BİN
UÇURUM BİN ANKA
uzak bir adamın içinde bin anka
bin yangın bin varoluş bin tezat
bin dünya bin dünyaya yetecek kadar
yarına çıkarsa çatlayan nefes
akıllı bir kadının gözlerinde fer olur
varolan ve varolacağını bildiği her şey
onu kaybetmektir korkunun
en acı yanı
bir gülün ensesindeki heves
çaresiz bir dağa yaslanmaktır
sen susarsan kem gözlere yarar bu
konuşursan varlığımın ilhamı
ve sen ellerinle gülen kadın
öksüzlüğüme vereceğin kanatla
uçar gideriz ya varılmaz kaf dağına
bir ipte iki cambaz
biliriz de bu sözü
ikiden iki çıksa bir kalır
bir duvarı yıkmadan diğerine yaslanmak
yazgısı en gaddar adamın
boynundaki yağlı ilmektir
bir ankayı uçurmak yıldızlara çıkmaktır
ay döner sarmaşıkla
güneş bakarsın tutar dağları eritir
içimde yarım kalmış ağıtı kime yaksam
dili tutulur
bir gölgenin hatırı
bin yıl çıkmaz demişler
içimiz ateşlense yanan yer dilimizdir
çürük meyveler gibi dudağımda bir nasır
kessem koparsam naçar
can kuşuma dokunur
bana sokağın türküsünü söyle şimdi
bin uçurum bu yanımda göverir
inandım kadının içinde ışık
meyledilen bir anka yarasıdır
şehri küskün adımlarla öptüm
sağ yanağım yoruldu sol kanadım kırılır
vur beni öldür beni
korktuğun su sesinden
bin kere gel iç beni
ben bugün isyanımı
çatlamış nar kabuğuna saklasam
tarifi iflah olan bin neşter vur
her anım çatlamış bir tay
ayaklarımın battığı balçık
nurunla boğ beni nurunla çoğalt
gülüşün bir ordu su başlarında
sekerek atladığım bin dağ
buğday sarısı bin başak
değerse nefesim nefesine
o zaman inan
korkmayacağım
bu çıplak seherlerde öten her kuş
diyor kim vursa bir daha ölmeyeceğim
28
mart 2012
Müştehir Karakaya
ÇİZ
/ İK
güller dökülüyor kalemimden yâr
çiçek alır mısın ellilik gülzâr
beklediğim yollar hamal bohçası
boyalı fırçalar renkli kokular
çizmek için acının her resmini
en kalın yanıyla bir zeytin bir nar
dişleri beyaz bir gelinciktir yaşam
şehrin ortasında yorgun bir duvar
gecelerin yollarını biriktiriyorum
yüzüm çizik bir merminin yivinde karar
sırlarımı dökerken vurmalı mıdır
bir kadının ayak bileklerindeki kar
uzansan ellerini üşütür yağmur
sığmaz yağmurlarım odalar çok dar
Müştehir Karakaya
DEDİLER
şansımı bir yol kenarında buldum
aşkın hârına dal da gel dediler
göz gözü görmedi, balık ağa takıldı
bir elifin kâmetini yor da gel dediler
karanlık kuytu, geceler hep biçare
ak koyunun sütünü sağ da gel dediler
beni yoran âh, ellerin beyazlığı
yürek yangınını kor da gel dediler
nasibim yok dergâhda yüzüm bulanık
dön geriden günahını sor da gel dediler
can çekişir uzuvlarım bahtım kapı kilidi
ölümlüsün, ecelini al da gel dediler
biçareyim dilim yoktur sormaya ah edeyim
bir zincirin halkasına sar da gel dediler
Aralık 2002
Müştehir Karakaya
ELLİNCİ
BASAMAK
ey elli yaşımın hergelesi
bir sahte mutluluk neyine gerek
hani uçuktun kaçıktın ufacıktın
dört uzun geceden nergis kopararaktan
şehirleri dürttün tozuttun
üzerine buz örttün aldığın yaraların
temmuzlarda dondun / aralıklarda ayıldın
bir gülücükken sevdan küçücük
öldürdün yemyeşil vahalarda
sevimsiz gölgelerin içindeki ateşi
tuttun bir öpücükle
derin kuyulara attın
gel bu yaşın sırlarını
ince bir urgana un diye serpelim
geçmişten gelen onaltıyı çıkaralım
onbeşi de dişleri beyaz kuşlara olsun
kalan ondokuzundan onunu kurt kaptı
üçünü de bir yaraya sarıp sarmaladılar
ikisi darı ambarına dadanan
sersem bir tavuğun düşleri gibi
dünya ve ahret arası bir şey
ikisi yek ile yeksan
yeni bir dünya sanılan
geri kalan ikisi
bakarken elleri namlu adamların kurduğu
pusu
bir apolet savaşına karşı dik ve mağrur
yıkılmış kaşlarla ama maviyi de siyaha
örterek
birbuçuk demirle gevşek ellerine vurdun
yarım asırlık hürriyetimi yırttım
ne ruhum bir vatan
ne beyaz haberlerimin habercileri
mağara gölgelerinde mesken artık
şıktım şımarıktım apak sayfalar
sıcak bir somun görseydim baygınlık
tuttum bütün gölgelerimi duvara astım
tepeden tırnağa kahırla gamla
doruktan aşağı yuvarlayarak
yılların kamburunu ata ata
kapkara bir çerçeve yarattım
işte öyle oldu dün ile bugün
yarın altın saçlı güneşe sarılsam da
üşürüm
bir gizem saklıdır içinde bunun
yapraklarında ayrılık rüzgarı bir ağaç
köpükleri donmuş maziden bir nehir
buz dağlarında nice ninniler besteleyen
okyanus
sabahtır akşamdır
hangi vakittir bilinmez
bilinmez böyle oldu
dün sağanak yağmurdu
bugün bulut
2 kasım 2012
gecenin sesi uykularımı bölüyor
mutluluğun son deminde uyanıyorum
ben sustukça isyan çıkıyor, sadece: isyan!
Müştehir Karakaya
GECENİN
İÇİNDEN GELEN PERİ
I
çizmelerini parlatıyordu bir peri
gecenin içinden gelerek
deştikçe derinleşen onulmaz bir yaranın
hıncını çıkarıyorken benden
sürmeli bir dolunay
beklemenin afetini tekrar yaşamak adına
bir panayır yerine dönerken dünya
dünya ve dolunayın sürmeli saçları
kime geçerse geçsin şölen sırası
ben yine bir söylev çekerim
benim sıram geçer
olgun yemişler sunarken cariyeler
meyler, şaraplar dökülürken yerlere
susmazken sabaha dek
sazendelerin sazları
gecenin içinden gelen peri
çizmelerini parlatıyordu
sessizlik dil yarası
kabuslarla biten geceler sonu
hıncahınç gözlerimin yasını kimse tutmaz
sana adaklar adayayım tanrım
beni yaralama
bir yanardağ gibi fışkırsın
bırakma serin yaz akşamlarına
içimdeki kini
şehrin kapılarında sessizlik celladım
söz atlılarını tepelemekte
vakit onulmaz bir çıban gibi
fildişi kadehlerden saçtı üzüm sularını
toplamaya durmuş sakiler
benden bihaber
sessizlik bendini aşayım derken
ayak sesimi içime gömmekteyim
tanrım biliyorsun ya
bir ihanet sızısıdır sessizliğim
II
her yanıyla sarhoş bu gece
cümbüşün tam ortasında
kıvrılıyor ateş topu
gecelerimin acı sevgilisi sürmeli ay hey
ondördünde bir gelin
saçlarını örünce ne güzel örüyor
şüphesi kol geziyor içimde bir fahişe
derdimi bin parçaya bölmüşüm
kinimi
mavi bakışlı bir ihanete bağışlamışım
rabbim dilerse bu gece
içimi dökmeliyim
kelamın kadrini bilene bilemişim
tufanın bir nuh'u beklediği kesin
içimde debelenen herbiri bir çift hayvan
nefsimin azgınıdır kudurtur canetimi
depderin bir kuyunun keskin taşları
çıkrığın kemendini kemiredursun
düşlerimde bir kurşun
vurulurken ansızın
geceden gelen peri
gecenin düşleri arsız
şüphe kurdu dişlerken bedenimi
beni aklımın çukurunda boğan
kahpe bir yanılgıdan korkarım
III
kızınca ter basıyor gözlerimi
hayat iksiri bir tramplen canbazı
hop kaldırıp hop indiriyor
arenanın tam ortasında
ne zaman ayak izlerini sürsem bir dervişin
sonunda bir işret kapısına dayanıyor
ihanetim hey
sen geliyorsun ve beni hançerliyorsun
bir kanser virüsü yiyip bitiriyor
ruhumun son yarısını
bir ismail kimsesizliği benimkisi
ya da bir ibrahim babalığı ferasetin
cürmüm, hayretim ve sarhoşluğum
benden bir bedel arzula
beni ye, beni bitir
beni yeniden doğur
beni yorgun bir kral yap
IV
kabuslar böledursun uykularımı sabaha dek
ısırgan kaygılarımı elevermenin
beni kurtaracağını kim bilebilir
ihanet beni boğuyorsa
bir bakışın ayrımına vur
kul köle et
vur ki suskunluğum bozulsun
ya beni azat et
ya öldür beni
tanrım beni bağışla
günahım sadece seni yadsımak değil
can kafesim cenderesinde isyanın
bir şahin pençesi gibi
ruhumu kapan bir ölümsüzlük isteği
senin üflediğin nefes
ve balçıktan inşa ettiğin bedenim
ancak öfkemin galip gelmesine razı
bu büyük suçsa şayet
kahredici azapları hakettim
gecenin içinden gelen peri
suskunluğumu bozmayacaksa eğer
büyük günah işledim
tanrım bağışla sözlerimi
ya beni azat et
ya öldür beni
mart '2000
Müştehir Karakaya
İÇİMDEKİ
ŞEHRİ YAKTIĞIMDA NİSAN DEĞİLDİ
içimdeki şehri yıktığında
nisan değildi, biliyorum
bir yağmuru çok çok
damdaki kediler sevmez
cehennem olsa iki yanımız
içimizdeki cennete koşalım
ah ne olacak bu üçü/lem
sol yanında sancı var
sağ yanına dön de gel
içimdeki şehri yaktığında
nisan değildi, biliyorum
ölümü ve aşkı
öper gibi gel büyütelim
yorgun bedenlere sığınan gece
ikilemi şüphesiz canla cananın
iğne deliğine zamanın
kalın bir ip geçirmektir asıl hüner
elini uzattığın elin kolları kesik
bana dönsen
uçurumdur her yanım
içimdeki şehri yokladığında
nisan değildi, biliyorum
bu çıbanı kanatırsan
aynı ruhun elemini duyarsın
akıldan akıla yol varsa eğer
çok yağmurlar yağar
sen bu aşkın tarifinde var isen
iki de bir, üçü de bir
altı da bir, onu da
belki yoktur yüreğinde bir tufan
ancak gerçek
kor teninde yol olur
Nisan 2009
Müştehir Karakaya
İSTANBUL’A
KAR DÜŞÜ
istanbul'a kar yağıyor hey hey hey
tramvay vagonunda gençkız gülümsemeleri
el sallıyor bir kadın sevincinde geç kalmış
ağaçların ak düşen saçlarına bakıyor
garip bir adam başı koynuna sokuluyor
açmış kulaklarını tomurcuk göğüslere hey
hey hey
istanbul'a kar yağıyor
sülük gibi yapışkan çamur
saldırıyor paçalarıma
topkapı'nın arka sokaklarında
hey hey hey
bu ne biçim istanbul
soğuk ve ayaz bir yüzü var herkesin
gülümseyen kar gibi gülümsüyor
soğuk kulağıma değiyor jilet gibi
gri bir tonda seyrediyor kar
kirli bir el yapışıyor martılara
aman diyor çocuklu bir kadın
martılar kirlenmiş sahil bekçilerinden
kar yağsa sıcak sıcak
martıları sonunda seveceğim
kubbelerde bir duman grileşiyor
istanbul'a kar yağıyor hey hey hey
kalleş bir soğuk koynumda oynaşıyor
dokunuyor zarif parmakçıklar tuşlarıma
bir gençkızın elleri gözlerinden serindir
evinden etmiştir kesin bir adamın nabzını
boynundaki salıncakta sallıyor
kendini asınca yüksek binalar
böyle zulüm görmedi istanbul ayakları
burda insem ne çıkar araçlar sele teslim
ya topkapı burası, ya da ben görmüyorum
kızın elleri nemli saçını kaşımaktan
incitiyor etimi kırağı tutmuş eller
bıçak gibi kesiyor soğuğun keskin eli
ağaçlar yorgun argın
karbeyaz sevişiyor
istanbul'a kar yağıyor
hey hey hey
topkapı sur içinde bir çay içesim
naylon duvarlı çayevinde
garson kızın eli ince belli
çay gece kadar karanlık
otel odaları kadar duyarlı
kadın pazarlayan adam beni polis sanıyor
odam soğuyor kokular arasında
bu böyle yazılmıştır istanbul'un kaderi
istanbul'a kar yağıyor hey hey hey
yetim kalan bir çocuk gibi üşüyor şehir
yorgun kaldırımlarda ayaklarım da yorgun
içimden dağlıyorlar bin parçayım hey hey
hey
beni polis sanıyor böyle adam hey hey hey
kimse aldırmıyor sigara dumanına
naylon duvarlarından sır dökülüyor hey hey
hey
topkapı sur içinde bir kadın satılıyor
uzuvlarım kangren otel odalarında
istanbul'a kar yağıyor hey hey hey
bu sabah üsküdür'da ayıldım ışıklarla
bir adamın sırtında deniz dalgası vardı
sabah sabah bir ayyaş denize küsüyordu
analar saçlarından yağmuru tarıyordu
Ocak 2004
Müştehir Karakaya
KIŞ
ÜŞÜMESİ
bulutum ol gölgelendir
yağmurum ol yağ bana
kıpkızıl bir rüzgar ol es
içimizde ayıklanmamış tortular
penceremize konan kuşlar
ve ardında kış üşür
“yağmur yağmuru yudumluyor”
diyor kızıl bir kadın
tenha bir şafaktır gözümüzü yuman
içindeki acıdan biraz da bana içir
gözlerinden bir damla
yaş akıtsan kalbime
elif, lam ve ateş
her suyun akışındaki lezzet
notaları sökülmüş bir dize kan bırakır
“sıkıl ey ruhum, (belki) açılırsın!”
bir notadan parçalanır yüreğim
asi bir göz kırpmasıdır şimdi ölüm
karbeyaz bir sevişmedir
bir adam ki saatinin yelkovanını
coşkusundan
alnındaki biriken terde unutur
habire yağmur yağar üstüne
habire ağlar
birileri mutlu olsun diye
bir de görür ki bu kuş
bir bulutun gölgesine sığınır
kardığım tüm renklerin
alıcıları bitti
şimdi ben yağmurumu
bir nimpanın nergisde açan
sarı yaprağına bıraksam
kimbilir hangi deniz
suyunu yutuverir
bir poyraz bu bulutu dağıtınca anladım
başımda kış sesi var
doğarken aynı zaman
her bir yaz’da ölmüşüm
Şubat 2010
Müştehir Karakaya
KÖREBE
uzaktan bakınca biz
iki i ve iki e‟yiz
yakından ölümlüyüz aynı kaptan içince
süslerimi takındım takıştırdım
biz uzaktan bakınca
gözü kör olmuş a‟yız
hanidir görkeminden ilenç olmuş körebe
bir akşam ağlamaklı
böldü sesimi sesi / biz
iki e‟den
birini kucağına
doldurdum
beni vurdu da temmuz
ayırdım eksenimi sesler sesleri biçti
biz uzaktan bakınca
bir dirhem bir çekirdek
bizi bağlayan şeyse
tanrının kol düğmesi
biz aynadan bakınca
kör olmuş bebeleriz
Akatalpa,
Sayı: 162, Haziran 2013
Müştehir Karakaya
OTUZ
ANKAYA OTUZÜÇ ADIM
bildim ki
içimde yara alan ankalar var
tutuşturarak dibimizdeki teleği
kol düğmelerini yuttu büyük ejderha
naçarım mecal yok yola çıkmaya
kırık dökük gök merdivenlerini
otuz anka için otuzüç adım
sayarken dilime yılanlar soktu
bedenimdeki taşlar misket bombası
elimde darası düşük ince ayar
yoğurduğum kan ve irin
belamı verdi
bildim ki
bütün kuşlar yalan
bütün elbiseler kirli
sahibimin atını yel vurdu
toz duman içinde bayıldı gelin
şirindi elmanın kurdu
beni boğazlayan
bir anka vadide gözünü yumdu
beş kurşun atımlık hedefim mi var
senden bana gelen kırmızı oluk
sahibim kendini ilk önce vurdu
atladım sonrası anka sırtından
bütün ezberlerim piç
bildim ki
eskici yüküydü talan
bütün sihirleri iptal ettim
iki yolun tam ortasındakileri
çünkü ben
kendine zararlı her putun düşmanıyım
bir anka candan içse
candan geçer bin adım
artakalan sofradan yiyen bir saraylıyım
şiirlerdir servetim dünyada kalan malım
her birini bir ankanın
teleğiyle yazdıradurur Allah
doğunun da batının da sahibi o
ikisinin arasında ben adım adım
bildim ki
hiç olmayacak artık
iki dünyası da kararmış
ak karganın çamurlu sularda yürüyüşü
hiç uçak kalkmayacak fezaya
ellerinin sihri
diz kapaklarımı yoklamayacak
politan bir şehrin yüz güzelleri
aynalarını gölgeme sinmiş ağaçla kıracaklar
hiç gelmeyecek mavilim mavişelim
çiçeklerimin her gün öldüğünü gördüler
adımımı saysalar dörtyüzkırkdört
diğer bir anlamın adıdır kimdir adım
kadim bir gelenekten kehanetle ördüler
sen kırmızı bildin mi
al giyinmiş tenine lacivertin
bildim ki
otuz ankanın otuzuna da
otuz üç adımı da sıralamışım hayret
hayret / öküzleşmeden öce buzağı kulağına
takılan yemyeşil bir delilmiş
bir düş görmeliyim dedim
birini bir ankaya dört adım
baktım içimdeki hörgücün kapağı açılmış
anakaraları kim boyadı karaya
kim gözlerin üstündeki mili çizdi, kim
düşte seni görmeliyim önce ellerini
sonra kalblerde yer eden en derin haini
sana su içiren bir saki gelmeliydi
bir meyhaneci çırağı
ama baba adam gibi yemeliydi
uluorta serdiğin nefis nimetlerini
düş bu ya
acemiye destan
gün görmüşe kara bir yazgı olur
deryada boğulmaya korkan her fanide
bildim ki düş
adamı yiyen bir ayrılıştır
kefenini yırtmasan
rüzgarın boynuzuyla düştü daldaki adam
haziran-temmuz 2012
Müştehir Karakaya
ÖLÜM
KAPISI
bir taşın bir taşa
ne dediğini duymasam
ölürüm
çakır gözler kadar
bakışın büyülü atlası
güneşin doğuşu kadar tenha
ayrılışın ipini koparan kuyu
sensizim
içimde ölen her yara
buluttur öznesi tarumar eder
bir kavil
tarihten
özünde nurdur
toprak örter gölgesinde cenini
saçlar şöhretinin mührünü taşır
hercai gülüşle tepret bendini
ayıkla yeşili ölüm morundan
ayağım nicedir
bir taşa değdiğini
ve ölüm konuştuğunu
ve taşın
bugünün neden ölüm koktuğunu
şerhetsem not düşsem
söylesem mi ki
al benim cefamı
kes günahımı
ölüm kollarımda
bebe uykusu
13 Nisan 2012
Müştehir Karakaya
ÖLÜM
MELEĞİ
ölüm, bir meleğin kanadından düşmüştür
gök yarılmıştır, sevinç insanların kehaneti
aynı suda adam ve kadın boğuluyor
ben her gün tanrım
mecnun olayım diye bekliyorum
ve yağmur yağıyordu
ey hırçın çocuk senin aklın yok
ıslanırken eylüle ve hazana darılma
şehri sevdiğim kadar seni sevdiğime darılma
ben öpülmüş bir elin son halkasıyım
köleler bir bakıma benim gözlerimle hür
olur
çıkınımda bir mermi kalmıştır
adına ithaf ediyorum
şehrin örtüsünü kaldırdığım gece
belleğimin en mahrem yerine bu mermiyi
astım
ceplerimde ayetler okunmadan soluyor
içtiğim acı ilaçlar bedenimde sarhoş
bir gece yusuf oluyorum, züleyha ihaneti
bir gece zîn'in gölgesinde kayboluyorum
her kahraman biraz aptal
bunu sezdim sesinden
karanlık ayaklarıma dolanıyor, hayret
kimim ben, sen uzaktasın şehirden
şehrin ayaklarıyla yürüdün mü gittin
yüzleri yamanmış çetelerin mi bu beden
ey benim ince dokunmuş yeleğimin nakışı
göğsümden sökülmeye neden melek çağırdın
belki bu ıssız çöllere yağdırırlar yağmuru
belki benim yağmurum çölünde serap olur
ölüm meleğim olur belki hain bir kadın
Ağustos 2004
Müştehir Karakaya
SENİN
GİBİSİ OLMAYACAK
senin kahrından bir gün çatlayacağım
ölümüm senin elinden olacak
ben kaçacağım ama hep kaçacağım
yorulacağım ama pes etmeyeceğim
ben kaçacağım ama hep kaçacağım
yorulacağım ama pes etmeyeceğim
kahrından ölüp ölüp dirileceğim
bu şehrin, bu kimsesizliğin içinde
senin gibisi olmayacak
ölümü beklerken gibi beklemek
yarama tuz biber olmayacak
seni gördükçe haykıracağım
ölümüm senin elinden olacak, bileceğim
saçlarım uzayacak kesmeyeceğim
ellerimin nasırı öğretmeyecek
seni hiç bir zaman, seni hiç
senin karanlığında boğulacağım
aydınlık günüm hiç olmayacak
senden kaçar gibi kaçacağım bu şehirden
yorulacağım ama inkar etmeyeceğim
bu günü, bu geceyi
senin adınla anmayacağım belki
senin gibisi olmayacak
bir gün senin kahrından çatlayacağım
ellerim yumulacak sonra ayılacağım
yollarımda meyler, meyhaneler
kimbilir dar sokaklar olacak
yalvaracağım ama pes etmeyeceğim
mavi gömleğim belki hiç olmayacak
hazanla sararıp solacak
baharla yağmur olup düşeceğim
belki sen hiç bu kadar sen
ben hiç bu kadar ben olmayacağım
ama ölümüm senin elinden olacak
bu şehri tarayacağım saçlarından
yağmur yağacak, ağlayacağım
bir nisan gününe sarmalayıp götürecekler
kollarım yorulacak ve düşecekler
şehrin ve senin karanlığında boğacaklar
belki dinmeyecek isyanım
senin gibisi olmayacak
ben kirletilmiş kağıtların hainiyim
senin şımartılmış gülüşlerine kanmam
çünkü beni sen öldürmelisin
her bahar sen vurmalısın önce arkamdan
sen yummalısın en son, gözlerim kahverengi
kırmızı bir yumruk sıkmalısın mavi
düşlerime
daha çok bilmelisin kahrından öldüğümü
her gece sana yorulduğumu
her gece sensiz uyandığımı
benim adımı kirlettiğini
bir ölünün ardındaki sır gibi
hangi gece yorulduğumu, yorulmadığımı
neden, neden benim gözlerimin kirli
baktığını
beni sen yıkmalısın durduğum yerden
bana kudurmuş bir şehir yeşili bıraktığını
çatlayacağım ama pes etmeyeceğim
ömrüm hep çağlayanlarla geçti
sığ suları adımlayamam bu yüzden
geçsem de mahşeri kalabalıktan
senin gibisi olmayacak
Müştehir Karakaya