Bir dünya muhaciri idi…
“Resimli
‘Ahmetler’ Tarihi”nde kendisini şöyle tanıtıyordu: “8.02.1958. Ahmet İzzet’ten
olma, Emine’den doğma. / Boşandı. İslam. İçel. Mersin. Mesudiye ve bir sürü /
rakam. Veriliş nedeni. Zayi. Keçiören. Ankara. Nüfus / müdürü adına. Yüzmeyi
kırk yıllık seanslarda öğrenen / bir Akdeniz çocuğu kılı kırk yaran bir
kırkayak / Oğlunun adını ‘Deniz’ koymayı unutmuyor / Sanki sallanan bir kayıkta
en küçük bir dalgada / böğürtüsünden martılar muhacir olacak.”
Asıl adı Ahmet
Bozkurt ama, 1976’da ilk şiirini yayımladığından beri Ahmet Erhan olarak
bilindi. “Günde üç maç yapılan kavurucu sıcakların altında Adana Demirspor’da
Fatih Terim ile aynı takımda epeyce sıyrık bir meşin bir yuvarlağın peşinde”
koştu.
Fatih
Galatasaray’a deplase olurken, o şiire kesilmiş bir süt kadar buruk yıllar
bıraktı ardında... Futbolda değil de at yarışlarında dizginledi heyecanını. Bu
yüzden şiirinde sözcükleri duygusallık ile duyarlılık arasında yarıştırdı.
İlk kez 80’li
yılların başında Yaşar Miraç’ın gençler adına düzenlediği “Yeni Türkü Şiir
Yarışması” nedeniyle mi yüz yüze gelmiştik?
Sonraları, ben
Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü için Ankara’ya ayak bastığımda ortak arkadaşımız
sevgili Işık Kansu’nun bereketi tükenmez sofrasında mı?
Nadirattan da
olsa “beş bin kasa bira üç bin kasa rakı iki bin beş yüz kasa şarap ve konyak
ve votka”ya birkaç şişe daha eklediğimiz o uzuuun Ankara gecelerini nasıl
unuturum?
İlk şiirleriyle
ülkesinin alacakaranlığını ışığa boğdu ve o ışığın meşalesi hiç sönmedi
yazdıklarında.
Yetmişli,
seksenli yılların genç kuşakları sardunya nasıl açar şiirlerde, çakıl taşı
hangi denizi yurt edinir, onun şiirlerinden öğrendi.
Yalnız kiraz
mevsiminde rakı içmedi; tufanını alnında taşıyordu çünkü.
Ülkesini
anlatırken kendisini de ihmal etmedi. Yaşamına ve yaşadıklarına ayna tuttu
şiirlerinde…
Bu yüzden de
şiirinin dip sularında kendi özel tarihi ile “sevgili yurdu”nun tarihi iç içe,
aynı sayfalarda kulaç atmakta…
Beton
kümbetlerden oluşmuş kentlerde kimi zaman bir yılkı atı misali dolaştı; kimi
zaman satılığa çıkardı yalnızlığıyla örselenmiş “hasarlı” hayatını…
Müzmin bir
muhacirdi. İstanbul’a hicretinden sonra daha sık buluşur olduk. İstanbul’dan
kaçıp sevgisine sığındığı Hacer ile Silivri’ye yerleşmişti. Turgay Fişekçi,
Erdal Alova ile bir Tekirdağ’a kaçırdığımız oldu, bir başka gün Ferruh Tunç’u
da alarak Silivri’ye...
Bana “Baba”
derdi, ben ona “Ahmet Abi”...
Gökyüzüne,
toprağa ve denize inanırdı.
Şiire inanırdı
en çok da…
Kendisine, Ahmet
Erhan oluşuna bir de…
Birgün, 8 Ağustos 2013
Refik Durbaş
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder