(17 Kasım 1967
(Nüfusta 1 Ocak 1968), Sünlük köyü, İhsaniye /Kastamonu - )
Asıl adı Ali Değirmenci’dir. Erencan Yüksel, Emre Yetkin, Muharrem
Çağlayan adlarını da kullandı. Kastamonu Hisarardı İlkokulu’nu (1979), Merkez Ortaokulu’nu
(1982), Kastamonu Ticaret Lisesi’ni (1985) bitirdi. Mimar Sinan Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (1990) mezunu. Yüksek
lisansını Sivas Cumhuriyet Üniversitesi’nde “II Abdülhamid Dönemi Matbuat
Hayatı ve Mâlûmat Mecmuası” adlı tezle tamamladı. 1990 yılında Sivas’ta
liselerde öğretmenlik yapmaya başladı. 1997 yılında özel eğitim kurumlarında
çalışmaya başladı. 2001 yılından itibaren on yıl Ankara’da yaşadı. 2011 yılında
İstanbul’a taşındı. Evli ve iki çocuk babası.
Sivas’ta Edebî Pankart adlı bir derginin yayımına katkıda bulundu.
Kırklar dergisinin yayın danışmanlığını yaptı. İlk sayısı Ağustos 2016’da çıkan
Temmuz dergisinin ilk 12 sayısında yayın yönetmenliği görevini yürüttü.
Şiirleri, yazıları ve söyleşileri Cins,
Dergâh, Derkenar, Edebi Pankart, Edebiyat Ortamı, Endülüs, Fayrap, Hece, İtibar,
İzdiham, Karagöz, Kayıtlar, Kırklar, Mahalle Mektebi, Merdiven, Muştu, Post
Öykü, Sağduyu, Sayha, Tasfiye, Temmuz, Umran, Yedi İklim, Yeni Şafak, Yolcu gibi dergi ve gazetelerde yayımlandı.
Şiir
Kitapları:
& Kıyamet Mevsimleri (1998,
Şule Yayınları, İst., 70 s.)
& Milyon Sesli Mızıka (2001,
Birey Yayınları, İst.)
& Onarılmış Yas Bitiği (2008,
Hece Yayınları, Ank.; Genişletilmiş 2. Baskı: 2016, İz Yayıncılık, İst., 88 s.)
& Yeryüzüne Dağılan (2012,
Okur Kitaplığı, İst., 88 s.)
& Meryem’in Yokluğunda
(2017, Temmuz Kitap, İst., 88 s.)
İnceleme Kitapları:
& Şiirin Saçağı Altında
(2015, İz Yayıncılık, İst., 272 s.)
& Şiirimizde Ortadoğu (2016,
Temmuz Kitap, İst., 174 s.)
Romanları:
& Nureddin Zengi (2017,
Temmuz Kitap, İst., 416 s.)
Hakkında
Yazılan Yazılardan Alıntılar:
/ “Edebî tavrı, duruşuyla bir yanıt veriyor dünyaya Ali
Emre. İktidar karşıtı ve antiemperyalist tutumuyla, muhalifliğin tutarlı
örneklerini koyuyor ortaya.”
Veysel Çolak
/ “Unutulmaz
şiirleri; her biri ayrı bir hoşluk uyandıran, mısra-ı berceste olarak
nitelenebilecek kusursuz dizeleri var.”
Turan Karataş
/ “Ali Emre'nin
şiirlerinde kelimelerden meydana gelmiş bir nar var ve bu nar; kitabın ilk
sayfası açılır açılmaz bütün ihtişamıyla kendini gösteriyor.”
İbrahim Tenekeci
/ “Dönemin baskın
karakterinin aksine, sığınağını sevgiliden çok çocukluktan üreten bir şair Ali
Emre.”
Osman Özbahçe
/ “Onarılmış Yas
Bitiği güzel bir şiir kitabına ad olmakla birlikte Ali Emre şiirinin hızlı bir
değişime doğru gittiğinin de habercisidir. Kıyamet Mevsimleri'nden Milyon Sesli
Mızıka'ya, oradan da Onarılmış Yas Bitiği'ne uzanan macerada soyutla somut
arasında bir didişmeye tanık oluyoruz. Onarılmış Yas Bitiği böyle tek bir
kelimeye sığdırılabilecek bir kitap değil. Belki benzerleriyle karıştırılmaması
gereken bir epik ve lirik sesten bahsedilebilir. Sesi ve sözü gittikçe çoğalmış
bir şairle karşı karşıyayız. İroni ve yergide aşkın, göksel eda Emre'yi Cemal
Süreya'nın kısıtlı dünyasının çok daha üzerine çıkarmıştır. Politik, devrimci
söylem, güncel zamana dair yaşananlar Ali Emre şiirinde "söylem"
olmanın üzerinde ustalıkla özgün bir söyleyişe dönüşüyor.”
Hüseyin Akın
/ “Derin bir bakış açısıyla durağanlığın her bir
anından en küçük kıpırtıya bulup çıkarmanın, oradan şiire varmanın metropollere
nazaran ne kadar güç olduğunu Ali Emre de mutlaka bilir. Nitekim o daha ilk kitabıyla
bu sıkıntının pekâla aşılabileceğini gösterdi bize.”
Ali Ayçil
J “Ali Emre, Kıyamet
Mevsimleri ile başlayan; zaman zaman bireysel, toplumcu ama her zaman insansal
olan şiir ırmağı kaynağını hiç kurutmaz, suyunu daha da çoğaltarak, yatağını
genişleterek akar. Protest, başkaldırı şiiri yazarken bile insansal olanı,
şairlere yakışan o ince duyarlığı şiirine yedirmeyi önemser. Epik bir bilinç
ile kara bir lirizm iç içedir.”
Asım Öz
/ “Ali Emre yüksek
sesli, isyanı öne çıkaran şiirlere zaman zaman meyletse de aslında sessiz ve
derinlikli şiirlerde daha başarılı gibi geliyor bana. Ya da ben bu tür
şiirlerini daha çok seviyorum.”
Mustafa Aydoğan
/ “Hem konuşur gibi
yazmayı biliyor, hem içinde yaşadığı dünyanın girdiği türlü modern şekillerin
yol açtığı bireysel ve toplumsal tahribatı temelden kavrayan sıkı bir siyasi
bilinci dolaşıma sokacak birikime sahip bir şair.”
Ali Celep
/ “Ali Emre şiirinin
esbab-ı mucibesi, "hiçbir tasmanın güzel olmadığı" realitesidir. Ali
Emre şiirinde tarihle, statükoyla, adaletsizliklerle, yılgınlıklarla
hesaplaşıyor. "Şiir ya duadır ya da bedduadır." Diyen Paul Valery'i
hatırlatıyor bu tutum. Konfor vaat etmiyor şair.”
Suavi Kemal Yazgıç
/ “Eleştiren,
eleştirdiği gibi rahatsız olduğu gerçekleri de bize usuldan fısıldayan bir
şair. Yine de özünü koruyor her defasında. Çizdiği tipler bize tanıdık geliyor.
Çünkü şair, üstten değil hemen yanı başımızdan gözetliyor dünyayı ve hayatımızdan
çekine çekile yiten bütün o iyi şeyler için bir tür tapu sicil kaydı tutuyor.
İlk kitabından bu yana sürdürdüğü “melek” ve “çocuk” imgesiyle saflığın ve el
değmemişliğin, kirletilmemişliğin altını çiziyor sık sık. Özellikle doksandan
sonra artan bu ortak imgeleri kullanarak, saflığımıza dönemediğimizi, modern
hayatın kirli ve ezici çarklarının arasına sıkışıp kaldığımızı tekrardan
hatırlatıyor bize.”
Mustafa Akar
/ “Son on yılın şiir
yazanları içinde dikkati çeken bir isim Ali Emre. Dergilerde imzası altında
gördüğüm şiirleri okumayı ihmal etmediğim, değer verdiğim bir şair. Kendi
kuşağı içinde de ayırt edilen bir özgünlüğü var.”
Turan Karataş
Şiirlerinden
Seçmeler:
ACI
Yığılıp kalakalmış
bir
başına sokakta.
Uçurtma ipi tutar gibi bir eli
geziniyor boşlukta.
Üstü başı
bir tutam çocuk.
Müslüman bir çığlık
seyirtiyor boğazına, hışımla.
Hem nasıl da güzel ışıldıyor
kara gözleri daha.
Diz kırıp el açmış
ağlıyor, dünyanın bütün
soylu ve güzel kızları.
Ağlıyor tertemiz
ve imlâsız, yanında.
Kalakalmış uygar dünyada
bir başına, yaralı.
Epeyce
Bosnalı
Filistinli bir parça.
Dergâh,
Sayı: 72
AFİFE
Sevmek biraz ölümdür. hele yaşlandıkça
ne çok seyrederiz, mûnis
ve kimsesiz odalarda kendimizi.
Ah! Ben sizi taşrada, çok önceleri
bir romanda tanımıştım, biraz Halit Ziya
öldürmüştü sizi, biraz Reşat Nuri
Oysa ben Milas’ı hiç görmedim ama hiç
dilsiz bir yurt odasında düşledim
Beylerbeyi’nde ağladığımız evi.
Örselenmiş ve çabuk büyümüştünüz,
birdenbire
hani o müzmin ‘ateş gecesi’
yahut gecikmiş bir zemheri.
Mendil işler, nasıl da kötü öksürürdü
eltiniz
kirli gülüşler, esnaf ve zabit gözler
içre geçti yıllar: Mutsuz.... veremli
Sevmek en çok ölümdür.. ve narin bir melek
gelir gibi düşer göğsümüzden
ömrün en güzel kelebeği
Dergâh,
86
AMERİKA ORTADOĞU’DA
I
Düdük üç kere öttü, dipçik beş kez indi
kapıya, derken
Gümüş bir ses duyuldu, ölümlülerin en
güzelinden.
II
İtişip duran askerler, hırlayan semiz
köpekler avluda
Ne yumuşak bir müzik ne o soğuk kupalar
Buklelerin incitip pembeleştirdiği alınlar,
narin omuzlar
Biraz önce öpülerek örselenmiş esmer
yanaklar
Fırıl fırıl dönen gözlere bırakıyor birden
yerini.
Kent hurması kızlara, içi cız eden
bakirelere
Merhem olmaz artık gecenin o yeğnilten
haşhaşı
İncik boncukla büyümüş kibar ve hödük
beyzadelere
Badem bıyıklı hafızlara, yolunmuş çayır
kokan dullara
Diz dövdürüp döş yumruklatır şimdi
Golyat hışmıyla bütün kapıları tutan
barbar.
III
Mücevher ve haşerat dolu dev bir kutudan
Kekre soluğu yayılıyor işte bütün
arabistan’ın.
Kaplumbağa ile fil kaynaşıyor birden
İbni Selül’le Frank Sinatra, kola ile
zemzem
Kaynayan çikolata dumanları içinde köz
Enfiye kutuları, büyük yelpazeler,
entariler
/Yüz görümlüğü hediyesi mübarek şeyhimin/
Cariyeler, petrdolarlar, daha nice bok püsür.
Kimi tahttan iniyor işte usulca, kimi
Uzatıyor naza çekmeden kellesini taslarda.
Borsadan yahut isviçre’den
Huzurla döndüğü zamanları anımsayarak.
Kimi daha dün göstermelik seçimlerde
kullandığı
Bayrakları, flamanları, broşürleri arkasına
saklayarak
Koşup abanıyor rütbesi büyük bir sırıtkanın
ayaklarına:
-Nasılsınız efendim!
-Ne güzel bir sürpriz, ne alırdınız, bu
kızım Leyla!
-Duymamışız geldiğinizi, ezan seslerinden
olacak!
“Yeryüzüne
Dağılan” adlı kitabından
AYIPTIR
SÖYLEMESİ
Dilinde nihayet tüy bitti. Şiirin o güzelim
eğni kirlendi:
Ne dumanlı vadiler dökülür silkseler şimdi
yırtık ceplerini
Fincancı katırları, küfürbaz çeteler
geçidi, bungun mandrake okulu
Göz alabildiğine tığ, dev aynasına çıkmış
ısırık izleri
Yüzünüzü ekşitmeden, azıcık geri çekilip
şöyle bir bakın
Kovan kaçkını züppe arılar, fışkı eşeleyen
söz ecinnileri
Ellerinde kör kılıç, arkalarında yılık ve
silikon dizeler
Tavanı kağşamış bir konakta, cılkı çıkmış
efelenme replikleri
Şişenin dibine tüneyen mi dersiniz dili dışarıda
gezen mi
Hele o herkesle düşüp kalkan münkirler,
dergi fahişeleri
Sidiğini tutamayan bahadırlar da var
kocamış yeniyetmeler de
Ha bir de suyu kesilmiş kavaklar ve cüce
emziren gölgeleri
BÜYÜTÜLMÜŞ
BİR KAR TANESİ GİBİ
gün ne çok acıya döner puslu ve bezgin
yüzünü
ki sözün eğninde hep o hüzün giysisi
düştü dilin yaman sarkacı bir kitabın
koyağından düşerim
ben de düşerim peşine, neyse artık ceremesi
üşürüz, milyon kez büyütülmüş bir kar
tanesi gibi
sevgilim, ne zaman çıkar aklımızdan o bir tutam
kan lekesi
aşkla örselenmiş en kuytu köşelerinde
kentin düşerim
bir düş gibi boyuna uzar konuşkan ellerim
bilirim, şuncağız bir yazı, salaş bir
yekinmedir
/tandır kaynayıncal karayazıcıların, uslu
memurların
korkuyla besledikleri o ölüm cemresi
düşerim
düşe kalka büyür hem, acıyla sınanan söz
ve her tufanda unutur beni, şiirin ateşın
gemisi
*
yol uzundur artık, ufuk çalınmıştır ve her
yolcunun
sırtına ilmeklenmiştir hasatsız kelam
küfesi
dilimin ucunda yorgun bir sözlük konaklar
ve ben
hiç kimse gelmeyince giderim
Hece,
Sayı 76, Nisan 2003
GÖK
KAÇINCA ÜZERİMİZDEN
VE
YILDIZ DENGİ ÇÖZÜLÜNCE
İçinde zenci tepinmiş berbat bir ilkbahar
gecesi bu
Kavuştukları gün büyük bir aşkla birbirini
vuran
Otopsi masasında katlanmış kağıtlar gibi
unutulan
İki şen sevgilinin cesedinden yükselen
masum buğu
Herkese bir şarkı düşüyor işte, hepimize
yetiyor tufan
Gitarın kopan teli dörde bölüyor birden
hayatı
Yüzünde kentler geziyor yüzünde binlerce
soytarı
Bir tek sen kurtuluyorsun çıkardığın onca
yangından
Kış avlanıp gidiyor bak, öyle mendebur ve
utanmaz
İyi anlaşıyor toprakla, alnı hışırdayan
çocuklarla
İstanbulu bile denize teyelleyen devşirme
bir fiyakayla
Lala rubai okuyup ağlar, benim sakalımın
teli ıslanmaz
Sokakla düşüp kalkmayan bir söz bu,
körkütük felsefe
Al git artık bu zenciyi, bu karanlığı, git
bana beni getir
Şiir, solgun bir halk çocukları
ayaklanmasının kalbidir
Zil çaldı, ders bitti, narımla tutuşsun bu
külüstür nargile
Hece,
Nisan 2006
SÖMESTR
Kış bitiyor: Göğün o sepetsiz, hırçın ve
zamansız hediyesi. Yerin
beyaz eldiveni. Parmakla sayılacak kadar
azalıyor işte Istanbul. Taşıyor öyle
çitlerden.
Kapılardan baktırıyor, tombul dükkanlardan,
üsküdardan. Kar!
Giderayak, sesini kısıp bırakıyor karnesi
kötü bütün renklerin
Kış, bir dost eli gibi sarkıyor omzundan
Ali'nin
Hece,
Nisan 2005
ÜÇÜNCÜ
HAÇLI SEFERİNDE TIRNAĞINA
KAN
OTURMUŞ BİR TÜCCARIN DİLİNDEN
I
GözümüzÜn seğirmesinden belliydi,
içimizin üşümesinden. Mumları söndürüyor,
dilimizi
damağımızı yokluyor, yanmış bir kelebeğin
uğursuz külü gibi
bakıyorlardı yüzümüze. / Hep yalnız ve
yılgın
dönüyordu İncil'in içinden, İsa./
Kahkahalar
eşliğinde entarileri sıyrılan, ibrişim
ağaçlarının
altında yanakları yırtılan kızları
seyrediyorduk.
Yanımızda gezdirdiğimiz gömütlüğe
alışmış mıydık ne? Magma. Ve kemik
tayfunları. Çöl.
Yerin siyah suyu tutmamıştı henüz
elimizden. Ki hiçbir
ışıltı görÜlmedi, şairlerimizin alevden
hançeresinde bile!
Gecenin
o buzuldan bir çiçek gibi damlayan
mürekkebi,
savurmuştu imgelem kutusunu.
Ne utanç kendine getirmişti ne de kırım
Doğu'yu!
II
Pusatlanmız kancıklaşsa da kalabalıktı hâlâ
ağzımız.
Göbek ve sakal bırakıyorduk. Enfiye
kutularımız doluydu,
Bin türlü cilvesi, işvesi vardı
dilberlerimizin
Kapımızda köpekler oynaşıyordu, köçekler...
Sesimiz güzeldi.
Emirlerimiz ejder kovalıyordu atlas
yataklarda. Süslü kitaplarda.
Birden bıçak kemiğe dayandı. İrkildik.
Dilimiz küçüldü.
Ekmeğimiz, cesaretimiz, seccademiz küçüldü
evimiz barkımız, kesemiz tepsimiz küçüldü
yüreğimiz, aklımız fikrimiz küçüldü
büyüdü gözlerimiz
Korktuk. Yutkunduk. Uyuşmuş başımızı zor
kaldırdık yerden
ve dilimiz tutulmadan önce gördük ki
gökyüzünde, yıldızların ortasında, yakasını
yırtıp
usul usul kanıyordu ay
Hece,
Şubat 2004
YÜZÜMÜZÜ
YAPIŞTIRARAK GÖĞÜN YANAKLARINA
Şimdi sana ne anlatsam eksik kalır,
biliyorum
utanır görkemli giysiler o delişmen
kadınlarda
çünkü en çok kendine gömülü insan çarşıda
pazarda
/ne güzün kırık sesi, ne aşkın sağaltan
rengi/
gövdemiz konuşkan oysa koynumuz kalabalık
fakat Allah’ın eli yok, hiç kimsenin
avucunda.
İşte yorgun adamlar, bir çocuğu bile hak
etmeyen
sanırlar ki şehir kurtulacak sövdükleri
zaman
güzellik akacak koştuklarında o çıplak
topuklarından
kim bilir aşk nerdedir hangi oteldedir
düşlerin dölü
ne Carmen’den bir arya ne bir göçmen
türküsü
üstelik tutan yok çocukları düşerken
balkondan.
Nereye koysak yakışmıyor bak, üşüdü ya
ellerimiz
oysa
beraber onarmıştık yıldızları, ağlayan gemileri
ne o nemrut caddeler vardı ne de seçmen
kütükleri
sabah birden başlardı, kadınlarını dövmezdi
nalbantlar
upuzun bir kahramanlık oluyordu neye
dokunsak
okulda tokatlanan çocuklar, gökyüzü, kavak
yelleri.
Şimdi çirkinliği kağşatan bir incelik
bulsak diyorum
ve sen gülüşlerle beslenen bir enginlikte
uyusan
halkın minderine ilişsen, huysuz ırmakları
okşasan
gökdelenlere saklanan, Ramses’i aratmayan
bu şehri
evimizi kirleten, gürbüz yaramızla oynayan
bu şehri
kovsak… düşürmeden çocuklarımızı
salıncaklardan.
Kırklar,
Sayı: 5
***
YERYÜZÜNE
DAĞILAN ŞİİRLER
Seksenli yıllar şiiri kitapların,
sokakların ve meydanların şiiridir. Kitaplarla meydanların arasının belirgin
biçimde açıldığı doksanlı yıllarda ise şiir daha çok beklenen yolcuların ve
özlenen hayatların izini sürmüştür. Seksen sonrası süreç, Türkiye’de siyasi ve
sosyokültürel açıdan bir evrilmeyi de beraberinde getirdiğinden bu dönüşüm
hayat-edebiyat ekseninde şiiri de etkilemiştir. Sokakların ateşi sönmüş,
meydanların sesi kısılmış, kitaplar birer birer raflardan sahaflara
kaldırılmaya başlanmıştır. 12 Eylül sonrası apolitik atmosferin oluşturduğu
boşluk, şiirimizdeki aidiyet sorununu yeniden gündeme getirmiştir.
Türk şiiri bu süreçle birlikte kendisiyle
yüzleşme imkânı bulup geçmişle gelecek arasındaki yerini belirlemeye çalışır.
Neredeyse zihniyet ve ideolojinin emrine girip payandası haline getirilen şiir,
angajmanlardan sıyrılıp yüzünü kendini var kılan esaslara döner. Her ne kadar
on yıllar arasında edebi akımlarla şekillenen bir dönemsellik olmasa da 2000’li
yıllar şiiri form, imge, dil ve içerik açısından bir derlenip toparlanma
şiiridir. Seksenli yıllarda şiire başlayıp her üç dönemin (on yılın) içerisinde bulunan şairleri sadece
yaşadıkları zamanı baz alarak belli bir kuşağa dahil etmek isabetli
olmayabilir. Aynı şekilde aynı dönemde şiir yazan şairleri ortak bir kümede
toplamak da fazlasıyla yanıltıcıdır. Belki bazı şairlerin adları bazı şairlerle
yan yana yazılabilir.
Yazdığı şiirlerde her üç dönemin
(80–90–2000) havasını barındırıp şiirinin iplerini koşul ve konjonktürlerin
eline ve insafına bırakmayan hayli örnek var şüphesiz. Arif Ay, Haydar Ergülen,
Hüseyin Atlansoy, Osman Konuk bu isimlerden sadece birkaçı. Bu isimler
seksenlerden bu yana çeşitli evrelere tanıklık etmelerine rağmen hiçbir zaman
bir dönemin şairi olarak kalmamışlardır. Çünkü bu şairlerin şiirlerine
kaynaklık eden dünya sokakların, meydanların ve kitapların ortadan kalkmasıyla
yok olabilecek bir dünya değildi.
Şairi belli bir ideolojinin bağıran sözcüsü
olmaktan koruyan şey, düşünce ile duyarlık arasında kurduğu hassas denge ve
evrensel bütünlüktür. Yazdığına yabancılaşmayan her kalem sahibi kalple kafa
arasında hiçbir düalizme düşmeden, yapıp ettikleriyle zamanının en yalnız
insanı olsa bile gelenek ve gelecekle irtibat kurmakta zorlanmaz. Geleneğin ve
geleceğin çatısı altında yerini alır. Seksenlerden günümüze eklemlenen bu
meşakkatli zihinsel yolu yürümeden bazı isimler hakkında söz söylemek gerçekten
kolay değil. Her ne kadar kestirmeden gitmiş olsam da bu durumun günümüzde
belki de en canlı örneği, şair Ali Emre’dir.
Emre, ilk başta kitapların vaat ettiği
dünyaya sımsıkı bağlı kalabilen bir şair. Bu yüzden kitaplarını düşünceleriyle
birlikte sahaflara kaldıranlardan değil. Dün hem gezdiği sokakların ateşi hem
de dolandığı meydanların sesi canlılığını hâlâ koruyor. Sözün burasında belki
de ilk söylenmesi gereken şey; Ali Emre şiirinin, yüzü düne dönük bir şiir
olduğudur. Şairin ilk şiir kitabı “Kıyamet Mevsimleri”nden dördüncü şiir kitabı
“Yeryüzüne Dağılan”a doğru gittikçe artan bir dün vurgusu dikkat çekiyor. Her
kitap bir sonrakine açılıyor gibi.
İlk kitaptan (Kıyamet Mevsimleri) itibaren
şairin sesi daha bir yükselirken bir taraftan da sözün çoğalıp depreştiğini
görüyoruz. İlk iki kitapta daha çok lirik bir ses baskınken son iki kitapta
(Onarılmış Yas Bitiği- Yeryüzüne Dağılan) epik hava daha belirgin.
İster lirik diyelim ister epik, Ali Emre
şiiri söz dizimi, mısra düzeni, kelime seçimi ve ses tonuyla emsallerinden
kolaylıkla ayırt edilebilecek bir yerde duruyor. Her şiir, kitap içerisinde bir
bütünlüğe sahip olduğu kadar, her dize ve her kelime de ait olduğu şiir
içerisinde şiire ait ve şiirden bağımsız bir özgünlüğe sahip. Şair kolay kolay
dizeyi şiire feda etmiyor. Sözgelimi kitapta herhangi bir şiirden bir dizeyi
gelişigüzel çekip bir kâğıda yaslasanız, bütün bir şiirin kalp atışlarını
rahatlıkla görebilirsiniz. Ali Emre’de dizeyi bu kadar anlamlı ve de azade
kılan şey hiç kuşkusuz kelimeleri cümle içinde çok iyi kuşandırıp
konuşlandırabilme becerisidir. Bu beceride sözlü kültür, halk ağzı, argo ve
duygusal ritim gibi yan unsurların da payı inkâr edilemez.
İyi bir okuyucu bir şiirin ne gibi
aşamalardan geçerek yazıldığını, tek celsede mi yoksa uzun bir çalışma evresi
sonrasında mı şekil aldığını o şiirin soluk alışverişinden kolaylıkla anlar.
Zira şiirde kelimeler ve dizeler arası seyyaliyet buna imkân sağlar. Ali Emre
ne der bilmem ama özellikle son kitabında (Yeryüzüne Dağılan) yer alan
şiirlerin büyük bir kısmı ilk sıcaklığı ile yazılmış tek oturuş şiirleri
olduğunu gösteriyor. Bu durum (vehbiyetin kesbiyete baskın oluşu) bir şair için
zayıflık sayılmayacağı gibi şiirinin lehine bir özellik kabul edilse yeridir.
Ne de olsa şiir, başı (yazım öncesi) ve sonu (yazıldıktan sonra) itibariyle
söylenen bir şeydir. Şiirin dili yazılmaktan çok söylendikçe açılır. Kâğıt
üzerinde şiir sükût üzere uykudadır. Şiiri uyandıracak olan, içe ya da dışa
doğru onu okumak yani söylemektir. Bu anlamıyla şiir kalpten sudur edip
yeryüzüne dağılandır.
Değil mi ki bir kitabın en iyi kapısı
adıdır, biz de oradan giriş yapalım. Bir an, şiir şairin niyetidir, iddiasını
aklımızda tutarsak evrensele atıf noktasında son derece güzel bir kitap ismi
olduğunu söyleyebiliriz. Düşünce, duygu, imge ya da ilham her biri bir
duyarlığa dönüşmek üzere kanatlanıp havalanırlar. Bu, insana rağmen böyledir.
İnsan ne kadar kaçarsa kaçsın yeryüzüne dağılan bu mücerret yoğunluktan
kurtulamaz ve en sonunda şiire teslim olur. Kitap, ‘Aralık Kapılar’, ‘İyilik
Yorar’, ‘Bin Yıldır Üşüyen Evde’ başlıklarıyla üç bölümü içeriyor. 12 şiirden
oluşan birinci bölümün kapısı eski şiire göz kırparak aralanıyor. Şair “Kazadan
Beladan Sakınır Gibi” şiirinde, beş uzun beyitle güncel ve çağdaş bir gazel
örneği denemiş. Bana göre gazelin şah beyti şu: “Kirli bir burjuva büyüttü beni
söverek, suratsız haşin bir devlet okuttu / Bu kör müfredatı kov esas duruşu
boz kazadan beladan sakınır gibi sarıl”
Ali Emre, geleneği yeniden yorumlamayı
denemiş birçok şiirinde. “Kanamalı Gazel” de yine bunlardan biri. Bu şiirin de
en çok makta beytini beğendim. Şöyle bitiyor şiir: “Ali dalsa şimdi bu puştlar
meydanına üç kulhü bir elham ile sevgili / Kılıç kalkanlar kanar. Kavuklar
kaftanlar kanar. Kahramanlar kanar.”
Emre’nin yer yer bütün şiirlerine sinen 40
yaş duyarlığı bu şiirde de var. Şiire bir itirafla giriyor şair: “Zordur kırkı
devirince birini unutmak; eski yaralar, hatıralar kanar”. Bu dize bir
nostaljiyi değil, insanın yüreğine çöküp omuzlarına abanan yanlış yaşanmış
hayatların, talihsiz tanıklıkların sızısı ve âhıdır. Evet, bu kitap bir kırk
yaş şiirleri kitabıdır; lakin hiçbir şiirde geçmiş özlemi yoktur. Şairin sesi
bazen seksenli yılların bir öğrenci evinden gelirken bazen de cuma namazından
sonra Beyazıt meydanından yankılanır. Sanki şair lafın kâr etmediği dünyaya son
çare olarak şiir söylemektedir. Dünün bugünden, bugünün de dünden pek bir farkı
yoktur.
Kendini ele vermeyen bir karamsarlık var
Ali Emre’nin şiirinde. Devletler, sistemler, şebekeler ve de rakamları ve
harfleri ellerine geçirmiş egemen güçler güzel rüya görüp hayal kurmamızı
imkânsız kılmaktadır. Ne Batı ne de Ortadoğu bu cendereden kurtulmadığı sürece
şair bugünde yaşayan geçmişine göz kulak olmak zorundadır. Sesini daha bir
yükseltmeli ve de yaşadığı topluma tanıklık etmelidir. Toplumlar ancak belli
bir devrim ruhuyla hayallerimize karşılık verebilirler. Tarihin bir şekilde
tekerrürü gibi bugünde yaşayan dünü şair hiç kayıttan düşmez. Dünün tefsirini
bugünle yapar. Bir taraftan halk şiirinin ve divan şiirinin imkânlarından
yararlanırken diğer taraftan nevzuhur-yeniyetme edebiyat anlayış ve ortamlarını
tiye alır. Bir arasta çadırında uyuyup kalan çocuklar için koçaklama, diriliş
için “vezn-i âher” yazar. Emre’nin şiirinde bu dün-bugün yüzleşmesi, kelime
seçiminden şiir başlıklarına ve formuna kadar yansımıştır. Her ne kadar gizil
bir kötümserlik olsa da “Yeryüzüne Dağılan” şiirlerde şair tarz-ı kadim üzre
yazdığı dizelerde sesini alçaltıp bir dua edasıyla da olsa umudu aralamaya
çalışır: “Belki bir gün bu viraneye yepyeni bir can gelir / Bu viraneye
öncülerden çerağ ile burhan gelir / Yepyeni bir muştu ile gönüllere heyecan
gelir/ Can gelir burhan gelir heyecan gelir sultan gelir”
Bu dörtlük “belki” şerhine rağmen, geleceğe
işaret eden bir seslenişle başlıyor; ama bu asude ses hemen ardından gelen ve
11 inşaat işçisinin yatakhane olarak kullanılan çadırlarda diri diri yanarak
hayatını kaybetmesi üzerine yazılan şiirin dizeleriyle bozuluyor. Eski şiirin
teselli edici, umut vadeden çatısı adeta çöküveriyor. Bir de ne tarihin ne de
bugünün göremedikleri var: “Hele dişimi sıkayım oğlana da bir bisiklet parası
diyordum / Hanıma bir burma bilezik, bir takım üst baş İstanbul hatırası / Biri
Tosyalıydı, diğeri Vezirköprülü, üçümüz birden öldük” Ölen işçilerin ağzından
ölüm hikâyelerini böyle anlatıyor şair. Olduğu gibi, yalın, sade, masum ve
mazlum sesi. Bu sesle oynanmaz, bu söz tasannu kaldırmaz dercesine şiirin
yazanı aradan çekilmiş de geriye kala kala alın yazısı kalmış gibi. Birinci
bölümün yeni ile eskiyi bir araya getiren bu iki kısa şiiri, diğer şiirler
arasında biraz ayrıksı dursa da şairin işaret ettiği acımasız ve tezatlı
dünyayla son derece uyuşuyor.
İkinci bölüm (İyilik Yorar) şiirleri
birinci bölüme atıf yaparak“Genç İşi” başlıklı şiirle başlıyor: “ağustoslardan,
aralık kapılardan korktum” Şairin
korkusunun endişeyle yaşama korkusu olduğunu anlıyoruz. “Aralık” bir
tedirginliği en iyi anlatan sözcüktür. Açık kalan o dar boşluktan hangi
korkunun başını uzatacağı, siluetini duvara yansıtacağı belli olmaz. Ağustos
korkusu da bu aralıktan umacı bir eylülün -12 Eylül- başını uzatma tedirginliği
olsa gerektir. “Aralık” kelimesi de sanki içerisine soğuk ve kışı da alacak
şekilde çift anlamda kullanılmış gibi.
Kitap boyunca alçalıp yükselen ses ikinci bölümde
de kendisini hissettiriyor. “Genç İşi” şiiri bu anlamda dikey bir şiir. Epik
hava birden daha lirik bir atmosfere bürünüyor: “ne çok çağırdım âh ne çok /
annemi şiire, şiire annemi” Bu şiir, şairin küçük harfle konuştuğu birkaç
şiirden biri. Şair içe doğru konuştuğu, kendi iç serüvenine odaklandığı
şiirlerde böyle bir söyleyişi tercih ediyor : “iyilik yorar ve her güzel,
incitir kendine bakanı / öpünce geçmez, gezegen bir yaradır aldanmak” (Anaya
Kalkan El Gibi)
“Yeryüzüne Dağılan” şiirlerin bölüm başlıklarının
(Aralık Kapı-İyilik Yorar-Bin Yıldır Üşüyen Evde) hepsi şiirlerin içerisinde
geçen dizelerden seçilmiş. Kitabın ismi de dâhil hiçbir başlığa ait bir şiir
yok. Fakat bu başlıkların her biri şiirin bir yerinde fısıltı hâlinde kendini
hissettirip bölümün ortak imgesi hâline getirilmiş izlenimi de veriyor.
Her ne kadar kentler müktesebatını
yitirmiş, yolumuz tenha, sesimiz ıssız, semtlerimiz şaşkın ve murdar olsa da
şairin ilk gençlik yıllarından itibaren yürüdüğü sokaklar hâlâ yaşıyor bu
şiirlerde. Bu sokakların tam ortasından halk geçiyor hâlâ. Ali Emre şiirinin
belki de en karakteristik özelliklerinden birisi halk ağzını şiire bütün
aksamıyla sokabilmiş olmasıdır. Emre’nin son şiirlerinde bu özelliği yoğunluklu
olarak görebilmek mümkün. Kitaptaki kimi
şiirlerden gelişigüzel seçtiğimiz gibi: ‘Ebemizi görürüz’, “Ali dalsa”, “bu
puştlar”, “Mozart manyağı”, “üç kulhü bir elham”, “dılo dılo yaylalar”,
‘cıscıbır’, “valla iyiyiz annem annem”, “bok püsür”, “biz aptalız ya hacı”,
“harbi safız”, “eşşoğlu eşek baban”,
“Eeee bu ne lan”, “bak gör hocam”, “bak buraya yazıyorum”, “ekmek kitap
çarpsın”, “inşaat ya resulallah”, “oğlum bak git”…
Şair, reel ve sanal düzeyde kitlelerin
gündemine oturup, ağızlarda pelesenk olmuş kişileri ve kelimeleri de
kullanmaktan çekinmiyor: Roni, Yaşar Nuri, Obama, Jet imam, LYS, Hülya Avşar,
Fadime Şahin, cumartesi anneleri, cuma bacıları, Turgut Nereden Koşuyor,
Çölaşan, Dövüş Kulübü, Angelina, Uludere, Karşılıksız İyilik, Jet ski, biber
gazı, aile hekimi, kentsel dönüşüm…
Şimdiki zamanın ve de yakın tarihin
sahnesinden alıntılanan bu isim ve kelimeler aynı zamanda Türkiye’de siyasi ve
sosyal dönem(eç)lerin hülasasını oluşturuyor. “Yeryüzüne Dağılan” şiirler,
devam eden kitapların yankısı, sürüp giden sokakların ve dolup taşan caddelerin
ayak sesleriyle bir devrimcinin kalp atışlarına eşlik ediyor: ‘Okuduğumuz
kitaptan bir devrim yürüsün her yere’.
Yazımın başında Ali Emre’nin ihtilal
sonrası seksenli yıllar travması geçiren şairler listesine dâhil
edilemeyeceğini ve seksenler şiirinin militanik ve sloganik bağıran kulvarında
yer almadığını ifade etmiştim. O döneme ait birçok şairin ileriki dönemlerde
yazdıkları şiirlerde kitapların, caddelerin ya da sokakların izlerine
rastlayamıyoruz. Hülyalar da sevdalar da sanki o yıllarda sokak ortasına terk
edilmiş gibi. Ali Emre sokağın canlı sesini şiirine ustalıkla yansıttığı gibi,
hiçbir zaman sahaflara kaldırmadığı düşüncelerini ve de kitaplarını bütün
şiirlerinde sıklıkla kullanır. Sanki kitaplar geldiğimiz yerin işaret taşıdır.
Fikir serüvenimizi, değişim ve dönüşümümüzü en iyi kimi zaman üzerinde
yürüdüğümüz, kimi zaman da altından eğilerek geçtiğimiz kitaplar ifade
ediyorlar. Şiirin satır araları diyebileceğimiz yerlerde de kitap isimleri
sıklıkla karşımıza çıkıyor. Bu kitaplar aynı zamanda müfredata direnen bir
yüreğin, kitabı kitapla savunma mücadelesidir. ‘Waldo’, ‘zor konuşuyordu İsmet
Özel’, ‘Edip Cansever gitti’, ‘Zarifoğlu aramızdan ayrıldı’, ‘Deli gibi
Fransızca çalışıyordum sökmek için baudelaire’i’, ‘Güvercin Gerdanlığı, ‘temmuz
göğü’ (Necati Cumalı), Göğ ekinken (İlhami Çiçek), ‘Sahurla Gelen Erkekler’,
Maalouf….
Şair, “100 Temel Eserden” şiirinde dünden
bugüne hayata yol çizen, yoldan çeviren, yoldan çıkaran ya da yol kesen
nevinden kitaplardan sonra ana kitaba -Kuran’a- dönüş macerasını yine klasik
şiirin esintisiyle anlatmaya çalışıyor. Müfredatın ve dayakçı eğitimin
cenderesinden güç bela kurtulup okulu kırarak Çavdar Tarlasında Çocuklar’dan
Yaban’a; Yeşil Gece’den Ateşten Gömlek’e onlarca kitabı aşıp kırk yıl sonra
ilmin bir nokta olduğu hakikatine ulaşıyor.
Bu kişisel bir serüvendir kuşkusuz; ama
yönsüz ve yörüngesiz kitapların ayarttığı çocukların da hissesine düşen çok
şeyler var bu şiirde. Zaten biraz dikkat edilirse Ali Emre’nin her üç bölümde
yer alan şiirlerinde de “biz” vurgusu daha baskındır. Her ne kadar birinci
tekil şahıs ağırlıklı şiirler olsa da bu şiirlerdeki ‘ben’ daha ziyade
“müşterek ben”dir. Kitaplardan sokaklara doğru uzanıp gelen bizim mahalle,
bizim cemiyet ve bizim ahvalimizdir. Hiçbir şeyin laf ve söz olmanın dışında
bir anlamı kalmamıştır, gece yarılarına kadar konuşulup sabahleyin unutulan,
gidip gelen bir “biz” kargaşasıdır bu. Bir kirlenme ve kimlik yitimi. Bir
ıstırap adamının kafası yere düşmeden kirlenen şeyler ardından ağıtıdır:
“parlatılmış olsa da şimdi, ovula ovula dünya / temiz bir şey kalmadı,
açabiliriz gözlerimizi”
Kitabın üçüncü bölümünde (Bin Yıldır Üşüyen
Evde) yer alan şiirlere gelince, bu bölümdeki şiirler diğerlerine nispeten daha
bir uzun soluklu. ‘Sonradan Görme’, ‘Takımdan Ayrı Düzkoşu’ ve ‘Ergenekon’
şiirlerini saymazsak öç duygusu daha baskın şiirler. Bir babanın dilinden
tevarüs eden acıların dile getirildiği ‘Adı Nurettin Zengi Olan’ şiirinde ilk
kez yönünü geleceğe çeviren, umudu tükenmemiş bir şairi görüyoruz: “Şimdi bir Ali
büyüsün istiyorum tertemiz odalarında bir evin’, ‘Taşları tencerede kaynatan,
kapılara yakın yatan bir anne / Mekke’yi yeniden uyarıp sarmalasın, Nil’i öpsün
/ Bir çocuk doğursun / Adı Nureddin Zengi olan / Babamın hüznünü anlasın,
oğlumun gözü pekliğini” Bu şiirler aynı zamanda acıya karşı bağışıklık kazanmış
tüm Ortadoğu coğrafyasını içersine alan büyük anlatı şiirleridir. “Binlerce
Çocuğun Tutuştuğu” ve “Acıyla Sınanan”
şiirleri, Ortadoğu’nun direniş türküsüne eşlik ederken, “Acının Kandili”nde
güneydoğu sancısıyla gözyaşı döküp âh ediyor: “Ah! Ne tarafa dönsek kemikleri
batıyor bize yeryüzünün”
Bu yeni kitapla beraber karşımızda nefesi
açılmış, yaralarını onarmış ve sesini tazelemiş bir şair görüyoruz. Her kitap
bir önceki kitabın yarım kalmış sözünün tamamlayıcısıdır aynı zamanda.
“Yeryüzüne Dağılan” şiirleri de “Onarılmış Yas Bitiği”nin doruk noktası
sayabiliriz. Zira bu şiirlerde sadece derlenip toparlanma değil aynı zamanda
yeryüzüne doğru bir ayaklanma var. Serpiştirme şiirler yok denecek kadar az.
Uzun soluklu, büyük hikâyesi olan şiirlerin yanında nefesi denk düşmeyecek iki
üç dizelik şiirlerin (iki istisna dışında) kitapta yer almaması da oldukça
isabetli olmuş.
Ali Emre bilinçaltı kazıntılarından medet
ummak yerine bilinç atına binerek yol alıyor şiirde. Bu çok açık. Kendi benini
yitirmeden de topluma duyarlı şiirler yazılabileceğini, öfkenin de bağırmak
dışında bir sesi ve renginin bulunabileceğini bu kitapla bir kez daha ortaya
koyuyor. Kitapta diğerlerine göre daha ayrıksı duran bir iki şiiri ise şairin
elinde olmadan araya giren görüntüler saymak daha doğru olur.
Hece,
Sayı: 192, Aralık 2012
Hüseyin
Akın
SUAVİ
KEMAL YAZGIÇ / MİLYON SESLİ ŞAİR: ALİ EMRE
Söze nereden başlamalı? Şaire soruyorlar.
“Yaslarımızı, acılarımızı, direncimizi ve öfkemizi daha ne kadar onaracağız?”
İşte şairin cevabı: “Ölüm bize değene kadar. Yıkım ekipleri hiç boş durmuyor
çünkü. Murdar baltalı kabillerle dolu hâlâ dünya. Ve biz de direneceğiz. Durmak
bunamaktır çünkü, teslim olmaktır, kanaralaşmaktır. En iğrenç yenilgi biçimi de
gönüllü köleliktir. Ali Emre şiirinin en önemli yönlerinden biri de bu direnç
ve bilinçtir sanırım. Hiçbir tasma güzel değildir.”
Ali Emre’nin üç şiir kitabının esbab-ı
mucibesi işte tam olarak bu. Hiçbir tasmanın güzel olmadığı realitesi.
‘Onarılmış Güz Bitiği’nde bir şiirin adına bakarsak Ali Emre’nin poetikasını
daha da netleştirebiliriz. “Uçurtmanın tekmil ipleri kopmuştu, üşüyorduk,
kötüydük, göğün elleri koynundaydı, sokaklarda düş toplayan bir rüzgâr
kalmıştı...”
Ali Emre şiirinde tarihle, statükoyla,
adaletsizliklerle, yılgınlıklarla hesaplaşıyor. “Şiir ya duadır ya da
bedduadır” diyen Paul Valery’i hatırlatan Ali Emre’de beddua sanki biraz daha
ağır basıyor. Bir yüzleşmenin şiirini yazdığı için bunu da yadırgamamak lazım
esasen. Emin olduğum bir şey varsa Ali Emre’nin şiirinin konfor vaat etmediği.
Sorunları görmezden gelme yoluyla aşacağını zannedenlerin onun şiiriyle güçlü
bir bağ kurabileceğini zannetmiyorum. İnsana aslını hatırlatan, asli olanın
peşinden gitmemiz gerektiğine işaret eden bir rahatsızlık onun verdiği. Bu da
az şey değil elbette.
KASTAMONU,
İSTANBUL, SİVAS, ANKARA
Ali Emre “Bakınca içi görülen konuşkan
çocukların kenti bu” diye tanımladığı Kastamonu’da dünyaya geldiğinde takvim
1967 yılını gösteriyordu. Asıl adı olan Ali Değirmenci’nin kayıtlı olduğu kafa
kâğıdındaki doğum günü hanesinde ise 1 Ocak 1968 yazar. İlk ve orta öğrenimini
“Denizden ürküp kaçmış” Kastamonu’da tamamlayan Ali Emre’nin İstanbul’da Mimar
Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi / Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm’ünde okuduğu
üniversite yılları, aynı zamanda çeşitli gazete ve dergilerde yazmaya başladığı
dönemdi. Meğer İstanbul’dan mezun olan Ali Emre’nin lokması Sivas’ta beklermiş.
O yüzdende Ali Emre, on yıldan fazla kaldığı Sivas'ta hem öğretmenlik yaptı hem
de Cumhuriyet Üniversitesi'nde master eğitimini tamamladı. Ali Emre, kendisiyle
www.dunyabizim.com’da yapılan bir röportajda o hayatındaki üç şehri şu sözlerle
anlatmıştı: “Kastamonu’da doğdum ve büyüdüm. Ondan kaçtım ve şimdi en çok onu
özlüyorum. İstanbul’da okudum ve evlendim. Hâlâ yakamı bırakmıyor İstanbul. Ara
sıra kaçıp onu görmeye, onunla konuşmaya, hasbihal etmeye gidiyorum. Sivas’ta
tam on yılımı bıraktım. Gündelik hayatımda da edebiyat alanında da hâlâ
Sivas’ta biriktirdiklerimin ekmeğini yiyorum.” 2001 yılından beri Ankara'da
yaşayan ve eğitimci olarak görev yapan yazar, evli ve iki çocuk babası. Yazı ve
şiirlerinde Erencan Yüksel, Muharrem Çağlayan, Emre Yetkin müstearlarını da
kullanan Ali Emre, Dergâh, Kayıtlar, Kırklar, Hece, Muştu, Edebi Pankart,
Derkenar, Merdiven, Endülüs, Edebiyat Ortamı, Karagöz, Yolcu, Umran gibi
dergilerde yazdı ve düz yazılarını topladığı birkaç kitaba imza attı.
MESAİ
ŞİİRE DÜŞMAN MI?
Yoksul bir ailenin çocuğu Ali Emre. Anne ve
babasının okuma yazması yoktu. İlkokula giderken çamurların arasından gazete
parçalarını çıkaran ve büyük bir istekle okuyan Ali Emre, bir yandan da simit
ve çorap satardı. Bütün eğitim hayatı boyunca bir yandan da ekmeğini taştan
çıkartan Ali Emre, harçlıklarını biriktirip sürekli kitap aldığı için daha
ortaokuldayken Doğu ve Batı klasiklerinin çoğunu okumuş ve kendine yüzlerce
kitaptan oluşan bir kitaplık kurmuştu. Onu bir köşede oturup, kitap okurken
gören ümmi babası sevincinden ağlardı. İstanbul'da üniversitedeyken yol parası
vermemek için okuldan yurda dünyanın yolunu yürüyerek giden Ali Emre o
yıllarını anlatırken harçlığı bittiği ve doğru dürüst beslenemediği için
açlıktan bayıldığını ifade ediyor. Stadyumlara gidip maçlarda çekirdek satan
Ali Emre o yıllarını şu sözlerle anlatıyor: “Elime geçen ilk parayla bir simit
aldıysam, kalanıyla da bir dergi ya da kitap almışımdır. Yaz tatillerinde,
çalışırken bile, iki günde koca bir kitabı okuyup bitirdiğimi bilirim. Şimdi
benim çocuklarım da öyledir. Yıllardır, günde bir iki saat uykuyla yetinirim.
Uyuyamıyorum zaten. Fakat daha iyi bir işim olabilirdi. Nerdeyse her gün, sabah
sekizde başlayıp akşam sekizde dokuzda biten bir iş ortamında dönenmek çok kötü
gerçekten. Çalışmalarımı, üretkenliğimi olumsuz etkileyen asıl sıkıntı bu.”
ŞİİRLE
İMTİHAN
Ali Emre’nin şiire yönelmesi, küçük
yaşlarına dayanıyor. Lisedeyken epeyce şiir yazmış. Kastamonu’dan arkadaşı Ozan
Ozanoğlu ile sigara paketlerine, küçük kâğıtlara şiirler yazmışlar, yarışmalara
katılmışlar. Şiirlerini ilk gören şair ise Hilmi Yavuz. Verdiği şiirlerin
hepsini okumuş ve notlar düşmüş. Sonra dergiler başlamış. Üniversiteden hocası
olan Mehmet Emin Ağar ile birlikte Mustafa Kutlu’ya gitmişler bir gün. Ondan
sonra Dergâh’ta şiirleri çıkmış. İşte o dönemde Ali Emre, Necat Çavuş, Hüseyin
Atlansoy, Şaban Abak gibi şairlerle tanışmış. Sonra Ali Emre’nin arkadaşları
bir tomar şiirini Yusuf Ziya Cömert’e ulaştırmış ve böylece şiirleri Kayıtlar
dergisinde yayımlanmış. Ali Emre şiirine destek veren diğer isimleri ise şöyle
sıralıyor: “Şiirle irtibatımın zayıfladığı dönemlerde beni teşvik eden, yazma
konusunda beni yüreklendiren İbrahim Tenekeci, Hayriye Ünal gibi arkadaşları ve
Ankara’ya yerleştiğimde çokça ilgisini ve yardımını gördüğüm Hüseyin Su’yu da
saygı ve dostlukla anmam gerekiyor kuşkusuz.”
Ali Değirmenci imzasıyla yayınlanan deneme
kitaplarından habersiz değilim elbette. Ancak bir şaire ‘şiir’ merkezli portre
yazmak da çok yadırgatıcı olmasa gerek. Ali Emre ile üçüncü şiir kitabı
dolayısıyla yapılan söyleşide önümüzdeki döneme ilişkin açıkladığı yazı rotası
ise şöyleydi: “Yayımlamadığım fakat kitap bütünlüğünde gelişen şiirler var.
Onları bitirmek istiyorum önce. Nureddin Zengi etrafında gelişen bir roman
yazıyorum ağır aksak. Kısmet olursa poetik yazılarımı ve şiir / şair
değerlendirmeleriyle ilgili çalışmaları da toplayıp kitaplaştırmak istiyorum.”
Bize de istifade etmek düşüyor elbette…
HAKKINDA
“Son on yılın şiir yazanları içinde dikkati
çeken bir isim Ali Emre. Dergilerde imzası altında gördüğüm şiirleri okumayı
ihmal etmediğim, değer verdiğim bir şair. Kendi kuşağı içinde de ayırt edilen
bir özgünlüğü var.”
Turan
Karataş
“Eleştiren, eleştirdiği gibi rahatsız
olduğu gerçekleri de bize usuldan fısıldayan bir şair. Yine de özünü koruyor
her defasında. Çizdiği tipler bize tanıdık geliyor. Çünkü şair, üstten değil
hemen yanı başımızdan gözetliyor dünyayı ve hayatımızdan çekine çekile yiten
bütün o iyi şeyler için bir tür tapu sicil kaydı tutuyor. İlk kitabından bu
yana sürdürdüğü “melek” ve “çocuk” imgesiyle saflığın ve el değmemişliğin,
kirletilmemişliğin altını çiziyor sık sık. Özellikle doksandan sonra artan bu
ortak imgeleri kullanarak, saflığımıza dönemediğimizi, modern hayatın kirli ve
ezici çarklarının arasına sıkışıp kaldığımızı tekrardan hatırlatıyor bize.”
Mustafa
Akar
Onarılmış Yas Bitiği güzel bir şiir
kitabına ad olmakla birlikte Ali Emre şiirinin hızlı bir değişime doğru
gittiğinin de habercisidir. Kıyamet Mevsimleri'nden Milyon Sesli Mızıka'ya,
oradan da Onarılmış Yas Bitiği'ne uzanan macerada soyutla somut arasında bir
didişmeye tanık oluyoruz. Onarılmış Yas Bitiği böyle tek bir kelimeye
sığdırılabilecek bir kitap değil. Belki benzerleriyle karıştırılmaması gereken
bir epik ve lirik sesten bahsedilebilir. Sesi ve sözü gittikçe çoğalmış bir
şairle karşı karşıyayız. İroni ve yergide aşkın, göksel eda Emre'yi Cemal
Süreya'nın kısıtlı dünyasının çok daha üzerine çıkarmıştır. Politik, devrimci
söylem, güncel zamana dair yaşananlar Ali Emre şiirinde "söylem"
olmanın üzerinde ustalıkla özgün bir söyleyişe dönüşüyor.
Hüseyin
Akın
***
MUSTAFA
AKAR / MİLYON SESLİ MIZIKA
“Bir elime gül verdiler, bir elime zincir”
Ezgi’nin Günlüğü’nün bu hoş şarkısını ne
zaman duysam, aklıma Ali Emre şiiri gelir. Çünkü Ali Emre şiiri okurun eline
gül ile zinciri aynı anda sıkıştırır. Hem yitirilen geçmişin bütün o iyi
taraflarını güle dönüştürür hem de zamanımızın (Jean Paul Sartre gibi
söylersek: Yaşanmayan Zaman) insanı tedirgin edici bir “sursis”e ertelemeye
dönüşen bekleyişini zincirler. Kıyamet hepimizin hayatında eskimeyen,
eskimediği gibi günden güne süresini kısaltan bir olgudur. Ali Emre şiiri de
kıyamet olgusunu dört bir yandan kuşatır. Belki de bu yüzden şairimiz,
tedirginliğimizi daha da artırmak için ilk kitabına Kıyamet Mevsimleri adını
vermiştir. Bu yazımızın konusu ilk kitabından çok, Ali Emre’nin ikinci kitabı
Milyon Sesli Mızıka üzerine yoğunlaşacak.
En başından söyleyelim ki Milyon Sesli
Mızıka, üzerinde çok fazla yazılmamasına, durulmamasına rağmen şanslı bir
kitap. Bu şansı Ali Emre’ye yaşatan bir gerçek var. Şairler ilk kitaplarını
yayımlayınca bir yükten kurtulduklarını zannederler. Kitabın şairin macerasında
ilk olma özelliğine sahip olması da ayrıca bir sevinç verir. Oysa şair yazıp
yayımlattığı her kitaptan sonra bir tedirginliğe girmelidir. Önceki
kitaplarında saptığı yollardan sağ salim geçip, yeni bir yola doğru yollanmaya
başlamasıyla, yürünen yolda deneyim sahibi olmanın şansını yakalar; ama şanstan
çok tedirginlik veren önceki yolun aynısı bir yola sapıp orada yürümesi
olacaktır şairin. Buysa kendi kendine barikatlar kurmaktan, bizzat kendi yolunu
tıkamaktan öteye geçemez. Ali Emre bu açıdan şanslı bir kitapla geçti
karşımıza. İlk kitabı Kıyamet Mevsimleri’yle imgeci-mısracı bir şairken, ikinci
kitabı Milyon Sesli Mızıka’da bütünlüğe önem veren, söyleyişini ironiye teslim
etmek adına zora sokup biçimsizleştirmeyen, öz dokuyu kıvrak atlamalarla
koruyan bir şair oldu. Aynı hassasiyeti İbrahim Tenekeci’de de görmüştük.
Hüseyin Akın’ın da çabası yadsınamaz. Özlerini korumakla birlikte hep
değişerek, derişerek ilerlediler, ilerliyorlar. Ali Emre bu ilerleyişinde
doksanlardan iki binlere geçen şairlerde gözlemlediğimiz imgesel-gerçeklik
unsurunu göz ardı etmiyor. Eleştiren, eleştirdiği gibi rahatsız olduğu
gerçekleri de bize usuldan fısıldayan bir şair. Yine de özünü koruyor her
defasında. Çizdiği tipler bize tanıdık geliyor. Çünkü şair, üstten değil hemen
yanı başımızdan gözetliyor dünyayı ve hayatımızdan çekine çekile yiten bütün o
iyi şeyler için bir tür tapu sicil kaydı tutuyor. İlk kitabından bu yana
sürdürdüğü “melek” ve “çocuk” imgesiyle saflığın ve el değmemişliğin,
kirletilmemişliğin altını çiziyor sık sık. Özellikle doksandan sonra artan bu
ortak imgeleri kullanarak, saflığımıza dönemediğimizi, modern hayatın kirli ve
ezici çarklarının arasına sıkışıp kaldığımızı tekrardan hatırlatıyor bize.
Kim ne derse desin kitapta beni en çok
etkileyen şiir Çelebi şiiri oldu. Yalınlığı ve ardında barındırdığı öyküsel
gerçekliği, hiç de öykülemeci bir dile yaslanmadan net verişiyle, kitabı elime
aldığımdan beri usumun köşelerinde bir yerlerde dönenip duruyor. Bir şair
okuruna bunu yapmalıdır. Yapamıyorsa şairliği bırakmalı, becerebiliyorsa
marangozluğa falan başlamalıdır. Gerçi öyle olsaydı eğer ülkemizde
marangozhanelerden geçilmez olurdu. Çelebi şiirinin finali ise ortak yaramıza
(müslüman duyarlığıyla okuyup yazan insanların ortak yarasına) parmak basıyor
ve ne yalan söyleyeyim ki acıtıyor: “Eski evler, mezarlıklar / Cami önleri / De
olması hani / Alıp başını gidecek şu çekilmez dünyadan”
Memet Fuat, Yaşlı Bir Şaire Mektuplar’ın
bir yerinde “Başarılı şair, yaşamdaki şiiri görebilen, şiir düşünen, şiir
duyan, iç-dış biçimsel şiirleştirme teknikleriyle, okura şiirsel bir içeriği
aktaran kişidir.” der. Ali Emre de Milyon Sesli Mızıka’da bize, yaşamdaki şiiri
tattırıyor bir bakıma. Bilinen insan gerçeğine uzak düşmemesiyle, şairane
sıkmalara yüz vermemesiyle aramızda dolaşıp söyleyeceğini söylüyor ve susuyor.
Bir tersinden mutluluk var bu kitapta. Bu mutluluk sığınacağı güvenli
limanların hâlâ var olmasından doğuyor; tersinden olması ise bunların her an
kaybolabileceğinden duyulan derin korkuyla su yüzüne çıkıyor. Hatta git git
okurun da bu unsuru gözeterek korkması isteniyor. Tekâsür adlı şiir bunun en
güzel örneği. Kur’an-ı Kerim’den bir surenin isminden müteşekkil olan bu şiir,
handiyse şiir yollu modern bir tefsire dönüşüyor. Aynı surede “çokluk
kuruntusu” eleştirilir. Bu kuruntu yüzünden mezarlarını ziyaret edip çokluğuyla
övünen insanların, ahirette cehennem ateşini çıplak gözle göreceklerinden
bahsedilir. “Yakında bileceksiniz” sözüyle başlayan ayet ise tekrarlanarak
handiyse bir şiir olmaya doğru yönelir. Ali Emre de bunu kullanıyor. Şiirin en
başından beri başat özelliği olan hatırlatıcı olma vasfını…
Birinci Tekil Şahıs şiiri de aynı duyarlığı
yansıtıyor. Kitabın en güzel şiirlerinden birisi olan Kentin Bileğindeki
Buhran, şiirsel sesin yükseldiği, söyleyişle de diğer bazı şiirlerde olduğu
gibi düzyazıya yaklaşıp kaçtığı bir alandan ulaşıyor bize:
“ben hangi bir yıldızı kovalasam öyle
upuzun
bir nemrut seyirtiyor gülgûn sunaklara
dinç Kudüsler topluyor bir azizin harmanisi
ve herkes terk ediyor bizi hayın ve suskun
ölüler duruyor bir katlanarak yaşamaya
pazarlara rakamlar tebelleş oluyor
büyücüler
tırmıklarla giriyor evimize reklam ve
efsun”
Milyon Sesli Mızıka’da, sesini böylesine
yoğun ileten şiirlerin dışında, daha çok içteki sese doğru kıvrılan başka
şiirler de var. Müşkül Bir Kureyş şiiri bunların ilkidir belki. Uzaklaşan
esenlik dolu günlerin altını çizip onu koyulaştıran şiirler. Tabut Omzumda
Kaldı şiirini de anmamız gerekir. Nedir peki bu! Şairin nostalji ihtiyacı mı!
Değil. Ali Emre’deki “eskiyen derin suskunluk”, bu ihtiyaçtan doğmuyor. Dünyada
ve yiten, yitirilen şeylere karşı güçlü bir duyarlığı var. Hatıraları değil,
hatırlatıcıları var. Ustaki anı odasını harekete geçiren, bunu da yanıp sönen
görüntülerle destekleyen hatırlatıcılar.
Zaten bir şiiri sevdiren, genelde, o şiirin
biçimi ve sağlamlığından başka, şiirde anlatılan, andırılan, hissettirilen
olguların hayatımızda ortak noktalarla çakışmasından ileri gelir. Aynı acıyı
biz de duymuşuzdur; şairin zorlu macerasında kat ettiği yollardan belki biz de
geçmişizdir.
Ali Emre bu anlamda yabancısı olmadığımız
ve bir türlü de yabancılaştırılamadığımız bir evreni tanımlıyor. Bütün
bunlardan sonra biz de soralım: “Bir şair ne zaman öper kendi kalbini”
--------------------------------
* Dergâh Yazıları Güldestesi, Hazırlayan:
İbrahim Tenekeci, s. 176 – 179.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder