AYRILIK
I.
Kabuğu demin kaldırılmış
yarayı andırıyordu yüzün
ben seni kahırla
parçalanan buz dağı gibi
bırakmıştım kalbine
sen beni kendime
kargış diye uğurlamıştın.
II.
Benim cam çöplüğümde
zarif ensenden uzanan damar
senin gözlerinde kalan
susturulmuş silah tedirginliği
fırtınadan alabora olan gemiyi
en son kimin terk ettiği
uzaktan kimin seyrettiği
sürüklendiğimiz kıyılarda
ne fark eder ki?
III.
İçine kapanmış avlunun
inciten kırgınlığındayız artık
saksı altında unutulmuş anahtar
neyi geri getirir şimdi?
biz seninle sevgilim, seninle biz
iki kanatlı bir kapı olamadık hiç
uzaktan kuşları sevmekle yetindik.
IV.
Yıllar geçiyor üstüne ayrılığın
geçmiyor bu içimdeki mübadele
nabız gibi duruyor şurada yokluğun
burada hiçbir şey değişmiyor
kâbuslarla geliyorsun kimi geceler
doğrulup bir ölümü anıyorum
tam gitmeye yeltendiğin anda
nabzının attığı yerlerinden
öpüyorum.
Mühür
Dergisi, Ocak/Şubat 2014
BEŞİK
artık konuşulmayan diller gibi unuttum
seni,
tozlu raflarda yerini alan, çok az kişinin
bildiği.
unuttum alfabeni, sesini duysam tanımam
ve umurumda olmaz şeklinin güzelliği.
artık yazılmayan eski bir dil gibi unuttum
seni,
sevmiyorum mezar taşlarını okumayı.
unuttum bildiğim her şeyin altına gizleyip
seni,
sallanan bir beşikti kalbim, uyuttum seni.
Akatalpa, Kasım 2011
DÜŞ
düşle gelen düşle gitmez her zaman
yastığın yumuşaklığında
tortusu kalır bir ömür gibi
kuşların süzülüşü kadar hafif
gündüz niyetine anlatılan
kaçışların sığınağında
düşler yapışır yakamıza
saydam ve alabildiğine geniş
masallar, destanlar, efsaneler
hepsi de masumdur bir düşün yanında
düş
tek hece bir dua
ve kuyudur içine düşünce
müjdeli bir haber gibi kapıda
aşklar, serüvenler, zindanlar görünce
düşten yola çıkan kaybolur serde
yalnız, mevsimsiz bir yolculukta
kulakları sağırdır gözleri kör
ve saralı bir hasta gibi
kıvrandığım yerde
bilge bir kadından duydum
- sırdı, sırrına eremedim -
Kurşun
Kalem Dergisi, Sayı 20, Kasım-Aralık 2012
KAPILAR
Kalbim düştün zamandan
kadim harfler yüzüne üflesin
unuttuğun yollardan geçip
-sadakatine doğru taşın-
kapılardan gireceksin
döneceksin kapılardan.
KUŞLAR
insanlar kırıyor sevgilim
kolun kanadın aynı yerini
eksik bilginin sırrına erdim
acıtıyor her insan diğerini.
Ah
nicedir kuşkulu ve hep bitkinim
uzat sesini kuşlara gidelim.
ŞAİRE
KALAN
(İlk defa bir şiiri son cümlesinden yazmaya
başladı şair)
Sordu:
aldatmak babadan oğula kalan bir miras
değilse nedir
ve yazmak başlı başına lanetse kim temiz
kalabilir?
kim yazgısını okşayarak kendi sırtını
sıvazlayıp durur
ya da başkalarının gecikmiş intiharlarını
üstlenebilir?
Dedim:
sen asansör kabinini görmeden binmeye
çalışıyorsun
ya da bindiğin katın düğmesine basıyorsun
kim bilir.
deli gömleğindeki beyaz kalabalıkta yaşıyor
gibisin
ne kendine hayrın var, ne de kimseler
sessizliğine gelir.
Dedi:
kelebek camından sızmaya çalışıyorum bu
dünyaya
oysa kimin umurunda şaire ömür değil
ayrılık biçilir.
bilirim pusulamdaki kırık iğneyle bir yere
varamam
tırmanıp düştüğüm ağaç meyve değil hep yara
verir.
Sordum:
çamurdan hüzünler yapıp oynuyor mu yoksa
Tanrı
ve insan dinden çıkar da bu sözlerle şiire
mi gelir?
sakıncalı bir gebelik gibi karnında
taşıdığınsa yazmak
aldatmak babadan oğula geçen bir illet
değil de nedir?
Varlık,
Ocak 2013
2013
Şair Dağın Doruğunda, Haz: Mustafa Fırat, s: 232-233
ŞEHİR
ÇIĞLIĞI
Sesini duydum şehrin,
kendi içine bağırıyordu,
rahminde büyüyen yalnızlığına
çoğalarak ağlıyordu,
duydum diyorum, korkunç çığlığını,
korktum, kulağıma okunan ismim
boynuma akıyordu,
anladım, zaman anılardan çok
kir biriktirir
ve biraz kan.
Sesini duydum şehrin,
ben ayrılırken
haykırıyordu:
Bütün otogarlar piçtir,
sayısız ayrılıklardan kalan.
Akköy Edebiyat Dergisi,
Sayı: 76, Mayıs-Haziran-Temmuz 2013
METRUK
sana dokunduğum yerlerimde kerpicin
ağladığı
zamanın dağladığı sadakat gizli, kokusu
toprak
kendine sarılan çamurun sıcaklığı sana
uğradığım
sokulduğum yerlerinde dağılıyor incecik
yaprak
taşı hatırlayıp parçalandım da eline değdim
kırılan bardağın çokluğunu söyledim susarak
şehirle zehirlediğim kalbimdir göğüne
uzattığım
kuşun kanadını öptüm dudaklarımı kanatarak
açık yaranın kendine söylediği merhemdim
sözdüm tenime, üzdüm gövdemi öyle, acıtarak
güzdüm, kışı senden davet diye bekledim
gözdüm eve, sokaktın çatıları hatırlayarak
unuttuğum ne varsa getirdin, söküp götürdün
koştum ardından, düştüm yüzüne kapanarak
yüzünü şehrime konuşmakla geçti ömrüm
beni sus, uyut beni, beni göğsüne bırak.
Tun
Fanzin, Ocak 2015
YALNIZ
Yürüyorum
yüzümde ada ıssızlığı
koltuğumun altında Büyük Saat’i taşıyorum
zaman benimle yürüyor böylece
durduk yere bir kadın beni hatırlıyor
kalabalık ve yorgun şehir hatları vapurunda
sevmiyorum omuz boşluğuma şiir bırakıp
giden kadınları, sebepsiz gidenleri
kalanları da sevemedim yeteri kadar
kalbimin naftalin kokusuyla
yürüyorum.
Bir şey var özlediğim, isimsiz, cisimsiz
belki
kendimden gizlediğim, onu diyorum işte,
kötü huylu bir ur, sinsi bir hastalık gibi
gelip beni bulsun istiyorum ısrarla
hangi altgeçitten geçsem loş ışıkta
avuçlarımdaki dilenci boşluğuna çıkıyorum
dilimin ucunda duruyor
eski şairlerin söylemeyi unuttuğu
yenilerin aklına hiç gelmeyecek olan
hüzne ve ayrılığa dair
yürüyorum.
Bir şiir en iyi neresinde bitirilir ki
inceden bir ney sesi karışıyorken
annemin yüzümde bıraktığı doğum sancısına
harf kaybediyorum kırmızı, ılık ılık
susup yürüyorum
sen de sus, konuşma n’olur,
Tanrıya mahsus olanla sınanıyorum!
Şiirden
Dergisi, Eylül-Ekim 2012, Sayı 13
*Şiirler şairinin izniyle yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder