& Gülüşlerinin Sonbaharında Ağlardım (2002, Dünya
Yayıncılık)
& Aort (2016, Piera Kitap, İst., 96 s.)
Kaynaklar:
Yazarla
Yapılan Söyleşiler:
Sarıyerli yazar Ulaş Nikbay'ın ikinci
eseri AORT
Didem Görkay: Aort, tek bir şiirden
oluşuyor. Yazmak istediklerinizi tek bir şiirle anlatmak oldukça zor olmalı bir
şair için. Neden bunu tercih ettiniz? Aort’u oluşturma süreciniz nasıl oluştu,
nasıl evrildi? Uzun yıllara yayılan bir çalışma izlenimi uyandırdı bende.
Yanılıyor muyum?
Ulaş Nikbay: On beş sene sonra
yayınlanan ikinci şiir kitabım; “AORT-Anjiyo, Anevrizma, Diseksiyon, Rüptür”,
dört ana bölümlü tek bir nehir şiirden oluşuyor. Zorluk… Bu şiirin ilk harfine
bile varmam çok uzun sürdü. Dergilerde şiirlerimin yayınlamaya başladığı
2000’li yılların başlarını düşünürsek; şiirde gittiğim yol, yöntem, yer, her
şey köklü şekilde değişti. 2001’de yayınlanan ilk kitabımın kapağında her ne
kadar 9. Dünya Kitap Dergisi Şiir Ödülü yazsa da, o poetik açıdan ölmüş bir
şairin kitabıdır. O ilk kitabımdaki dilin peşinden en fazla altı sene kadar
gittim. O dile baktığımda “olmamış” ama arayışta olan bir dilmiş diye
değerlendiriyorum. Üç filiz vermiş bir dil; Attila İlhan, Ahmet Telli, İlhan
Berk. Bu filizlerden biri büyüyebilirdi ve oradan devam edebilirdim. Ancak öyle
olmadı. Sonradan bazı gerçekleri kendim görüp bırakmayı bildim. Bunların
farkına vardıracak yapıcı bir eleştiri ortamı da yok şiirimizin. Az sayıda
yapılan değerlendirmelerden bazıları da çok kırıcı oldu. Eleştiriyi, elindeki
sopayı bir genç şairin kafasında parçalamak gibi kullanan özellikle iki isim vardı
ki o zaman onlara sadece öfkelenmiştim. Söylemek istedikleri şeyi daha yapıcı
ifade etseler, belki ben de onlardan yararlanacaktım. Özellikle 2008 yılı
önemlidir. O yıl kendi şiirime dönük farkındalık kazanma düzeyim arttı. Kendini tekrar eden, dilde yeni bir şey
ortaya koyamayan, o öykünmeci dil beni rahatsız etmeye başladı. Sonra birden
dergilerden ve adımın geçtiği her yerden çekildim. Uzun yıllar geri dönmeyi de
düşünmedim. 2014 yılında bir ağacın altında otururken kafamı yukarı kaldırmamla
başladı her şey. Ağaçların dallarına bakarken ağzımdan sesli olarak dökülen o
ilk dizelerle; “kalb’in bir rahim/ sen embriyosun”… Bu dizeler bana tünelin
ucundaki ışığı müjdelemişti. O anda anlamıştım farklı ve derin bir yolculuğun
başladığını. Ama sabır isteyen bir yolculuk; evet “zor” bir yolculuk… Uzun süre notlar alarak devam ettim. Aldığım
notlar kimi zaman beni de şaşırtan yeni bir dili müjdeliyordu. Metnin kendini
bu şekilde yazdırmaya zorladığını söyleyebilirim. Notlar almak bile, benim ilk
dönemimdeki yazın tecrübemden farklı bir şeydi. Alınan tüm bu notların olsa
olsa tek bir nehir şiirin bölük bölük gelen parçaları olduğunu anlamam biraz
vakit aldı. Bunu anlamam da önemli bir kırılma noktası oldu. Bir buçuk sene
debelendim metnin içinde. Kaç kere değiştiğini saymak mümkün değil. Tek bir
harfi değiştirmeye gerek olmadığını hissedinceye kadar çalıştım üzerinde. Bu
deneyim, bana da çok şey öğretti. Tematik bütünlüklü nehir şiirler, umarım ki
kendini bana açmaya devam etsin.
Didem Görkay: Aort’ta adeta dili oyun
hamuru gibi şekillendiriyorsunuz. Bunun kaynağı nedir?
Ulaş Nikbay: Çocukların oynadığı, benim
de oğlumla birlikte bir zamanlar çok oynadığım ve elimizde evire çevire sürekli
yeni bir şeyler yaptığımız o renkli, yumuşak, sevimli şeylerden bahsediyorsunuz
ve bu çok iyi bir benzetme. Oyun hamurundan dil yapmak bu kadar ilgi
uyandırmazdı sanırım. Şekillerden biri olurdu sadece. Ama dili, oyun hamuru
gibi kullanmak size de çekici gelmiyor mu? İşte o dille yeni bir dünya
kurabilirsiniz. Bir masa, bir sandalye yapayım size. Öyle ayakta kalmayınız.
Sandalyeye oturursunuz. Elinizdeki defteri masaya koyarsınız. Kaleme
ihtiyacınız varsa onu da yaratırım son dizede. Yeni bir dünyadan bahsediyorum
burada. Ne o bildiğimiz masadan, ne de o bildiğimiz sandalyeden ve kalemden
bahsediyorum. Çünkü onların her birinin alt anlamları olacak. Siz belki de
masaya oturup, defterinizi kalemin üzerine koyacak ve ona sandalyeyle
yazacaksınız. Bunu size gerçek dünya sağlayamaz. O oyun hamuru dediğiniz dilin
kapısını bana açtığını düşünüyorum. Bu sorunuzla buna hak vermeniz beni memnun
etmiştir. Ama yolun başında olduğumu da biliyorum. Varlığımı fiziken sisleyecek
kadar esnesin istiyorum çünkü. İşte bu anlayışımda ve isteğimde bunun kaynağı.
Didem Görkay: Kitabınızın adı da içerisinde
yer alan dizelerde de çok fazla tıbbi terim var. Okuyucuyu araştırmaya iten bu
terimleri kullanırken neler geçti aklınızdan?
Ulaş Nikbay: Kitabın adı, dört ana
başlığı ve bu ana başlıkların alt başlıkları tıbbi terimlerdir. Bunları
sıralarsak; aort, anjiyo, anevrizma, anjiografi, greft, replase, diseksiyon,
cidar, stent, rüptür ve dizelerde geçen belki biraz daha tıbbi terim. Şimdi
böyle söyleyince doksan altı sayfalık bir kitapta çok fazla olduğunu
düşünmüyorum. Sizi öyle düşündüren; bulunduğu yerlerin önemidir. Özellikle
başlıkların tıbbi terimlerden oluşması, tüm kitabı kapsadığı izlemini yaratmış
olabilir. Kitap elbette bir tıp kitabı değil. Bir toplumsal doku ameliyatı
diyelim buna. Kitabın içeriği, bütünüyle toplumsal sorunlara ilişkin bir analiz
ve müdahaleyi kapsıyor. Başlıktaki her tıbbi terimin metinde karşılığı var.
Okuyucunun biraz bunları kendi çözmesini istediğim doğrudur. Ama bendeki çıkış
verisine ulaşması şart değil. Kendi ulaştığı yere de salıncak kurabilir veya
isterse boşlukta keyifle sallanıyorsa orada da sallanabilir. Ben bu terimlerle
tek bir insanın dokusuna değil toplumun dokusuna dokunmak istedim. Ama okur da
çözemediği yerde bildiğini okusun. Şiir; bir çağrışım meselidir.
Didem Görkay: Hangi şairlerle kendinizi
yakın akraba olarak görüyorsunuz? Kendinize yakın hissettiğiniz şairler var mı?
Ulaş Nikbay: İlk sorunuzda andığım
isimleri artık sayamayacağım. Üçü de çok sevdiğim şairler ama akraba olduğum
şairler değiller artık. Doğrusu sevdiğim şairler var. Çok da farklı isimler. Çok
da farklı anlayışlar… Her biri ayrı şiir adaları. Şimdi ben de kendimi nihayet
bir yerlerle kıyı bağlantısı olmayan bir adacık olarak görüyorum. Annemden
adacık doğdum, Adalar’da bir kayacık olacağıma olursam bir ada olayım. Bunu
şiirden diledim. Bu dili bir ada yapmak niyetim. Nehir şiirlerinden ötürü
Mayakovski yakın akrabandır diyen değerli şair Hüseyin Peker’dir. Ama tüm
boyutlarıyla bu akrabalık tartışılır. Çünkü biraz daha derin bakılınca; dilimde
ironik, lirik, mistik, toplumcu gibi pek farklı şeyler göreceksiniz. Şiirimin
kendine has kaotik bir yapısı olduğunu düşünüyorum. O halde bunu okurlara ve
şiir eleştirmenlerine bırakıyorum. Ben üçüncü bir gözden şiirime ilişkin yeni
bir şey öğrenebiliyorum. Buna açık biriyim. Bunu öğrenmeyi de öğrendim.
Didem Görkay: Birçok dizede günümüz
sorunlarına ve yaşadığımız çağa göndermeler yapıyorsunuz. Bir şair toplumla
olan bağlarını sağlamlaştırmadığı zaman unutulup gider diye mi düşünüyorsunuz?
Ulaş Nikbay: Böyle bir düşünceyle şiir
kurmuyorum. Bir ön kabulüm yok. Şiirin kendi serüvenidir bu. Beni de peşinden
sürüklemiştir. Ben onun serüvenini aktarmaya çalışıp ona yardımcı oldum. Çok
çalışarak onu bir estetiğe kavuşturdum. Peki o kimdi? Ben de onu tanımaya
çalışıyorum. Ama şunu söylerim; çağının dışında yaşayan biri olabilir mi? Bu
mümkün değil. Peki toplumunun dışında yaşayan biri olabilir mi? Bu da mümkün
değil. Mesela ben dün Ortaçağ İngiltere’sinde yaşamayı istedim, denedim olmadı.
İşte o yüzden Aort’tan dizelerle bırakayım buradaki meseli; “klavye dedik karanfil
dedin/ modem dedik morsalkım dedin/ çağa tanık değildin aordu/ sana in’dirdik”
Didem Görkay: “Hayat cinsel yolla
bulaşan ölümcül bir hastalık” diyorsunuz kitabınızda. Bunu biraz açıklar
mısınız? Hayat nedir bir şair için.
Ulaş Nikbay: O, bir göndermedir ilgili
dizelerde. Kanserle mücadele eden birinin mücadelesini konu alan bir filmdi.
Orada geçiyordu söz. Filmin adını hatırlamıyorum. Yıllar oldu. Ancak filmden
şöyle diyaloglar hatırlıyorum; “Başıma hayat geldi”, “Herkesin başına gelir
hayat” Sizin alıntıladığınız sözü de bu filmden hatırlıyorum. Sözün kime ait
olduğunu araştırınca Jacques Dutronc olduğunu gördüm. Eğlenceli şarkıları
varmış. Anlama gelecek olursak; cümlede yanlış bir şey göremiyorum. Hayatımız
anne ve babamızın cinselliğiyle bize bulaşıyor. Sonunda öldüğümüze göre, bir
hastalık olmalı hayat. Ölümden henüz kurtuluş olmadığına göre, üstelik son
derece öldürücü bir hastalık. İnsanlık, ölümsüzlüğü bulursa hayatı tedavi etmiş
olur. Bu ise hayatın doğasına aykırı. Ama insanlığın her şeyi doğasından
çıkarmaya bir eğilimi olduğunu söyleyebilirim. Bilmiyorum yani…. Hayat nedir
şair için? Her insan için farklıysa her şair için de farklı olsa gerek. Benim
için hayat ki Aort kitapta da geçer; dört şeyin toplamıdır. Çünkü; “gün
gelecek/ dört kişi gireceksin/ mezarına çocukluğun/ gençliğin dil’in ve bu
üç’ünü götürdüğün kend’in”
Teşekkür ederim güzel sorularınız için…
Söyleşi:
Didem Görkay
* http://www.sariyermanset.com/sariyerli-yazar-ulas-nikbayin-ikinci-eseri-aort-6959h.htm
***
Var olan sistem şiir için tek seçenek
değil
Türkiye’de
1990’lardan itibaren büyük sermayenin kültür kitapları yayıncılığına da
yönelmesiyle yeni bir dönem başladı.
Artık
haftada, ayda, yılda basılan kitap sayısı artıyor, bununla birlikte okurun
ilgisi, dikkati sermaye gruplarının yayımladığı kitaplara çekiliyordu. Kitapçı
rafları büyük sermaye gruplarının desteğini alan yayınevlerinin talebi
doğrultusunda düzenleniyordu. Kitapçı raflarında edebi türler arasında roman,
hikâye öne çıkarken özellikle şiir geri itiliyordu. marketleşen kitabevlerinde
şiir kitapları depoya kaldırılıyor, yayınevleri de artık yeni şiir kitapları
basmaktan vazgeçiyordu. Bu durum önceleri yadırgansa da gidişat anamalcı
sistemin ruhuna uygundu.
O günden
bugüne elbette şiir hiç basılmıyor değil. Ancak kriterler bir hayli değişmiş
durumda. Şiir sanat yapıtı olarak değil, pazardaki alım satıma uygun meta
niteliği gözetilerek basılıyor daha çok. Bu durum her şeyden önce özgünlüğün
önünü kesiyor. Çünkü özgünlüğün, yaratıcılığın, öznel sesin en çok ortaya
çıktığı, kendini özgürce ifade edebildiği bir tür şiir.
Bu sistem
bir tür kültürel abluka oluşturmuş durumda! Ancak buna karşı çıkanlar da yok
değil. Şiire, o nedenle de aslında özgünlüğe, yaratıcılığa yönelik ablukayı
aşmak için gayret içinde olanlar yine şairler.
Ulaş
Nikbay değişik bir yol denedi şiirlerini kitap olarak okuruyla buluşturmak
için. Bir manifestoyla bu ablukanın nasıl aşılabileceğini duyurdu önce ve
önerdiği yöntemle de ikinci kitabı Aort’u yayımladı. Hem de “ya holding
yayınevlerinin kapıkulu olacaksın” ya da durumdan iş alanı yaratan tüccarlarla
oluşan “parasını verip kitabını bastıracaksın; başka yol yok” kuşatmasını aşarak
yaptı bunu.
Şairin
kendi değerlerinden ödün vermeden, var olan sistemin şiir yayımlamak için tek
seçenek olmadığını da kanıtlamış oldu. Şair şiir okuru dayanışması yeni bir tür
yayıncılık örneği olarak gündemde. Ulaş Nikbay’a ‘aordik’ kavramıyla
tanımladığı bu deneyimini ve süreci sorduk.
Son kitabın ‘Aort’ alışık olunmayan bir
biçimde yayımlandı. Aort’un yayın sürecini ve neden bu yolu tercih ettiğini
soracağım…
Bu soruyu yanıtlamaya, öncelikle mevcut
durumda alışık olunan durumu açıkça söyleyerek başlamak gerekir diye
düşünüyorum. Yayımlanmaya hazır dosyası olan şair, dosyasını
kitaplaştırabilecek bir yayıncı arayışına girer. Büyük yayıncılardan genellikle
“biz şiir yayımlamıyoruz artık” cevabını alır. Dosyanın içeriğiyle ilgilenmeyen
ve işi tamamen ticaret olarak gören piyasa yayıncıları vardır. “Kitabınızı
basıyoruz, kitabınızı tanıtıyoruz” şeklinde bolca reklamlarını görüyoruz.
Bunların yaptığı işe hiç saygı duymuyorum. Geçenlerde “Büyük Şairler
Antolojisi’nde siz de yerinizi almak ister misiniz?” şeklinde bir ilan gördüm;
“de” bitişik yazılmıştı. Yayıncılığın ne şekilde yapıldığına dair bir fikir
veriyor bize. Daha detaylı incelediğimde şunu gördüm. Antolojiye 6 şiirle
katılım için 150 TL isteniyordu. Bir de fotoğraf isteniyordu. Hepsi bu. Bastır
parayı gir antolojiye. Bu kişiler için antoloji denen çalışmanın ne olduğu da
niçin hazırlandığı da hiç mühim değil. O parayı verecek kişileri de mutlaka
buluyorlar. Kitapları da bu şekilde basıyorlar. Bastır parayı, basalım
kitabını. Mantık bu kadar basit. Ne yayımlanan şeyin edebi niteliği önemli ne
de onun satıp satmayacağı. Ticaret baştan şairle yapılmış, tahsilat
gerçekleşmiş ve kazanç hanesine yazılmıştır. Bundan sonrasında şair, koltuğunun
altında kitaplarıyla eve döner. Artık onunla kimse ilgilenmez. Elbette bu
fotoğrafı çektikten sonra bunlara hiç başvurmadım.
Bir de niteliği biraz daha önemseyen,
ama yine de mantık olarak aynı şekilde çalışan “patron şairler” var. Bu tabiri
kurumsallaşamayan yayıncılık tipini ifade etmek için kullanıyorum. Karar
genellikle bir ya da iki patron şair tarafından alınır, kendi dar çevresine
öncelik verir, o dar çevreye ücretsiz veya ciddi indirimlerle kitap basar.
Diğer isimlerle ise -istediği kadar iyi dosyası olsun- yine öncelikle parayı
konuşur. Bunlar da yine asıl ticareti şairle yaparlar. Ancak edebiyatın içinde
ve genel kabul görmüş isimler olduklarından, ilk grupta anlattıklarım kadar
göze batmazlar. Zaten edebiyat üzerinde hâkimiyetini kurmuş bir tekelleşme
vardır. Şairler, yayımlama kaygısıyla bunlara boyun eğmişlerdir. Çünkü
alternatifi olmayan bir sistem vardır ve dergilerde kimlerin yayımlanacağına da
hemen hemen aynı isimler karar vermektedir.
İlk kitabım 15 sene önce yayınlanmıştı.
Aort, geçen bunca zamandan sonra bir olmak sorunuydu. İçerik olarak da öyleydi.
Ama yukarıda anlattıklarımla kendini baştan inkâr ederdi “Aort”. O halde ya
yayımlanmayacaktı ya yeni bir yol bulacaktım “Aort” için. Yeni bir yol bulduk.
Dosyayı nitelik olarak değerlendirip basılmaya değer bulan yayıncımla,
maliyetleri de dikkate alarak bir sayı belirledik. Bu sayıda ön satış (kitap
basılmadan ön sipariş) gerçekleşirse kitabı matbaaya gönderecektik. Mevcut
yayıncılık sistemini eleştiren bir manifesto kaleme almıştım zaten. Bir de
basılmasına destek istediğim kitabın sadece ilk sayfasını yayımladım. “Başka
yol yok.. Aordik manifestoyu destekle” sloganlı ve görsellerle destekli bir
kampanya yürüttüm. Bir destek sayfası açtım. Bunların hepsini sosyal medyada
yaptım. Beni vazgeçirmeye çalışan çok şair, yazar veya okur dostum oldu. Bunun
sonuç vermeyeceğini ve beni artık kimsenin yayımlamayacağını söylüyorlardı.
Aslında haklılardı. Eğer sesime ses verilmeseydi aynen öyle olacaktı. Ama
inanmıştım. Sadece bu kadar hızlı olacağını düşünmemiştim. Bir veya iki ayda
minimum gerekli ön sipariş sayısına ulaşacağımı düşünüyordum. Ancak üç günde
gereken sayıyı geçen bir ilgi oldu. Bu aldığım destekten dolayı, o üç gün
boyunca sevinçten ağladım. O üç günü hayatım boyunca unutmayacağım. Destek
veren herkese bir kez daha çok teşekkür ediyorum. Destek açıklayıp ancak
desteğini siparişe dönüştürmeyen azımsanmayacak bir sayı da oldu. Onların da
canı sağ olsun. Bir anlık heyecanlarına yenildiler sanırım. Sonuç olarak, biz
barajı yıktık destekleyen okurlarla birlikte. Bu da gerçek bir aort oldu. Kanı
pompaladı tüm damarlara. Üç günde anjiyodan rüptüre vardık.
Aort’un
yayımlanma sürecinde edindiğin deneyimi de düşünürsen, ‘aordik’ adını verdiğin
modeli bir yayıncılık seçeneği olarak sürdürülebilir görüyor musun?
Elbette. Ben aordik manifestoda da söyledim.
Mesele bir kitabın aradan sıyrılması değil. “Aort”, bir örnek olacak dedim.
Yeni bir sisteme model oluşturabilir dedim. Mevcut yayıncılık modeline gizli
bir tepki var. Ben verilen desteğin önemli bir kısmının da bu tepki nedeniyle
geldiğini gördüm. “Ama ne yapalım düzen böyle” diye kabulleneceksek kendi
içinde bulunduğumuz durumu, büyük sözler eden dizeler de yazmayalım o zaman.
Hem onları yazıp hem de kendimize dair bir sorunla ilgilenmeyeceksek yazdığımız
şiirden de uzağa düşeceğiz. Henüz olmadı, ama ben gerçekten isterim bir
yayıncının “gel kardeşim anlat bakalım kafandakileri” demesini. Ama ben olayım
veya olmayayım bence tüm yayıncılar artık daha etik, edebiyatı daha fazla
önceleyen, ama bir yandan da kendilerini de sigortalayan yeni modeller üzerine
çalışmak durumundalar.
‘Aort’, gerçek bir aort olduğunu
göstermek için bu görüşlerini hep savunacak. Kitabın içeriği kadar önemlidir
bu. Artık ne dersen de bir manifesto kitabıdır. Kirlenmiş yayıncılık sisteminin
şartlarını kabul etmeden kendine yepyeni bir yol açmayı bilmiştir.
Enver Topaloğlu
*
http://www.gazeteduvar.com.tr/kitap/2016/10/01/var-olan-sistem-siir-icin-tek-secenek-degil/
Şiirlerinden
Seçmeler:
EKLEM
ROMATİZMASI
biraz parayla yaklaş dedi tanrım
yoksa şiirden mi bahsediyorduk
para da versem basmıyor orospu
çocuğu dedi allah'tan gong çaldı
sana dedi bin iki yüz yapacaklar
fatura kesmiyorlarmış aramadım
sevdiğin dergiyi yazma dedi sayfana
sırf savaş çıkar mı diye sorup sildim
kimseyi kırma dedi bu bir sektör ha siktir
edebiyat diye almıştım elimde bi sektörel
yahu dedi başkasının adını bu kadar geçirme
ilk ve son harften çektik baktık üç santim
adı
dedim bizimkilerden de say biraz kimin
şiiri
dert oldu sana yirmi kişi saydı hepsi
ölüydü
oğlum dedi kendi yazdığınıza hayran olun
bana ne elinde kalem şişerek irileşiyordu
berk dedi o sapık ihtiyar o puşt ölü bunu
atölye dersçisi dedi berk kuşlarımı incitti
atölye yazar adaylarını pamukla okşuyordu
bok olmaz diyemedi müşteri haklıdır kural
bu
Elliüçe
dört çay!
-güvercinin kanatları devren satılık çaycı
asma katına çıktım ürpermelerin
ellerimde yapışkan cilvesi kısrağın
kanatlarından yakalamış güvercinin
-her gölge beni gölgeliyor çaycı
asma katta bir adam var bilesin
"savaş kadar acımasız yalan barışların
gölgesinde yakalanmış" diyesin
-şiirimde bir cehennem dolaşıyor çaycı
asma katlar ve sokaklar dardı gerçeğime
beyaz bir güvercindi çığlık kanadında tozu
getirdi
yazma tozunu yuttum vardım cehenneme
-asma katlarda sonsuz üşüyorum çaycı
karanlıkta yakalandım ben bu gerçeğe
asma katına çıktım ürpermelerin
ellerimde yapışkan cilvesi kısrağın
elliüçe dört çay! çaycı
Budala
Dergisi, Nisan-Mayıs 2002
Emrah
Adını İs(y)anbul'a Çevirmiş
-arayış -
aradım seni şehir... ardında bir kıpırtının
bile izi yoktu
öyle yitikleştin, beyaz örtünün altına öyle
gömüldün!
öyle dingin uzanmış caddelerin...
-on dört -
sana sığınamayan bir çocuk donarak öldü
düşsel evimin kapı numarası oldu donarak
ölen çocuğun
on dört yaşı! öyle dingin uzanmış
caddelerin...
-oyyy! -
çocuk oyuna çevirdi beyazlığını, kardan
adam yaptı
nüfus memuru gelip kaydını aldı adamın
erimeden
yaz gelince seçimlerde oy kullanacak!
öyle dingin uzanmış caddelerin...
-otobüs -
adımı yazmıştım buğulu camlarına
otobüslerinin
ben inince silmişsin... kalan yolcular
söylediler
bir başka durağında karşılaştığımda
yazmıyayım için bir daha, otobüslerini de çektin
aldın!
öyle dingin uzanmış caddelerin...
-zaman -
sormuşsun beni... az önce gelsem
görecekmişim
başka sokaklar dolaşmalı, başka şaşkın
umutlar
zaman denen bir kovalamacayı oynadın
benimle!
öyle dingin uzanmış caddelerin...
-yoo! -
beyaz yorganı bumuna kadar çekmişsin
yitikliğe alışmış, hep gizlenmiş
Emrah adını İs(yanbul'a çevirmiş
bulamı-yoo-rum! öyle dingin uzanmış
caddelerin...
-son-
öyle dingin uzanmış caddelerin! uzanmış,
gözlerinde kül misali bir gece utanmış
Adam
Sanat, Nisan 2002
GÜLÜŞLERİNİN
SONBAHARINDA AĞLARDIM
kayıp coğrafyasında
dolaşırdım şiir ülkesinin
her şey bir başkaydı
gözyaşlarım papatya
sesim yitik bir ülkede kaybolmuştu oysa
ve papatyalar akardı gözlerimden
ağlardım
sonbahar kirli sakallı bir ihtiyardı
mevsimin sarı yeleli sırnaşık rüzgârı
diş bilerdi o en güzel dünyaya
tomurcuktaki yaprağa
mevsimler taşırdım
uzun yolculuklardan
şiirimin kayıp coğrafyasından
papatyalar akardı gözlerimden
gülüşlerinin sonbaharında ağlardım
bulutlar arardım arınacak
yıldızlarımı alırlardı
kaybolurdum
kirliydi hep yağmurlar
gülüşlerinin sonbaharı bir şemsiyeydi
sığınır ağlardım
Kuzey
Yıldızı, Sayı: 6
KALPSİZ
İMAMIN
CEMAATİNE
HİTABEN
CUMA
MÜZEKKERESİDİR
doktoru astım
kırdım sıtma aşılarını
ölüm gösterip cemaate
sıtma vuruyorum
uygun ölçeklerde
imar ve iman
planlarım var
cebinde ödenmemiş
faturaları olanlar
bi tek size, yalnız size
hayırlı cumalar
beynimden ah ki
gözüme doğru bir sızı
demek ki göreceğim var
say ki ters yola girdim
geri geri gitmeliyim
ama sesimi bükelim
bir gün seninle!...
ölülerden
şarkı dinleyenin vapur öncesi baladı
Güneşin gökyüzüne attığı tokattı mavideki
kızıllıklar.
Sisler içinde bir gökyüzü kendisine biçilen
renklerle sevişti.
Saat derinlerde bir yerlerdeydi. Kent kendi
tangosunda.
Kadınları erkeklerle, erkekleri kadınlarla,
yalnızları kendileriyle...
Hep bir şeyleri birleştiren, hep bir
yerlere götüren şey bizi.
Anın anı olma kaygısı, tedirginliği ve
böylece dolup duran
boşluklarımız bizim. Bizim boşluklarımız.
Yalnızlık...
Çoklaşıp yoklaşmanın sığ izi, yoklaşıp
çoklaşanın derin izine
karışır bizim buralarda. Sahi buralar da
bizim miydi?
Kaldırdım başımı. Gökyüzü bana baktı
sisli sisli şiirini okudu:
"Bak ne iyi ettim
Güneşin renklerini sildim."
Vapurum gelmedi. Saat derinlerde bir
yerlerde yine.
Bu elimdeki sevimsiz kitabı da kim
tutuşturdu elime?
"Yaşayan seslerle titreşen yüreğin
Ölü adamların şarkılarını da dinlesin."
Akşam gitgide düşüyor yeryüzüne.
Bu yağmur bana mı yağıyor? Şu koşanlar bana
mı koşuyor?
Benden mi koşuyor? Kendime baktım
sisli sisli kendime okudum:
"Ah gidenlerim
Sevgili gidenlerim benim."
Vapurum geldi. Ey kendim! Sen de koş
benden.
En son vapura binensin. Birisin yani.
Otur yağmuru görebileceğin bir yere. Cam
kenarına.
Kara kitabını açar okursun.
"Yaşayan seslerle titreşen yüreğin
Ölü adamların şarkılarını da dinlesin."
Saat derinlerde bir yerlerde yine.
Sen de öyle. Birisin yani.
Kuzey
Yıldızı, Sayı: 10
Sarar
Uykuma Uyurum Hep Seni
ey gardiyan düşüm!
ey elleri ayakları prangada uykularım!
ve ey şehir!
biline ki O'na seslenişimdir:
içimin uykusunda
bir suç kadar masumsun
müebbet hapsimde
gardiyan düşümle uyursun
bense bir kan uykusunda
boğulurum her akşam
sokaklara düşerim
kaldırımlar boyu bazen
bazen ağlayışıma
mendil dediğin geceleri
bazen tütüne vurduğum
alkol ikindileri
sarar uykuma vururum düşleri
içimin meyhanesinde kaç sarhoş içer
mührü vurulmuştur kapısına da
söker atar mührünü yine de içer
ah! bu şehrin sensiz felekten geceleri
Kumkapı'dan öte görünmez meyhaneleri
sarar uykuma uyurum hep seni
o meyhanede bir şarkıdır senin sesin
o dalgalar kabartan "merhaba"
deyişin
ne çok kuşatılmış
ne çok vurulmuşum
bu buğulu sesinde
ne çok savrulmuşum
bazen borç ölümlerime
yansıttığın faizleri
bazen uykusunda ayıldığım
bulanık bilinçleri
sarar uykuma vururum düşleri
sarar uykuma uyurum hep seni
hep seni...
Öteki-siz,
Mart-Nisan 2002
soĞuk
ah benim soĞuk halım!
kime sorulur
kime katlanılır
böyle başkaca gülmek
alev alev üşümek
kimi inandırır
“birbirimizi
görmek
için
daha
çok
kapatalım
gözlerimizi”
desem
desem
desem
desem…
kim inanır
vah benim soLuk halim!
Şiirimin
Bağlacında Bağdaş Kurdular
-değişen bir yazgıya adanmıştır
ve zaman kırıldığında yazılmıştır-
şairine el avuç açıp dilenirken umudu şiir
kendi rengime tutundum gecenin paletinde
şimdi ne yeşermiş bir tohumun yargısını
ne sararmış yaprağın hükmünü taşıyorum
yurtsuz sabahların erken doğan güneşinde
ben sadece kaybedilmiş yazgıyı arıyorum
sürek avındayım ve adımlarım yankıda
morda bir sancıya tutunurken dalgalar
çiğdem kızın eteğine benziyor dağlar
dağlar eteğinde kimliğimizi düşüyorum
kar sızımın adımlarını silemezken benden
ben çığda çığ ama dinginlikte boran arıyorum
ne çok kelime tüketiyor bu güzel insanlar
ben bir noktanın şiddetinde çakılı
kalmışken
trafik işaretleriyle durduracağını sanıyor
İstanbul
balıkçı oltalarıyla avladığı derya
kaçkınlarını
kendini mühürlüyor şehir ben kilitsiz
kalıyorum
mor da maviye tutunurken yazgıda ve boranda
benzer hayatlar aynı rengin tonunda
buluştular
haftanın her gününde uçurdular
renksizliklerini
peki efendimci rüzgârlar yardım ettiler
rota şaşmaz dümen sapmaz inceden yaşam
renk düşürdüm kalemimden dağıttım oyununu
bağdaş kurmuş oturuyordun bağlacında
şiirimin
orada ellerinden tuttu bir ihtiyar, ufuk
denilen
bir çizgi vardı, elbet çizeni boğdular
çizgisiz
mor da maviye tutundu yazgıydı ve renkli
sorgu vardı sorguladılar sorgucularını
sorgusuz
yazgı yeniden yazıldı mor borana tutuldu
alaşağı ettiler morda bir yazgı yazıldı
borandı
birileri yazdı bu şiiri şiirimin bağlacında
gelip bağdaş kurdular oturdular orada!
Şiirli
Çıkın, Mart 2002
Üçüncü
Kişinin Ağzından Hikâyemiz
sen onu bulutların arasından buldun
çıkardın
düşürüp gönlüne yağmurunu ha bire ağlattın
yaralarına dokunsun istedin, açtın yüreğini
ellerine
martı çığlıkları ağlaşıyordu belki mahşerde
kalabalıklar yürümüştü yalnızlığınıza kim
bilir kaç gece
dağ gibi hüzünler de dağlandı ve size
ağlandı
birden ağlandı, ansızın ağlandı, ha bire
ağlandı
sonra onun gülüşü geldi ömrüne
birden geldi, ansızın geldi, ha bire geldi
kim bilir hangi yaralardan geldi
ama sen de bilirsin ışıyan karanlığını
kalbin:
çocuk koşturur gelişi sana
çocuk ağlatır gidişi senden
onu sen hangi nehir yatağında buldun
bir nehir akışının kıyısından bırakılmıştı
belki
bir hayat uykusunun ortasından bölünmüştü
belki
bir yağmur bulutu ha bire kanatılmıştı
belki
bir yürek atışı kaburgalarından sökülmüştü
belki
bir sevda yargılanmıştı
birden yargılanmıştı, ansızın
yargılanmıştı, ha
bire yargılanmıştı
ama siz aldırmadınız!
çünkü siz ne bir yargıca tahammül
edebildiniz
ne müebbet hapisleri sevebildiniz
hikâyeniz belki çok tanıdıktı birbirine,
anlatmadınız
bir çocuk koştura koştura
bağıra bağıra güler şimdi
birden güler, ansızın güler, ha bire güler
Kavram
Karmaşa, Mayıs-Haziran 2002