27 Şubat 2012 Pazartesi

SEMA GÜLER



(6 Şubat 1971, Ankara - )


      Aslen Dersimli. On yılı aşkın bir süre yayın kuruluşlarında basın işçiliği yaptıktan sonra yaşamını Harita Ressamı olarak sürdürmekte olan şair, Sokak-Duvar Resimleri alanında da çalışmalar yaptı. İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü’nde öğrenimine devam ediyor. Arnavutluk, Kosova, Makedonya, Hollanda, Irak (Duhok) ve Suriye’de festival, söyleşi ve panellere katıldı. Şiirleri; Arnavutça, İngilizce, Kürtçe, Arapça ve Bulgarca dillerine çevrilerek antolojilerde yer aldı. Hel Yayınları bünyesinde Arkeoloji, Sanat ve Tarih editörlüğü yapmaktadır.
        Şiirleri, yazıları ve söyleşileri Deliler Teknesi, Diri Ozanlar Derneği, Ekinsanat, Esmer, Herşeye Karşın, Kelime Edebiyat, Koridor, Köxüz, Kurgu Düşün Edebiyat, Sınır, Spleen, Şiirden, Yasakmeyve vb. gibi dergilerde yayımlandı.
Ödülleri: Makedonya'da bu yıl 12.'si düzenlenen Uluslararası Şiir Festivali’nde “Dıtet e Naımıt/ Naimit Günleri”, 2017 “Qiriu i Naimit”/  “Naimit’in Mumu” dalındaki “For the best poem” en iyi şiir ödülünü aldı.
Yapıtları:
Şiir Kitapları:
& Feyezân (2010, Kanguru Yayınları, Ank., 78 s.)
& Uyanış Ağacı (2012. Bence Kitap Yayınları, 90 s.)
& Ölüm Tohum ve Şeyler Azıcık Aşk (2014, Noktürn Yayınları, İst., 64 s.)
& Asiman Tune Li Bamin (Çeviri : Zagros Rihayi; 2015, Hel Yayınları, İst., 64 s.)
Şiirlerinden Seçmeler:

BERCA

ve geçtin mi
haykırmam için sin şehri surlarından
şimdi o herkesçe ezberlenen çağın korkusu içinde
bütün kılıçlar yenik düşer
karşılaşınca, oğul ağusunu yüzünde taşıyan bir annenin...
İlk fasıla başlar...

I-
yanıtsız bıraktım her şeyi
yeraltıyım
ardına bakmadan yürüdüğüm nuhvari zaman
kutsal gül adına
bahsedilir ki;
cebine bakır su tası bağlayan uzun sakallı abdal
elinde isli bir kandille:
’halil cibran da bu toprağın küllerinden doğdu ey insanlar’
yıldızların da dili var mı?
kalbin kadar uzak
iki suskunluk arası alnımın içine giren mırıldanmalar
örttüm gümüş rengi soruların üzerini

II-
kefarete iki düğüm, kitreli ağzında gülümseme
silik satırlı bir rüyaya uyuduğum pencere
dedim, unutmamak için
fırtınam savrukluğum oldu hep …
ocağa ıhlamuru koyup
dal kırıklarını topladı, kesilişimi bana verdi
turnaların gözü önünde soyarak yüzümün çizgilerini
ağzımda tanrıları kovalayan kar kristali

III-
konuştuk
güneyden, kuzeyden
ay vakti yanağımdan çalarak gamzeyi
kıyıda yırtılan ellerin...
hangi erk bağladı tel köprüler örüldü
her seferinde incittiğim kutsal su
erkeklerin ağlaması neden orman gibi kar gibi?
dönmez böyle zamanlarda dolunay
bilenen kararım
ganj nehri!

IV-
çıkıp ölüler ülkesinin azgın deltasından
neye yarar yaşamam?
başsız bir ceset ömrüm uçuşan serçe ağzı
ve duası belkuşağında,
utangaç bir niyete çekilen firdevs aşkı

karlı dizleri ısıtmıyor artık seccadeler
neydi o mezar taşını kavrayan el
patiskadaki ateşten yazı
oğlunum dedim, kalbim
ışığın değdiği yeri öpen yezidi

CEHENNEMDE BİR MEVSİM

I
Bir çitin kapısını aralayıp açtık:
Çağrılılar kalabalığı
Kır yolları, evliya otları, soğuk sedir
ve hafif bir parıltının anısıyla, haylanmaz
Ben yolumu kaybedince
Senin bu kuşlar biriktiren kambur kalbin diyorum

II
Çift ağızlı bir yer solucanı, böyle bekleyiş dolu
Elbette burkulup toprağa davranıyor gövdem
yağmurun kabuğuna çekilip çukurlaşıyor kemiklerim bir heves
Çok kırılgan bir şeyi kazıyordum dudağına
acı çekecek kadar ufku kımıldayan doğu’yu

II
Siz
Kimbilir kaç gecenin sıvı karanlığında azalıp
sonra oturup bugün burada bir avuç zehirle tütsüler yakacak ve
bizi büyütecek büyücünün ellerinde çiçeklenen kahır olacaktınız
Yaz bitti
Yaz bitti ölüyoruz ve artık sorular sormuyoruz
Ey burç yazıcısı
Meleklere o çok yalvarmış çocuğa bırak
Fail taşına oturtulan henüz çok taze ve bağışlanmamış
Sürme gözlü ceylanların kanını, tanrısız günahı ve bükülmüş yarayı
Yaz bitti
Size gelmek isterken gezegenler dönerek ve
yeni bir doğuşla atlayarak bütün kırımları
kandan daha hızlı

(*) Une Saison En Enfer (Rimbaud)

LİLÂV –I

cebindeki bronz bileziğe çarpan yağmurun bulutlar ardındaki gri çelimsizliğini gördü. uykunun denizinde katreleşen düşleri ve kıta sahanlığında izbelik arayan umudun, revnak yıldızlardan uzak nasıl da soğuduğunu. ayaklarını göğümden sarkıtan ay’ın tanrısı sin, gider susuzluğunu bronz levhada halka halka büyüyen, suya düşen ilk cemrede.

kız çocuğu yüzümde oku:
hangi dalın közüydü
neydi iskender’in aradığı pers kumaşı eteğimde

öldüğümü anlamayacaklar
teninin ve asrın en mahfuz yerinde…
dudakları kıpırdayan insan ve meleğin ilk azizliği
alnındaki korulukta incir titremesi
atlas korkularda sürüdüğün aklım
lodoskanı saçlarında terennüm eden bir tutam yengi…
denizciler sevişsin, define derinliği kor kederle

derinliğini bilmeden değdiğin kuş sürüsü
aşık ürkek ve saldırgan
kör kitabelerden çıkıyor
bir kayaya çarpıyor sonra da beni vuruyor
mezar taşlarını kavrayabilecek mi ellerin

bileğimde yıkılan ilk ağaç buhurunda
temmuz’un vakur aşkıyla
yeryüzüne berkitilen cesaretimin gecesi
toprağı seviyor, kanallar kazıyor, bir çeşit yazı icad ediyor
kokun, yapraklarımın dökülüp
hüznün omurga iliğine süzüldüğü yerde
duru, çıplak ve buruk
böyle ulaşabilir miyim kendime
kozalak sürdüm gözyaşım(a) iştar
kısık, kesik, sancılı
kazdıkça;
babilin göğsünde kabuk…

gözlerini sıyırarak kuş kahinlerinden
kum vaktinde gelecek misin?
tartıya gelmez yazıyla dille
karanlık saçlarıma sarınan semerkant…

*lilâv:(kar suyu)


“Feyezân” adlı kitabından

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder