Aşk
Üzerine Marazî Bir Deneme Daha
I
Aragon’un ünlü sözü “Mutlu Aşk Yoktur”, bütün ünlü sözlerin yazgısını tekrarlar: Bu düşünce, daha çok, yanlış anlaşılmıştır.
Aragon, hiçbir aşkın mutluluk getirmediğini, getiremeyeceğini mi ifade etmeye çalışmıştı? Şairler böyledir, şiirler haydi haydi böyle: Ayrıca bir şey söylemezler: Bu’durlar, bu kadar’dırlar. Onun için de tek bir doğru yorumdan söz etmek boşuna çaba olur; herkesin ufkuna ve derinliğine göre bir yorum, birden fazla yorum olasılığı yaratır bu türden altın sözler.
Aragon’un yaklaşımını, Aşk ve Batı başlıklı bir incelemenin de yazarı olan kültür tarihçisi Rougemont’un kurduğu kilit cümleye bağlamak istiyorum: “Mutlu Aşk’ın yazılı tarihi yoktur”.
Gerçekten de, Batı uygarlığında da, Doğu’da da, mutsuz aşkların tarihinin yazılmış olduğu göze çarpıyor. Leylâ ve Mecnûn, Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre, Hüsrev ile Şirin, Yusuf ve Züleyha, Romeo ve Jülyet, Heloise ve Abelardus, Portekizli Rahibe ve sevdiği adam, Don Juan’ın ya da Casanova’nın tekmili birden serüvenleri, bütün Tristan ve Isolde versiyonları, Carmen ve Don Jose, sonsuz bir listeye yönelmek güç değil mutsuz çiftler konusunda, işlenen aşkın siyah tablosunu çıkarır karşımıza. Beatrice’nin Dante’sinden “Makber”in şairine, Nerval’ın “Sylvie”sinden Halid Ziya’ya değişmez bu gerçeklik: Klâsikler, Romantikler, Simgeciler, Gerçekçiler, Gerçeküstücüler, Modernler, Post-Modernler Aşk’ın çehresini değiştirirler de, natura’sına dokunamazlar pek.
II
Aşk’ı tanımlamaya çalışmanın düpedüz gözüpek bir girişim olduğunu bile bile davranıyorum, davranacağım bir kez daha, bu deneme “Karpuz Çekirdeği”nin karşı sayfalarına kurulduğuna göre: Sağlık sınırını aşmış, o çerçeveden taşmış sevgi türüne Aşk diyorum ben. Karşılıklı duygular dengesi bozulmuş, zihnin ve gövdenin elektrik yükü iyiden iyiye artmış, izan çerçevesi dağılmış, şiddet tırmanmaya koyulmuştur. Aşk, kişiye varoluşunun uçlarını anımsatır ve ölüm güdüsünü devreye sokar: Çift’in tek’i kendisini (Pavese), eşini (Carmen), kendisini ve eşini (Kleist) yok etme eşiğine dayanmıştır. Eşik her zaman aşılmaz belki; eşiğe her zaman dayanılır. Aslında: Kansız aşk yoktur. Akması gerekmez kanın, kaynama noktasına ulaşması gerekir bir tek: Orada, o anda gövdenin kimyasal dengesi hepten değişir ve Zihin sürçmeye başlar: Yoğunlaşmalar, takınaklar, mantığı tersyüz eden bir karar politikası egemendir artık. Aşkın (âşığın) gözünün görmediği doğru değildir: Doğru olan, onun başka birşey görmediği, başka bir noktaya bakmadığıdır.
III
İktidar ilişkisinin en fazla sivrildiği, yıpratıcı yanlarının en belirgin formları aldığı alanların başında gelir Aşk. Görünüşte, bir efendi/kul kutuplaşmasında yol alınmaktadır, oysa efendinin her an kula, kulun her an efendiye dönüşebileceği bir eksen üzerinde iniş-çıkış eğrisini çizer ‘kahramanlar’. Partönerlerin rollerine aldanmamak gerekir: Hükümran nerede boyun eğer, mazlum nerede dikilir kimse kestiremez. Uca çekilen, itilen, orada duran ve bekleyen öylesine güç kazanır ki, istediğinde karşısındakini bükebilir, hatta eritebilir de. Büyük, zorlu aşk örneklerinin hepsinde rollerin bir evreden sonra ters döndüğüne, ateşin yön değiştirerek yakanın yandığı, yananın külünden yeniden doğduğu bir durum yaşandığına tanık olunur: Karşılıklı aşk, her zaman karşılıklı, bulaşıcı, yayılmacı bir yangın demeye gelmiştir. Tek taraflı aşk, zaten aşk değildir: Öteki’yle tamamlanma arayışından öte, kendi kendini bulamama güzergâhıdır: Bir som yanılgı, bir som yanılsama.
IV
Mutsuz aşkın tarihi, kaldı ki, Aşk’ın tek taraflılığına değil, karşılıklılığının gerçekleşmesinin engellenmesine dayanır hep. Erişememenin, buluşamamanın, yanyana gelemeyişin binbir çeşitlemesi çıkar karşımıza: Hayat gelir düğümünü kurar bütün öykülerde, biribirine doğru yol almaya çıkan âşıkların yörünge tabakalarını kırar, sapmaları örgütler ve bir yana çekilip, Calvino’nun deyişiyle çapraz yazgılarını izler. Efsane her zaman gerilim istemiştir. Hikâyenin askıda kalması, kavuşma anının ertelenmesi ya da yitmesi için durmadan yeni denklemler öne sürülür. İki trajik odak belirler bireyin yaşam akışını: Aşk ve Ölüm. İkisinin de ayırması beklenmiştir. Çağlar boyu, Aşk’a bakışın temel yasası olarak kalmıştır bu: Biraraya gelindiğinde Aşk ölmeye başlayacaktır.
Toplumsal düzenler, hangi evrelerine bakılırsa bakılsın, bu türden bir sonuç-yorum ile kuşatmışlardır bireyleri. Mutsuz aşk, aşk olarak yaşayıp gitme şansını taşımış; mutlu aşk, Aşk’ın ölümünü hazırlamıştır.
Onlar ermiş muradına – o noktada biter her hikâye: Mutlu aşkın anlatılmaya değer bir yanı bulunamamıştır.
Anlatıldığında, Aşk’ın ağır ağır ya da hızla eriyişinin konu edildiğini görüyoruz: Çiftler, ama birlikte ama ayrı ayrı, mutlu aşkı çözmüşlerdir. Shakespeare’de de böyledir bu, Balzac’da da.
V
Mutsuz aşkın destansılığı, özde, trajik çekirdeğiyle bağlantılı biçimde öne çıkar. Gene de, ayrıntıları yabana atmamak gerekir: Hemen hep ayrılık motifi ağır bastığına göre, araçlar etkili olacaktır: Bekleyiş, klâsik dönemlerde mektuplaşmayı (Hugo ile Juliette arasındaki yazışma yaklaşık 20 bin gönderiden oluşur), asrî zamanlarda telefonu devreye sokar: Mesafe, aşkın en sağlam sigortası olarak görünür.
Cinsellik düzleminde de. Erkek aramış, kadın bulunmayı beklemiştir. Gövde(ler) çalışmaz, durdurulur. Haz zamanı gelecektir. Arada, kızışma süreci yaşanır: Kıskanç zihin yanar, tutuşur, an gelir yakar, tutuşturur: İmgelem, dönme dolap gibi hızla merkezinin etrafında dönmeye koyulur. Sonra yorgun düşer. Burada da mesafe simgeleri işler, âşık fetişlerden medet umar: Saç teli, mendil, elyazısı mıknatıs gibi çeker onu: Erotizmin anahtar nesneleri.
VI
Mutsuz aşkın diyalektiği, konuyu kapalı bir alana sürüklemiştir. Gövdenin keşfi ve fethi bağlamında farklı değildir yorum türleri. Cinsellik çoğalmayla özdeşleştirilmiş, Din’lerin ve Aile’nin çoğalma arzularının sonuç-edimine indirgenmiştir. Aşk, erotizmi gösterir: Bir tek öteki’ni istemekle yetinme, kendini de iste. Gövdelerarası ilişkide temas teğet’e ayarlanır böylece: İstek, istek olarak kalabilmek için doyum’dan olabildiğince uzak tutulur.
Önce keşif gelir. Keşif, uzun bir hazırlık, özenli bir bakış, ağır ağır gelişen bir yayılma harekâtı demeye gelir. Cinselliğin hedefi soyuttur, yetkin gövdeyi biçimlendirir imgelem haritasında. Erotizmin beslendiği Aşk, arızaları sever, hatta yüceltir: Hedefi nesnellikten büsbütün uzaklaşmıştır.
XX. Seminer’in “Jakobson’a” başlıklı seansını bitirirken, bir yıl öncesine de gönderme yaparak, bir kadına yazdığı mektuptaki yazımsal sürçme nedeniyle bıyıkaltından kendisine eşcinsel olduğunu imâ edenlere “geçen yıl dedikti ya” der Lacan: “İnsan sevdi mi, seks sözkonusu değildir.”
VII
Lacan’ın sözü, aşkın cinsellikle kaynaştırıldığı perspektiflere İskender kılıcı gibi iner. Şaşırtıcı bir yan yoktur oysa, bu önermede: Bütün klâsik ölçütler gelir sözkonusu ayrımı doğrular. Yalnızca kavuşamamanın, buluşamamanın yol açtığı bir kopuş değildir üstelik bu; ters kutupta, kavuşmanın ve buluşmanın durmadan tekrarlandığı, keşfe vakit bırakmayan fethin esas olduğu örneklerde de kopuş geçerlidir: Ne Casanova aşkı yaşama hakkına sahip olabilmiştir, ne de Don Juan ya da Acquitaine dükü Guillaume: Öteki’ni bulamamanın temel gerekçesi kendini gözden kaybetmektir.
Erotizm vakit, sabır, emek isteyen tutku kültürü. Musil’in “Niteliksiz Adam”ın merkezinde, Ulrich-Agatha çiftinin sıradışı ilişkilerinde sınırlarına ışık tuttuğu teğet mantığı. Orada egemen fiiller değişir: Dokunmak, değmek, bakmak ince ayar ister. Bir başka denememde değinmiştim, Musil’in kediler konusundaki gözlemine: Çiftleşme mevsimi gelip geçtiğinde, biribirilerinden hepten uzaklaşmazlar, göz mesafesinden uzaklaşmaksızın yeni konumlar seçerler. Sonra, gene, yakınlaşacaklardır.
Klasik ölçüler böyle de, çağdaşlarınki farklı mı? Batı Avrupa’da yapılan bir araştırma, günümüz insanının Aşk’ı hayvan ve spor tutkusunun, meslek ve serüven tutkusunun hizasına koyduğunu gösteriyor. Melâlden yorgun modernler Tutku’yu “coşku” ve “neşe”yle özdeş sayıyorlar. Aşk, artık kan ve gözyaşı ile yoğrulan bir imge olmaktan çıkıyor. İnsanlar onu yaşamak istiyorlar. Onunla yaşamak. Hayatın bir olanaksızı saymaktan yana değiller Aşk’ı.
Onun olabilirlik payı ne, peki?
Bu olabilirliğin ifade edilme payı var mı?
VIII
Çağın Aşk’a yüklediği çehre büsbütün değişmiş değil elbette: Aşk, onu doğuran nedensiz heyecana (Sartre bile “büyü” saymıştır heyecanı), onu yoğuran tutku gizilgücüne bağlı bir değişmezlik içerir bir yandan. Koşulların, toplumsal bağlamın, ideolojik örgünün değişmesiyle değişemeyen bir mayası olduğu bellidir. “Mutsuz aşkın tarihi”nin yazılmasında kesintiye rastlanmaması bundandır.
Şükûfe Nihal, Domaniç dağlarında, sevdiği adamı genç yaşta yitirmiş olağanüstü güzellikte, bütün erkeklerin etrafında pervâne gibi döndüğü bir kadının öyküsünü derlemiştir. Hiçbir talibine dönüp bakmayacaktır o kadın: “Arslan yatan yere ben köpek bağlayamam”, demiştir.
Bir kere daha Aragon’u çağıracağım: “Aşk, bize güç veren tek özgürlük yitimidir”.
Binbir örnekten bir başkası: Valyum Dönencesi’nde (1991) trajik tutkusunu kaleme alan Patricia Finaly. 1964’te sinema yönetmeni Labarthe’la karşılaşır, yedi yıl süren aşklı ilişkileri bittiğinde, o gün bugün süren karabasanı başlar: Uyku tedavileri, psikanaliz seansları, sakinleştiriciler, hipnoz tedavisi işe yaramaz: “XX. yüzyılda, hekimler hâlâ aşk acısını dindirebilecek bir hap yaratamadılar”, sözü yirmi yıldır hayalet gibi yaşayan ve durmadan Labarthe’ı takip eden, herkesi ona telefon etmeye zorlayan, olup bitenlerden hiçbir pişmanlık duymayan Finaly’ye ait.
IX
Bir yandan da, kendisini kuşatan bütün engellerin içinden geçip sürekliliğini, daha doğrusu sessiz sürekliliğini kazanmanın yolunu arar Aşk.
Yeryüzünde, başlamış, sonunu getirmiş pek çok aşk hikâyesi yaşanmış olsa gerektir.
Başlamış ve bitmiş aşklar düpedüz sıradan hikâyelerdir aslında. Kimi çözülerek, bozgunla; kimi özensizlikten, yorularak; kimi de törpülenip ehlîleştirilerek, kurumsal fanuslar içinde silinip gitmiştir.
Zorlu olan: Kişi’nin kendi içindeki Aşk’ı yaşatmayı bilmesidir şüphesiz.
Daha da zorlu olanı: İki kişinin, karşılıklı, günden güne aynı Aşk’ı beslemeleri, Tutku’ya yaşama hakkı vermeleridir.
Toplumbilimci Jean Duvignaud, “Kişisel hayatta olsun, toplumsal hayatta olsun, Tutku, bir kopuştur” diyor: “Kültürel, dinsel, siyasal ve toplumsal kodlara diklenen bir kırılma, genel yapıların uyumunu bozan bir korku kaynağıdır Tutku – sistemler için”.
İnsan, tutkularına gösterdiği özen ve bağlılık oranında kendi kendisini gerçekleştirme sınırına yaklaşabilir, onu genişletebilir.
Daha, diyebilmek çok önemlidir.
Aragon’un ünlü sözü “Mutlu Aşk Yoktur”, bütün ünlü sözlerin yazgısını tekrarlar: Bu düşünce, daha çok, yanlış anlaşılmıştır.
Aragon, hiçbir aşkın mutluluk getirmediğini, getiremeyeceğini mi ifade etmeye çalışmıştı? Şairler böyledir, şiirler haydi haydi böyle: Ayrıca bir şey söylemezler: Bu’durlar, bu kadar’dırlar. Onun için de tek bir doğru yorumdan söz etmek boşuna çaba olur; herkesin ufkuna ve derinliğine göre bir yorum, birden fazla yorum olasılığı yaratır bu türden altın sözler.
Aragon’un yaklaşımını, Aşk ve Batı başlıklı bir incelemenin de yazarı olan kültür tarihçisi Rougemont’un kurduğu kilit cümleye bağlamak istiyorum: “Mutlu Aşk’ın yazılı tarihi yoktur”.
Gerçekten de, Batı uygarlığında da, Doğu’da da, mutsuz aşkların tarihinin yazılmış olduğu göze çarpıyor. Leylâ ve Mecnûn, Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre, Hüsrev ile Şirin, Yusuf ve Züleyha, Romeo ve Jülyet, Heloise ve Abelardus, Portekizli Rahibe ve sevdiği adam, Don Juan’ın ya da Casanova’nın tekmili birden serüvenleri, bütün Tristan ve Isolde versiyonları, Carmen ve Don Jose, sonsuz bir listeye yönelmek güç değil mutsuz çiftler konusunda, işlenen aşkın siyah tablosunu çıkarır karşımıza. Beatrice’nin Dante’sinden “Makber”in şairine, Nerval’ın “Sylvie”sinden Halid Ziya’ya değişmez bu gerçeklik: Klâsikler, Romantikler, Simgeciler, Gerçekçiler, Gerçeküstücüler, Modernler, Post-Modernler Aşk’ın çehresini değiştirirler de, natura’sına dokunamazlar pek.
II
Aşk’ı tanımlamaya çalışmanın düpedüz gözüpek bir girişim olduğunu bile bile davranıyorum, davranacağım bir kez daha, bu deneme “Karpuz Çekirdeği”nin karşı sayfalarına kurulduğuna göre: Sağlık sınırını aşmış, o çerçeveden taşmış sevgi türüne Aşk diyorum ben. Karşılıklı duygular dengesi bozulmuş, zihnin ve gövdenin elektrik yükü iyiden iyiye artmış, izan çerçevesi dağılmış, şiddet tırmanmaya koyulmuştur. Aşk, kişiye varoluşunun uçlarını anımsatır ve ölüm güdüsünü devreye sokar: Çift’in tek’i kendisini (Pavese), eşini (Carmen), kendisini ve eşini (Kleist) yok etme eşiğine dayanmıştır. Eşik her zaman aşılmaz belki; eşiğe her zaman dayanılır. Aslında: Kansız aşk yoktur. Akması gerekmez kanın, kaynama noktasına ulaşması gerekir bir tek: Orada, o anda gövdenin kimyasal dengesi hepten değişir ve Zihin sürçmeye başlar: Yoğunlaşmalar, takınaklar, mantığı tersyüz eden bir karar politikası egemendir artık. Aşkın (âşığın) gözünün görmediği doğru değildir: Doğru olan, onun başka birşey görmediği, başka bir noktaya bakmadığıdır.
III
İktidar ilişkisinin en fazla sivrildiği, yıpratıcı yanlarının en belirgin formları aldığı alanların başında gelir Aşk. Görünüşte, bir efendi/kul kutuplaşmasında yol alınmaktadır, oysa efendinin her an kula, kulun her an efendiye dönüşebileceği bir eksen üzerinde iniş-çıkış eğrisini çizer ‘kahramanlar’. Partönerlerin rollerine aldanmamak gerekir: Hükümran nerede boyun eğer, mazlum nerede dikilir kimse kestiremez. Uca çekilen, itilen, orada duran ve bekleyen öylesine güç kazanır ki, istediğinde karşısındakini bükebilir, hatta eritebilir de. Büyük, zorlu aşk örneklerinin hepsinde rollerin bir evreden sonra ters döndüğüne, ateşin yön değiştirerek yakanın yandığı, yananın külünden yeniden doğduğu bir durum yaşandığına tanık olunur: Karşılıklı aşk, her zaman karşılıklı, bulaşıcı, yayılmacı bir yangın demeye gelmiştir. Tek taraflı aşk, zaten aşk değildir: Öteki’yle tamamlanma arayışından öte, kendi kendini bulamama güzergâhıdır: Bir som yanılgı, bir som yanılsama.
IV
Mutsuz aşkın tarihi, kaldı ki, Aşk’ın tek taraflılığına değil, karşılıklılığının gerçekleşmesinin engellenmesine dayanır hep. Erişememenin, buluşamamanın, yanyana gelemeyişin binbir çeşitlemesi çıkar karşımıza: Hayat gelir düğümünü kurar bütün öykülerde, biribirine doğru yol almaya çıkan âşıkların yörünge tabakalarını kırar, sapmaları örgütler ve bir yana çekilip, Calvino’nun deyişiyle çapraz yazgılarını izler. Efsane her zaman gerilim istemiştir. Hikâyenin askıda kalması, kavuşma anının ertelenmesi ya da yitmesi için durmadan yeni denklemler öne sürülür. İki trajik odak belirler bireyin yaşam akışını: Aşk ve Ölüm. İkisinin de ayırması beklenmiştir. Çağlar boyu, Aşk’a bakışın temel yasası olarak kalmıştır bu: Biraraya gelindiğinde Aşk ölmeye başlayacaktır.
Toplumsal düzenler, hangi evrelerine bakılırsa bakılsın, bu türden bir sonuç-yorum ile kuşatmışlardır bireyleri. Mutsuz aşk, aşk olarak yaşayıp gitme şansını taşımış; mutlu aşk, Aşk’ın ölümünü hazırlamıştır.
Onlar ermiş muradına – o noktada biter her hikâye: Mutlu aşkın anlatılmaya değer bir yanı bulunamamıştır.
Anlatıldığında, Aşk’ın ağır ağır ya da hızla eriyişinin konu edildiğini görüyoruz: Çiftler, ama birlikte ama ayrı ayrı, mutlu aşkı çözmüşlerdir. Shakespeare’de de böyledir bu, Balzac’da da.
V
Mutsuz aşkın destansılığı, özde, trajik çekirdeğiyle bağlantılı biçimde öne çıkar. Gene de, ayrıntıları yabana atmamak gerekir: Hemen hep ayrılık motifi ağır bastığına göre, araçlar etkili olacaktır: Bekleyiş, klâsik dönemlerde mektuplaşmayı (Hugo ile Juliette arasındaki yazışma yaklaşık 20 bin gönderiden oluşur), asrî zamanlarda telefonu devreye sokar: Mesafe, aşkın en sağlam sigortası olarak görünür.
Cinsellik düzleminde de. Erkek aramış, kadın bulunmayı beklemiştir. Gövde(ler) çalışmaz, durdurulur. Haz zamanı gelecektir. Arada, kızışma süreci yaşanır: Kıskanç zihin yanar, tutuşur, an gelir yakar, tutuşturur: İmgelem, dönme dolap gibi hızla merkezinin etrafında dönmeye koyulur. Sonra yorgun düşer. Burada da mesafe simgeleri işler, âşık fetişlerden medet umar: Saç teli, mendil, elyazısı mıknatıs gibi çeker onu: Erotizmin anahtar nesneleri.
VI
Mutsuz aşkın diyalektiği, konuyu kapalı bir alana sürüklemiştir. Gövdenin keşfi ve fethi bağlamında farklı değildir yorum türleri. Cinsellik çoğalmayla özdeşleştirilmiş, Din’lerin ve Aile’nin çoğalma arzularının sonuç-edimine indirgenmiştir. Aşk, erotizmi gösterir: Bir tek öteki’ni istemekle yetinme, kendini de iste. Gövdelerarası ilişkide temas teğet’e ayarlanır böylece: İstek, istek olarak kalabilmek için doyum’dan olabildiğince uzak tutulur.
Önce keşif gelir. Keşif, uzun bir hazırlık, özenli bir bakış, ağır ağır gelişen bir yayılma harekâtı demeye gelir. Cinselliğin hedefi soyuttur, yetkin gövdeyi biçimlendirir imgelem haritasında. Erotizmin beslendiği Aşk, arızaları sever, hatta yüceltir: Hedefi nesnellikten büsbütün uzaklaşmıştır.
XX. Seminer’in “Jakobson’a” başlıklı seansını bitirirken, bir yıl öncesine de gönderme yaparak, bir kadına yazdığı mektuptaki yazımsal sürçme nedeniyle bıyıkaltından kendisine eşcinsel olduğunu imâ edenlere “geçen yıl dedikti ya” der Lacan: “İnsan sevdi mi, seks sözkonusu değildir.”
VII
Lacan’ın sözü, aşkın cinsellikle kaynaştırıldığı perspektiflere İskender kılıcı gibi iner. Şaşırtıcı bir yan yoktur oysa, bu önermede: Bütün klâsik ölçütler gelir sözkonusu ayrımı doğrular. Yalnızca kavuşamamanın, buluşamamanın yol açtığı bir kopuş değildir üstelik bu; ters kutupta, kavuşmanın ve buluşmanın durmadan tekrarlandığı, keşfe vakit bırakmayan fethin esas olduğu örneklerde de kopuş geçerlidir: Ne Casanova aşkı yaşama hakkına sahip olabilmiştir, ne de Don Juan ya da Acquitaine dükü Guillaume: Öteki’ni bulamamanın temel gerekçesi kendini gözden kaybetmektir.
Erotizm vakit, sabır, emek isteyen tutku kültürü. Musil’in “Niteliksiz Adam”ın merkezinde, Ulrich-Agatha çiftinin sıradışı ilişkilerinde sınırlarına ışık tuttuğu teğet mantığı. Orada egemen fiiller değişir: Dokunmak, değmek, bakmak ince ayar ister. Bir başka denememde değinmiştim, Musil’in kediler konusundaki gözlemine: Çiftleşme mevsimi gelip geçtiğinde, biribirilerinden hepten uzaklaşmazlar, göz mesafesinden uzaklaşmaksızın yeni konumlar seçerler. Sonra, gene, yakınlaşacaklardır.
Klasik ölçüler böyle de, çağdaşlarınki farklı mı? Batı Avrupa’da yapılan bir araştırma, günümüz insanının Aşk’ı hayvan ve spor tutkusunun, meslek ve serüven tutkusunun hizasına koyduğunu gösteriyor. Melâlden yorgun modernler Tutku’yu “coşku” ve “neşe”yle özdeş sayıyorlar. Aşk, artık kan ve gözyaşı ile yoğrulan bir imge olmaktan çıkıyor. İnsanlar onu yaşamak istiyorlar. Onunla yaşamak. Hayatın bir olanaksızı saymaktan yana değiller Aşk’ı.
Onun olabilirlik payı ne, peki?
Bu olabilirliğin ifade edilme payı var mı?
VIII
Çağın Aşk’a yüklediği çehre büsbütün değişmiş değil elbette: Aşk, onu doğuran nedensiz heyecana (Sartre bile “büyü” saymıştır heyecanı), onu yoğuran tutku gizilgücüne bağlı bir değişmezlik içerir bir yandan. Koşulların, toplumsal bağlamın, ideolojik örgünün değişmesiyle değişemeyen bir mayası olduğu bellidir. “Mutsuz aşkın tarihi”nin yazılmasında kesintiye rastlanmaması bundandır.
Şükûfe Nihal, Domaniç dağlarında, sevdiği adamı genç yaşta yitirmiş olağanüstü güzellikte, bütün erkeklerin etrafında pervâne gibi döndüğü bir kadının öyküsünü derlemiştir. Hiçbir talibine dönüp bakmayacaktır o kadın: “Arslan yatan yere ben köpek bağlayamam”, demiştir.
Bir kere daha Aragon’u çağıracağım: “Aşk, bize güç veren tek özgürlük yitimidir”.
Binbir örnekten bir başkası: Valyum Dönencesi’nde (1991) trajik tutkusunu kaleme alan Patricia Finaly. 1964’te sinema yönetmeni Labarthe’la karşılaşır, yedi yıl süren aşklı ilişkileri bittiğinde, o gün bugün süren karabasanı başlar: Uyku tedavileri, psikanaliz seansları, sakinleştiriciler, hipnoz tedavisi işe yaramaz: “XX. yüzyılda, hekimler hâlâ aşk acısını dindirebilecek bir hap yaratamadılar”, sözü yirmi yıldır hayalet gibi yaşayan ve durmadan Labarthe’ı takip eden, herkesi ona telefon etmeye zorlayan, olup bitenlerden hiçbir pişmanlık duymayan Finaly’ye ait.
IX
Bir yandan da, kendisini kuşatan bütün engellerin içinden geçip sürekliliğini, daha doğrusu sessiz sürekliliğini kazanmanın yolunu arar Aşk.
Yeryüzünde, başlamış, sonunu getirmiş pek çok aşk hikâyesi yaşanmış olsa gerektir.
Başlamış ve bitmiş aşklar düpedüz sıradan hikâyelerdir aslında. Kimi çözülerek, bozgunla; kimi özensizlikten, yorularak; kimi de törpülenip ehlîleştirilerek, kurumsal fanuslar içinde silinip gitmiştir.
Zorlu olan: Kişi’nin kendi içindeki Aşk’ı yaşatmayı bilmesidir şüphesiz.
Daha da zorlu olanı: İki kişinin, karşılıklı, günden güne aynı Aşk’ı beslemeleri, Tutku’ya yaşama hakkı vermeleridir.
Toplumbilimci Jean Duvignaud, “Kişisel hayatta olsun, toplumsal hayatta olsun, Tutku, bir kopuştur” diyor: “Kültürel, dinsel, siyasal ve toplumsal kodlara diklenen bir kırılma, genel yapıların uyumunu bozan bir korku kaynağıdır Tutku – sistemler için”.
İnsan, tutkularına gösterdiği özen ve bağlılık oranında kendi kendisini gerçekleştirme sınırına yaklaşabilir, onu genişletebilir.
Daha, diyebilmek çok önemlidir.
Cogito, Sayı: 4, Bahar 1995
Enis BATUR
Güzel blog
YanıtlaSil