TAŞA BAĞLARIM ZAMANI
Gültekin EMRE
Taş, suskunluğun dili; kunt duruşun düşü; öteye geçiş. Ya deniz? Tarihe, taşa, hayata kına yakan, geline durup dururken arka çıkan; iz sürenin yanında olan… Ölümle dirim arasında bir yol var işte oradan yürüyor Ahmet Ada yeni şiir kitabı Taşa Bağlarım Zamanı’nda. “Büyük yanılgı”lara dur diyor “Bir çocuğun yüzündeki uyuyan su” olup. “Rüzgârın fırıldağı”dır ve bu, bütün zorlukları yener “kendinde biri olmak” için. “Yağmurun” da “fırıldağı “ olur kendinden çıkıp ve “Bir kaleme bir kâğıda “ dönüşerek. Yazmanın özü bu işte; bir kaleme ve bir kâğıda indirgemek yaşamı. Bir de deniz var elbette girilip çıkılması gereken, düşlere katık edilecek. Yani deniz, “ o büyük sözdizimi”ne döner yüzünü, yanında Pars’la. Pars, ölümlün kardeşidir. Yani ölüm yanı başındadır hep. Kim unutabilir ki o büyük yokoluşu? Yağmur, bir doğa olayıdır hayatın bir parçası olarak ve şiirde dış mekânın vazgeçilmezlerindendir yaşamı beslediğinden. Hayatı dirilten, emziren, sesleyen, kösnül duygularla büyütendir yağmur. Hayat bütün halleriyle, girintisi-çıkıntısıyla imgelem düzeyine gelip yerleşiyor dizelerin, şiirlerin…Rüzgâra bağlanan at, “Kuşun uyuduğu saat”, kırlangıçlarını çağıran “akasyalı sokak”, kendinde “saklı denize” yürüyen şair; “Delik deşik bir sessizlik”te başkalarının göremediğini gören, ruhuna dolan “denizin ormanı” ve yabancılaşmaktan bunalan insanı gören şair Ahmet Ada…Yabancılaşan insanın dünyasına da eğiliyor Ahmet Ada dizeleriyle. Yaşanan kırılmalardan geçiriyor şiirini. Doğayla, nesnelerle, zamanla bütünleşerek, yer değiştirerek, -özdeşleşerek hayatın kırgınlıklarıyla- oluşturuyor şiirlerini. Ölüm ve dirim sorununu sağar dizelerine, imgelerine. Yaşanan çalkantıları, fırtınaları…bilgece, derinliğine ele alıyor. Ritim ve lirizmi şiirlerinden eksik etmeden yol alıyor tarihsel zamanı alt üst ederek. O sonsuz geçmişe de girip çıkıyor, bugüne kulaç atarak yarına bakmaya çalışıyor yapyalın, dupduru bir biçimde. Şiirindeki bilgelik daha da öne çıkmaya başladı bu yeni kitabındaki şiirlerle: “Yeter bana mezar taşı olmak / Anadolu’da”. Kentte bunalan bireyin hal ve gidişinin şiiri “Geyik”, günlük dile yüklenen yıpranmamış tertemiz deyiş değişikliği. Çiçeğin “tılsımı” doğayla iç içe varoluşun özgün özü. Giden gün değildir her gün, yalnızca “bir mırıltıdır” bir daha geri gelecek. “varoluşun sıkıntısı” kocaman bir ağızdır sesi soluğu çıksın diye uğraşılan. Bir konuşsa “çok eski zaman” oluverecektir bugünün halesinde. “dilsiz orak” işleyecek, “su gömüsü” bulunacaktır bir kurtuluşa adım atar gibi. “yalnızlığın eşiğine” gelmiş bir göç sevinci yüreğinde hep kendini anımsatacaktır. Onun için emzirir “yeryüzü ağrıları”nı “Taşları, arzuyla parlayan yıldızları” Ahmet Ada. Onun bu sonsuz evrende “yol arkadaşları” ise “Böcekler, atlar”dır oraya buraya dağılıp gitmiş görüntü ve sesleri toplayan. Onun tarihi derleyen sonsuz sesi titriyordur “her taşın içinde”ki hazdan, bir de “Göçüm ol ey ölüm” derken kendine. Yaşam sevinciyle doludur oysa kök olurken “dünya toprağına”. İçindeki dışındaki bin bir rüzgârla uyanır hayata, acılara ve denenmemiş hazlara. Derine, derinliği olana eğilir durmadan Taşa Bağlarım Zamanı’nda: “Bir ırmağın kayboluşuyum denizde”. Hayatı farklı kavrama, yorumlama ve şiirlerinde dolaşıma sokma büyük bir tutkudur aşka yakın, belki ondan da öte. Unuttum dese de pek çok şeyi, pek öyle değil, çünkü “Bir ağaç soyundanım giyinmiş / Yapraklarını baştan aşağı”, bu onu olmayan zamana ve olan denize, engine götürür bilinçaltının dehlizlerini de alıp yanına. Onun için “Ağrıyan bir yanı” “deniz”dir “hâlâ” “Ölü suları bırakıp da” geldiği. Soruyor işte kendine ve bize, şiirine de “İnsan ne arar derinde ta dipte” diye. Bulduklarını ise hiç gizlemez: “Kör bir makas, eski dillerden / Tılsımlı sözcükler” ötelerden, derinlerden, kayaların yüreğinden. Toplumsal sorumluluklar ve bilinçlenmeye de mim koyar şu iki dizeyle geçmişle bugün arasında yolunu arayıp dururken bir başına ustalaşa ustalaşa. “İnsan neye yarar onarmazsa / Başkalarının kaygılarını doğduğunda”. “parçalanmış ben”in peşindedir amansız. “Ölüm tek yayasıdır yol”un bu uğurda, “Bir düşten uyanması insanın” hiç de kolay değildir onca imge, görüntü arasında. “Gitmeyen bir yol yoktur elbette, ama gidilir “hüzünden anılar bırakarak” “varoluşun acısına yaklaşa yaklaşa. “koca denizde” ne aradığımızı kim söyleyebilir? Oysa “ Ruhumuz / değişerek geziniyor dünyada”, denizde biz farkında olmasak da. Bir yandan da “Kocaman gözlerle bakıyoruz renklerini / Yitiren dünyaya, mühürlü ağızlara”. “İnsanlar / Anlamını yitirmiş sözcüklerle konuş”salar da, şiir günlük dil de taşır sırtında. Oysa “Gün batıyor” ve biz “aynanın içinde kalıyoruz” bürünüp karanlıkların aydınlığına. “Kılıç yarası öyküler” de hiç eksik olmaz yaşamın iniş-çıkışlarında. “Acısına kapanmış insanlar” da, ki onların “Kılıçla kapanmış yolları”. Günümüz toplumlarına ustaca bir gönderme şu üç dize, can alıcı saptama, taş gibi eleştiri: “Eski dillerin konuşulduğu kentte / Akıp gidiyor bugünden geleceğe / Kollar bacaklar ölü gözler”. İşte Ortadoğu, işte savaşlar, işte dökülen kanlar ve yitip giden kültürler, diller, düşler…Her şair çocukluğunun “imgesini” arar günü gelince. O da kolları sıvar gençliğine doğru şiirlerinde: “Gençliğimi geleceğimi bir düzlemde / Buluşturan bir taş, bir eşya, / Gök gürültüsü, şimşekten bir kılıç.” Onun için yurdu bilir “dili” en “yalın, içten / Evrenin anası olan”.
Ahmet Ada, Taşa Bağlarım Zamanı kitabında yer alan şiirlerinde ustalık, biraz daha ileri gidelim, bilgelik sınavı veriyor. Hayattan derlediklerini, elbette denek taşında denediklerini, şiirsel iç ve dış monologlara taşıyor, dönüştürüyor. Gündelik yaşamın ekonomik / siyasal… acımasız baskısından, basıncından, insafsızlığından… bunalan bireyin kurtuluşuna arka çıkıyor, onların ütopya arayışlarına –ütopyalarına- yol açıyor, öncülük ediyor. Bütün bir hayatla, ama her şeyiyle ve de nesnesiyle arası açılan bireyi nesneleriyle yeniden buluşturarak, bir araya getirerek, yeniden doğayla barışmasının önünü de açıyor sessiz sedasız. Kutuplaşmaların, zıtlaşmaların, farklılaşmaların, ayrışmaların, darlaşmaların, yozlaşmaların…başladığı, (olduğu) yer(ler)de doğayla büsbütün bütünleşme, nesnelerle yüz yüze gelme haline de olanak sağlıyor böylece. Felsefenin de kafa yorduğu şeylere, şiir diliyle, sözdizimlerinin derinliğiyle boğuşarak yeni biçimselliklere yelken açtırıyor dizelerini, şiirlerini. Ölü zamanlardan şiir sağarak bugünün yaşamına eklemleniyor ustalık kemerini kuşanarak.
Dış ve iç sesle geziniyor şiirlerinin, dizelerinin arasında, Ahmet Ada. Ölüm ve yaşam arasında çözüm arayışları üretmek istiyor şiirleri üstünden hayata sımsıkı tutunarak. Çağdaş yaşamın getirip önümüze koyduğu çalkantıları, fırtınaları, dalgaları, yarılmaları kırılmaları, yaraları… benliğinde depderin duyumsaması ve imgesel dile dönüştürmek için çaba harcadığı gün gibi ortada. Varoluş sorunları da kitabın ana ekseninde dönüp duruyor kendini belli etmek için. Onun için bir “Köşeyi dönünce birdenbire Pessoa’yla karşılaşır ve sarsılır. “Asma kütüklerinin rüzgârıyla söyleşir / Fenike’yi İskenderiye’yi Mersin’i Kudüs’ü düşünden gerçeğe taşır. “Wittgenstein’ı Heidegger’i Kavafis’i / Sözgelimi tersinden okur” bağbozumunun ruhuna girmek için. Bozgunları, derine kazınmış tarihleri, ölümle yakın duran duruşları…önemser ve belirsiz bir haritayı imgeye dönüştürür gibi önüne serer. Ritsos, Seferis, Elitis…çizgisine adım atıyor, onlardan el alıyor upuzun ömürlü şiirlerin şairi olmak için. Kendi şiiri için yepyeni bir yapıyı, can alıcı sözdizimini, yalınlığın dehşet sakinliğini ustaca, bilgece şiirinin omurgasına ağdırıyor.
Unutulmaz şu iki dizenin hüznüne yeniden kaptırıp kendimi “Yeter bana mezar taşı olmak / Anadolu’da”, taşa bağlamak için zamanı kitabın kapağını bir daha açıyorum ve “Bugün”e adım atıyorum.
Akatalpa dergisi, Temmuz 2009 – Sayı: 115
______________________________
Ahmet Ada, Taşa Bağlarım Zamanı, Metis Yayınları, Mayıs 2009, 58 sayfa.
Gültekin EMRE
Taş, suskunluğun dili; kunt duruşun düşü; öteye geçiş. Ya deniz? Tarihe, taşa, hayata kına yakan, geline durup dururken arka çıkan; iz sürenin yanında olan… Ölümle dirim arasında bir yol var işte oradan yürüyor Ahmet Ada yeni şiir kitabı Taşa Bağlarım Zamanı’nda. “Büyük yanılgı”lara dur diyor “Bir çocuğun yüzündeki uyuyan su” olup. “Rüzgârın fırıldağı”dır ve bu, bütün zorlukları yener “kendinde biri olmak” için. “Yağmurun” da “fırıldağı “ olur kendinden çıkıp ve “Bir kaleme bir kâğıda “ dönüşerek. Yazmanın özü bu işte; bir kaleme ve bir kâğıda indirgemek yaşamı. Bir de deniz var elbette girilip çıkılması gereken, düşlere katık edilecek. Yani deniz, “ o büyük sözdizimi”ne döner yüzünü, yanında Pars’la. Pars, ölümlün kardeşidir. Yani ölüm yanı başındadır hep. Kim unutabilir ki o büyük yokoluşu? Yağmur, bir doğa olayıdır hayatın bir parçası olarak ve şiirde dış mekânın vazgeçilmezlerindendir yaşamı beslediğinden. Hayatı dirilten, emziren, sesleyen, kösnül duygularla büyütendir yağmur. Hayat bütün halleriyle, girintisi-çıkıntısıyla imgelem düzeyine gelip yerleşiyor dizelerin, şiirlerin…Rüzgâra bağlanan at, “Kuşun uyuduğu saat”, kırlangıçlarını çağıran “akasyalı sokak”, kendinde “saklı denize” yürüyen şair; “Delik deşik bir sessizlik”te başkalarının göremediğini gören, ruhuna dolan “denizin ormanı” ve yabancılaşmaktan bunalan insanı gören şair Ahmet Ada…Yabancılaşan insanın dünyasına da eğiliyor Ahmet Ada dizeleriyle. Yaşanan kırılmalardan geçiriyor şiirini. Doğayla, nesnelerle, zamanla bütünleşerek, yer değiştirerek, -özdeşleşerek hayatın kırgınlıklarıyla- oluşturuyor şiirlerini. Ölüm ve dirim sorununu sağar dizelerine, imgelerine. Yaşanan çalkantıları, fırtınaları…bilgece, derinliğine ele alıyor. Ritim ve lirizmi şiirlerinden eksik etmeden yol alıyor tarihsel zamanı alt üst ederek. O sonsuz geçmişe de girip çıkıyor, bugüne kulaç atarak yarına bakmaya çalışıyor yapyalın, dupduru bir biçimde. Şiirindeki bilgelik daha da öne çıkmaya başladı bu yeni kitabındaki şiirlerle: “Yeter bana mezar taşı olmak / Anadolu’da”. Kentte bunalan bireyin hal ve gidişinin şiiri “Geyik”, günlük dile yüklenen yıpranmamış tertemiz deyiş değişikliği. Çiçeğin “tılsımı” doğayla iç içe varoluşun özgün özü. Giden gün değildir her gün, yalnızca “bir mırıltıdır” bir daha geri gelecek. “varoluşun sıkıntısı” kocaman bir ağızdır sesi soluğu çıksın diye uğraşılan. Bir konuşsa “çok eski zaman” oluverecektir bugünün halesinde. “dilsiz orak” işleyecek, “su gömüsü” bulunacaktır bir kurtuluşa adım atar gibi. “yalnızlığın eşiğine” gelmiş bir göç sevinci yüreğinde hep kendini anımsatacaktır. Onun için emzirir “yeryüzü ağrıları”nı “Taşları, arzuyla parlayan yıldızları” Ahmet Ada. Onun bu sonsuz evrende “yol arkadaşları” ise “Böcekler, atlar”dır oraya buraya dağılıp gitmiş görüntü ve sesleri toplayan. Onun tarihi derleyen sonsuz sesi titriyordur “her taşın içinde”ki hazdan, bir de “Göçüm ol ey ölüm” derken kendine. Yaşam sevinciyle doludur oysa kök olurken “dünya toprağına”. İçindeki dışındaki bin bir rüzgârla uyanır hayata, acılara ve denenmemiş hazlara. Derine, derinliği olana eğilir durmadan Taşa Bağlarım Zamanı’nda: “Bir ırmağın kayboluşuyum denizde”. Hayatı farklı kavrama, yorumlama ve şiirlerinde dolaşıma sokma büyük bir tutkudur aşka yakın, belki ondan da öte. Unuttum dese de pek çok şeyi, pek öyle değil, çünkü “Bir ağaç soyundanım giyinmiş / Yapraklarını baştan aşağı”, bu onu olmayan zamana ve olan denize, engine götürür bilinçaltının dehlizlerini de alıp yanına. Onun için “Ağrıyan bir yanı” “deniz”dir “hâlâ” “Ölü suları bırakıp da” geldiği. Soruyor işte kendine ve bize, şiirine de “İnsan ne arar derinde ta dipte” diye. Bulduklarını ise hiç gizlemez: “Kör bir makas, eski dillerden / Tılsımlı sözcükler” ötelerden, derinlerden, kayaların yüreğinden. Toplumsal sorumluluklar ve bilinçlenmeye de mim koyar şu iki dizeyle geçmişle bugün arasında yolunu arayıp dururken bir başına ustalaşa ustalaşa. “İnsan neye yarar onarmazsa / Başkalarının kaygılarını doğduğunda”. “parçalanmış ben”in peşindedir amansız. “Ölüm tek yayasıdır yol”un bu uğurda, “Bir düşten uyanması insanın” hiç de kolay değildir onca imge, görüntü arasında. “Gitmeyen bir yol yoktur elbette, ama gidilir “hüzünden anılar bırakarak” “varoluşun acısına yaklaşa yaklaşa. “koca denizde” ne aradığımızı kim söyleyebilir? Oysa “ Ruhumuz / değişerek geziniyor dünyada”, denizde biz farkında olmasak da. Bir yandan da “Kocaman gözlerle bakıyoruz renklerini / Yitiren dünyaya, mühürlü ağızlara”. “İnsanlar / Anlamını yitirmiş sözcüklerle konuş”salar da, şiir günlük dil de taşır sırtında. Oysa “Gün batıyor” ve biz “aynanın içinde kalıyoruz” bürünüp karanlıkların aydınlığına. “Kılıç yarası öyküler” de hiç eksik olmaz yaşamın iniş-çıkışlarında. “Acısına kapanmış insanlar” da, ki onların “Kılıçla kapanmış yolları”. Günümüz toplumlarına ustaca bir gönderme şu üç dize, can alıcı saptama, taş gibi eleştiri: “Eski dillerin konuşulduğu kentte / Akıp gidiyor bugünden geleceğe / Kollar bacaklar ölü gözler”. İşte Ortadoğu, işte savaşlar, işte dökülen kanlar ve yitip giden kültürler, diller, düşler…Her şair çocukluğunun “imgesini” arar günü gelince. O da kolları sıvar gençliğine doğru şiirlerinde: “Gençliğimi geleceğimi bir düzlemde / Buluşturan bir taş, bir eşya, / Gök gürültüsü, şimşekten bir kılıç.” Onun için yurdu bilir “dili” en “yalın, içten / Evrenin anası olan”.
Ahmet Ada, Taşa Bağlarım Zamanı kitabında yer alan şiirlerinde ustalık, biraz daha ileri gidelim, bilgelik sınavı veriyor. Hayattan derlediklerini, elbette denek taşında denediklerini, şiirsel iç ve dış monologlara taşıyor, dönüştürüyor. Gündelik yaşamın ekonomik / siyasal… acımasız baskısından, basıncından, insafsızlığından… bunalan bireyin kurtuluşuna arka çıkıyor, onların ütopya arayışlarına –ütopyalarına- yol açıyor, öncülük ediyor. Bütün bir hayatla, ama her şeyiyle ve de nesnesiyle arası açılan bireyi nesneleriyle yeniden buluşturarak, bir araya getirerek, yeniden doğayla barışmasının önünü de açıyor sessiz sedasız. Kutuplaşmaların, zıtlaşmaların, farklılaşmaların, ayrışmaların, darlaşmaların, yozlaşmaların…başladığı, (olduğu) yer(ler)de doğayla büsbütün bütünleşme, nesnelerle yüz yüze gelme haline de olanak sağlıyor böylece. Felsefenin de kafa yorduğu şeylere, şiir diliyle, sözdizimlerinin derinliğiyle boğuşarak yeni biçimselliklere yelken açtırıyor dizelerini, şiirlerini. Ölü zamanlardan şiir sağarak bugünün yaşamına eklemleniyor ustalık kemerini kuşanarak.
Dış ve iç sesle geziniyor şiirlerinin, dizelerinin arasında, Ahmet Ada. Ölüm ve yaşam arasında çözüm arayışları üretmek istiyor şiirleri üstünden hayata sımsıkı tutunarak. Çağdaş yaşamın getirip önümüze koyduğu çalkantıları, fırtınaları, dalgaları, yarılmaları kırılmaları, yaraları… benliğinde depderin duyumsaması ve imgesel dile dönüştürmek için çaba harcadığı gün gibi ortada. Varoluş sorunları da kitabın ana ekseninde dönüp duruyor kendini belli etmek için. Onun için bir “Köşeyi dönünce birdenbire Pessoa’yla karşılaşır ve sarsılır. “Asma kütüklerinin rüzgârıyla söyleşir / Fenike’yi İskenderiye’yi Mersin’i Kudüs’ü düşünden gerçeğe taşır. “Wittgenstein’ı Heidegger’i Kavafis’i / Sözgelimi tersinden okur” bağbozumunun ruhuna girmek için. Bozgunları, derine kazınmış tarihleri, ölümle yakın duran duruşları…önemser ve belirsiz bir haritayı imgeye dönüştürür gibi önüne serer. Ritsos, Seferis, Elitis…çizgisine adım atıyor, onlardan el alıyor upuzun ömürlü şiirlerin şairi olmak için. Kendi şiiri için yepyeni bir yapıyı, can alıcı sözdizimini, yalınlığın dehşet sakinliğini ustaca, bilgece şiirinin omurgasına ağdırıyor.
Unutulmaz şu iki dizenin hüznüne yeniden kaptırıp kendimi “Yeter bana mezar taşı olmak / Anadolu’da”, taşa bağlamak için zamanı kitabın kapağını bir daha açıyorum ve “Bugün”e adım atıyorum.
Akatalpa dergisi, Temmuz 2009 – Sayı: 115
______________________________
Ahmet Ada, Taşa Bağlarım Zamanı, Metis Yayınları, Mayıs 2009, 58 sayfa.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder