(20 Ağustos 1952, Hacıduraklı
Köyü, Çiçekdağı / Kırşehir - )
Asıl adı İbrahim Çelik’tir. İlkokulu köyünde (Hacıduraklı), ortaokulu ve
liseyi Kırıkkale’de okudu. Ankara İmam Hatip Lisesi (1973) ile Keçiören
Lisesi’ni (1973), Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili
ve Edebiyatı Bölümü’nü (1980) bitirdi. “Hikâyeci ve Romancı olarak Samipaşazâde
Sezâi” adlı bitirme tezini yazdı. Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı’nda
murakıplık, 1980 yılından sonra Kütahya, Adapazarı ve Ankara’da öğretmenlik,
1997 yılından sonra Millî Kütüphane’de şube müdürlüğü, İstanbul Beyazıt Devlet
Kütüphanesi’nde müdür yardımcılığı yaptı. 2000 yılında emekliye ayrılarak
Ankara’ya yerleşti. Hece Yayınları ile Hece (1997-Eylül 2014 / 213 sayı) ve Hece
Öykü (Şubat-Mart 2004 - Eylül 2014 / 64 sayı) dergilerini yönetti. Öykülerinden
‘Ateş’, Boşnakçaya; ‘Ana Üşümesi’ ve ‘Giden Gün Ömürdendir’ Arnavutçaya; ‘Gülşefdeli
Yemeni’ Azericeye ve Farsçaya; ‘Yüzündeki Deniz Duruluğu’ da İtalyancaya
çevrildi.
Öyküleri, yazıları ve söyleşileri Ayasofya, Erdemli Duruş, Hece, Hece
Öykü, İlim Sanat, Keşke, Mavera, Varlık, Yeni Şafak Kitap vb. gibi dergi,
fanzin, gazete ve eklerinde yayımlandı.
Ödülleri: “Gülşefdeli Yemeni” adlı kitabıyla Türkiye Yazarlar Birliği 1998 Yılı Öykü Ödülü’nü aldı. “Edebiyat
Eylemi ve Nuri Pakdil” adlı kitabıyla Türkiye Yazarlar Birliği 2013, 5.
Edebiyat Mevsimi Nuri Pakdil Özel Ödülü’nü, Türkiye Yazarlar Birliği, 6.
Edebiyat Mevsimi’nde ‘2014 Hikâye Ödülü’nü aldı.
Yapıtları:
Öykü Kitapları:
& Tüneller (1983, Edebiyat Dergisi Yayınları)
& Gülşefdeli Yemeni (1998 Hece Yayınları, Ank.; “Her
Roj Ji Emır Dıçe” adıyla, 2014, Hece Yayınları, Ank.111 s.)
& Ana Üşümesi (“Tüneller” kitabının yeniden düzenlenmiş
hali, 1999, Hece Yayınları)
& Aşkın Hâlleri (1999, Hece Yayınları, Ank.)
& Kırklar Cemi (2000)
Deneme, İnceleme Kitapları:
& Bir Yağmur Türküsü (1999, Hece Yayınları, Ank.)
& Öykümüzün Hikâyesi (2000, Hece Yayınları, Ank.)
& Kalemin Yükü (2014, Şule Yayınları, İst., 254 s.)
& Yazı ve Yazgı (2014, Şule Yayınları, İst., 240 s.)
& Hikâye Anlatıcısı (2016, Şule Yayınları, İst., 324 s.)
Söyleşi Kitapları:
& Keklik Vurmak (2015, Şule Yayınları, İst., 451 s.)
Yayına Hazırladığı Kitaplar:
& Asaf Halet Çelebi Kitabı (Derleyen: İlyas
Dirin ve Şaban Özdemir ile; 2003, Hece Yayınları, Ank. 296 s.)
& Teori ve Eleştiri (2004, Hece Yayınları, Ank., 272 s.)
& Düşünce ve Dil (2004, Hece Yayınları, Ank., 222 s.)
& Irmağın İçli Sesi - Atasoy Müftüoğlu Kitabı (2008, Hece Yayınları,
Ank.)
& Çağdaş Gagauz Öyküsü (2013, Türk Dünyası Vakfı Yayınları,
203 s.)
& Çağdaş Özbek Öyküsü (2013, Türk Dünyası Vakfı Yayınları)
& Çağdaş Kırım Tatar Öyküsü (2013, Türk Dünyası
Vakfı Yayınları, 202 s.)
& Çağdaş Kırgız Öyküsü (2013, Türk Dünyası Vakfı Yayınları,
198 s.; 2014, Hece Yayınları, Ank., 200 s.)
& Çağdaş Türkmenistan Öyküsü (2013, Türk Dünyası
Vakfı Yayınları, 248 s.; 2014, Hece Yayınları,Ank., 248 s.)
& Çağdaş Kazakistan Öyküsü (2013, Türk Dünyası
Vakfı Yayınları, 222 s.; 2014, Hece Yayınları, Ank., 224 s.)
& Çağdaş Azerbaycan Öyküsü (2013, Türk Dünyası
Vakfı Yayınları, 183 s.; 2014, Hece Yayınları, Ank., 184 s.)
& Edebiyat Eylemi ve Nuri Pakdil (2013, Hece
Yayınları, Ank.)
&
Nuri Pakdil’in
Mektupları (Mektup,
3 cilt, 2014, Edebiyat Dergisi
Yayınları)
Hakkında Yazılan Kitaplar:
& Mahfuz Zariç, Yeni Eleştiri Bağlamında Hüseyin Su
Öyküsü (2015,
Atlas Yayınları)
Yazarla
Yapılan Söyleşiler:
HÜSEYİN SU İLE SÖYLEŞİ:
“BAZI KALEMLERİN TOPLUMSAL DOKUMUZDA AÇTIĞI YARALAR
HÂLÂ SAĞALTILABİLMİŞ DEĞİL.”
-
Kendinizi tanıtır mısınız? Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?
Bu türden sorulara, bugüne dek doğru
dürüst cevap veremedim klişe bazı sözlerin dışında. Aslında, ‘kendinizi tanıyor
musunuz?’ diye sormak gerekmez mi? Belki cevabı da çok kolay olurdu: Hayır!
Kendisini tanımayan, tanıtamazdı da. Kimlik bilgileri değil bu tür sorularla
öğrenilmek istenilen ama insanlar hep bu bilgileri vererek cevaplarlar. Çok
kolay elbette. Benimkisi de öyle: 1952 yılında Çiçekdağı’nda doğdum. Ortaokulu
ve liseyi Kırıkkale’de, üniversiteyi Ankara’da DTCF Yeni Türk Edebiyatı
bölümünde okudum. Öğretmenlik ve kütüphanecilik yaptım. Dergiler çıkardık,
yayıncılık yaptık. Okumaya, yazmaya devam ediyoruz... Kendimi tanımlamak da çok
zor. Kitaptan, okumaktan, yazmaktan başka bir dünyası olmayan, hayatın acemisi,
en vaz geçilmez sanılan yerde bile çantasını alıp giden bir insan.
Müşkülpesent, düzen tutkunu, ısrarcı, takipçi; bazılarına göre inatçı... Bütün
bu ve benzer obsesif tavır ya da takıntılarla gündelik hayatını zorlaştıran bir
insan. Hemen her konuya, yapabildiğince en dipten bakmayı ve kavramayı isteyen,
bunun için de kendisini her zaman gündem dışı gören biri... Görüyorsunuz,
insan, eksiklerini anlatmaya çalışırken bile ardında bıraktığı izleri
düzeltmeye çalışıyor. Yani, bir insanın nasıl yürüdüğünü görmek için izine
bakacaksanız; bunun için de kendisine sormadan arkasından bıraktığı izlere
bakmak gerek. Değilse onun görülmesini istediği gibi görebilirsiniz ancak.
- Okuyucular tarafından Hüseyin Su
adıyla tanındınız. Bu mahlası size Nuri Pakdil’in verdiği söylenir hep.
Gerçekten öyle midir? Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da susuz kalmasıyla bir bağı var
mı bu tercihin?
- Var elbette. Bir öykümün yol açtığı
çağrışımlarla verildi. İlk iki öykümü ve bir de değini yazımı kendisine
verdiğimde, artık adımın Hüseyin Su, olduğunu söylemişti. Otuz beş yıl olmuş; o
gün bugündür yazı dünyasında bu adla biliniyorum. Biliyorsunuz yazarların
mahlas kullanması edebiyat dünyamızda yeni bir durum değil. Sayısız örneği var.
Bir yazarın birden çok mahlas kullandığı da olmuştur. Bizimkisi tam böyle
sayılmaz. Sadece bir edebî mahlas değil. Özellikle Edebiyat dergisinde yazan
arkadaşlarımızın hemen hepsinin en az bir mahlası vardı ama bu adlar hepsinin
de asıl adları gibi bir hususiyet kazanmıştı. Hiçbir arkadaşımızın gerçek adını
kullanmazdık. Bu adları Nuri Pakdil verirdi; ad koydum, derdi. Bu adlar,
mutlaka inanç, tarih, siyasa ve kültür açısından çağrışımlara sahip olur ve
temellendirilirdi. Hiçbir arkadaşımızın adı, rasgele verilmiş değildir. Geriye
doğru düşünce, inanç ve tarih açısından temellendirmeyi, ileriye doğru da aynı
bağlamda bir inşâyı amaçlardı. Siyasal endişeler nedeniyle verilmemiştir
hiçbirisi.
- Öğretmen, kütüphaneci, öykücü,
yayıncı, dergici… İsminizi sadece kitaplarda ve dergilerde görüyoruz. Neredeyse
münzevice, çelebice diyebileceğimiz bir hayat. Bu kuytuluğun, ıssızlığın sebebi
nedir? Neden inziva, hem de Ankara’da?
- En doğrusu şu galiba: Karakterime denk
düşen bir hayat tarzı. Daha önce de söylediğim gibi başka türlü bir hayatı
istesem de beceremem; buna asosyallik de diyebilirsiniz. Böyle işte...
Öğretmenlik yaparken de böyleydim; kitabımı alır, öğretmenler odasının bir
köşesinde otururdum. Kalabalığı, gürültülü yerleri ve çok fazla hareketli,
hızlı hayatı sevmem; çok sevsem ve çok istesem bile benim üstesinden
gelebileceğim bir hayat değil öylesi. Sürekli alabora olan bir hayatın içinde
yaşayamazdım sanırım. Kullanıldığı her yerde çok hoş çağrışımları olan bir
sözcük değil ama hayatta yaptığım her işte ‘istikrarı’ tercih eden bir insanım
genel olarak. Münzevîlik mi bu, onu da tam bilmiyorum doğrusu. İletişimim
iyidir, dostluğa çok önem veririm, vefasızlığı sevmem, dayanışma ve paylaşma
kavramlarını da çok önemserim... Bunlar münzevî bir insan için hiç de uygun
sıfatlar değil sanırım. İncir çekirdeğini doldurmayan nedenlerle tutuşulan
kavgalar, girilen çatışmalar, yaka yırtmalar, kendini parçalamalar, kırıp dökmeler,
yaralanıp berelenmeler... sosyal hayatın vaz geçilmez koşulları gibi görüldüğü
için bu kavganın dışında durunca ister istemez münzevî durumuna düşüyorsunuz...
Bu durumdan da şikayetim yok kendi adıma. Bu bilinçli bir tercih mi,
bilmiyorum, değil galiba ama kabûlümdür. Neden Ankara? Kim bilir belki de
Ankara’da her insan için daha çok gerekli böyle bir hâl; eğer başarılırsa...
-
Niçin edebiyat? Edebiyat, müslümanca varoluş ve duruşta neye tekabül ediyor?
- Sözümüzü söylemek için seçtiğimiz bir
yol, bir dil olduğu için edebiyat. Edebiyat ve sanat dilinin birçok yönden daha
önemli ve işlevsel olduğunu düşünüyorum. Gereksiz bir önceleme ve yüceltme
yapmadan şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; ‘asıl söz’ün diline en yakın dil,
edebiyatın ve sanatın dilidir kanaatimce. Elbette bu dilin de gerektiği gibi
kurulması ve kullanılması şartıyla. Siyasa dili, çok daha çabuk deforme
olabiliyor. Bunun bir alt dili de güncel politik dildir ki o zaten daha baştan
çürümüş bir dili tercih etmek demektir. Hiçbir hakikati, hatta hakikate ilişkin
en küçük bir kırıntıyı bile taşıması mümkün değildir. Mümkün olmadığı gibi
aksine hakikatin üstünü örtmek için son derece elverişli bir dildir. Ne ki
Müslümanlar, günümüzde bu iki dil arasındaki farkı henüz yeterince görebilmiş
değiller. Bu nedenle de saran, sarmalayan, sağaltan değil, son derece ısırgan
ve yaralayıcı bir dilleri var. Şöyle bir gözünüzün önünden geçirin; âliminden
politikacısına, entelektüelinden akademisyenine kadar hemen herkesin dilinde
sözünü etmeye çalıştığımız bu farkı görebilirsiniz. Her zaman anarım; kavl-i
leyyin diye bir incelik, bir endâze vardı dilimizde. Bütünüyle yitirdik bu
inceliği. İşte bunun için edebiyat. Sözünü ettiğiniz varoluş ve duruşta ise
inanan bir insan olarak, derin bir kavrayışa, ferasete, ölçülülüğe, inceliğe,
yaratılıştaki bütün sınırları hakkıyla görüp gözetmeye tekabül eder; eğer
gerçekten sahih bir edebiyat ve sanatsa yaptığımız. Böyle olduğunda, bütün bu
özellikleri müslüman olmayan bir sanatçının dilinde ve duruşunda da görebileceğimiz
gibi tersi de mümkündür.
-
Edebiyat dergisi yayımlandığı dönemde Arap ve Afrika edebiyatının, dahası
ümmet, hatta insanlık coğrafyasının Anadolu’ya taşınmasına öncülük etti. Bugün
o nitelikte eserlerin çevirileri yok. Coğrafya mı sustu, biz mi umursamaz
olduk? Nedir bunun açıklaması?
- Doğru, Edebiyat dergisi, Doğu ve
Ortadoğu edebiyatını, bu edebiyatların ve kültürlerin dile getirdiği düşünceyi,
umudu, acıyı, bütünüyle ortak bir uygarlık anlayışı ve sorumluluğuyla bize
aktarmaya çalıştı. Bu çabayı sadece bir edebiyat ilgisi olarak anlamamak
gerekir. Bu bir bilinçtir. Edebiyat ve sanat fantezisi olarak görüldüğünde, yük
olarak algılanabilir. Ayrıca edebiyatın ve sanatın dışında, sorumluluğu
başkalarına ait ayrı bir alan olarak telakki ediyorsanız inancı ve siyasayı, o
zaman hepten gereksiz bir yüktür. Hâlbuki edebiyat ve sanat, inancı da siyasayı
da varoluş bağlamında içkindir. Bizzat dilin kendisi son derece siyasaya
yaslıdır ama bu yaslı oluş, hiçbir zaman indirgemeci değil, varlığın ifadesi
oluşu hasebiyle böyledir. Galiba bugün edebiyat ve sanat, yazar ve sanatçı,
büyük oranda bu hassasiyeti yitirdi. Sanal fanteziye, zamanın ruhuna uygun
olarak hafif, hatta zayıf bir dile teslim olmayı tercih etti. Öznesiz ve
yüklemsiz bir edebiyat, sanat daha çok tercih edilir oldu. Bu da şu demektir
kanaatimce: Sanatçı özne olmaktan, sorumluluk almaktan, dolayısıyla da acıyı
hissetmekten ve yazmaktan kaçıyor; kuşkusuz istisnalar kaideyi bozmaz. Coğrafya
susmadı, tam tersine daha çok ses veriyor, daha çok acı var, daha çok kan, ölüm
ve zulüm var. Coğrafya baştan sona yanıyor. Ortadoğu baştan sona bir yangın
yeri. Yaklaşık olarak yüz yıldan beri sadece Kudüs’te olup bitenlere bakmak
bile bir müslümanı, bir insanı delik deşik etmeye, yaralamaya yeter.
Duyarlıklarımızı yitirdik, kalbimizi unuttuk, artık hiç mi hiç hissetmiyoruz.
Hâlbuki evimizin içine kadar taşındı yangın, kan, ölüm ve zulüm. Ama evlerimiz
o kadar geniş ki bırakın Ortadoğu’yu, evimizin içindeki insanların acılarını
bile duymuyoruz. Herkes kendi acısını tek başına yaşıyor vesselâm...
-
Edebî metinlerin bizi ilgilendirmeyen mecralara hapsolmasıyla karşı karşıya
mıyız sizce? Düşünsel ve siyasal kuşatılmışlıktan sonra, bir de bizim erbâb-ı
kalem ve kelâmımız da duygusal kuşatılmamıza katkı veriyor mu?
- ‘Biz’ dediğinizle ‘insanı’
kastediyorsanız eğer, bizi ilgilendirmeyen bir mecra olamaz, dolayısıyla
edebiyatı da ilgilendirmeyen bir mecra olamaz. İnsanî olan, insanla ilgili olan
her şey hem insanı hem de edebiyatı, sanatı ilgilendirir. Şöyle bir algı var;
siyasal olan edebiyatla ilgili değildir, edebiyat, siyasadan uzak durmalı... Bu
kanaatin yanlış olduğunu düşünüyorum; sanatçı bakış açısı olamaz bu. Siyasal
olan da dahil her şey edebiyatla, sanatla ilgilidir. Siyasayı içermeyen
edebiyat ve sanat (yoktur ama varsaysak bile) eksiktir, yarımdır; yapması
gerekeni yapamaz; dilsizdir, işlevsizdir; gerçek bir sanat eserinin yerini
tutması mümkün değildir. Edebiyat ve sanat, siyasal dile de teslim olamaz,
siyasanın yapacağını yapmaya da soyunamaz. ‘Bizi ilgilendirmeyen mecra’ nedir?
Aşk mı, doğa mı?.. Bunları anlatan bir edebiyat ve sanat eseri, eğer gerçekten
insanî anlamda ve derinlikte anlatıyorsa, bizi ilgilendirmeyen mecralara
hapsolduğunu söyleyemeyiz. Aşk şiiriyle savaş şiiri, iyi birer şiirse, hem dili
hem tekniği hem de anlam dünyasıyla bizi anlatmakta başarılı demektir.
Bunlardan birisini ‘iyi şiir’ diye öncelemeyiz; ancak okuyucu tercihi açısından
önceleyebiliriz; yani okur hakkımız vardır ama tanımlama hakkımız yoktur. Kuşatılmışlığımız
hiçbir zaman tek boyutlu değildir. Eğer siyasal açıdan kuşatılmışsak, bunun
düşünce ve duygu açısından gerçekleşmediğini söyleyemeyiz. Şöyle düşünelim
isterseniz: Bir insan batıyor, boğuluyor. Her şeyiyle, duyguları, düşünceleri
ve fiziğiyle batıyor. Kuşatılmışlık da böyledir. Yakın tarihimizdeki hâlimize
bakalım. Aydını, entelektüeli, âlimi, meşâyihi, siyasetçisi, işadamı,
akademisyeni, öğrencisi, gazetecisi vs. hepsi de aynı ‘yaralı bilinçle’ malûl
değil mi? Sorun, edebî metinlerin bizim kuşatılmamıza yardım etmelerinden
kaynaklanmıyor sadece. Yaramız daha derin ve bu yaranın daha çok nedeni var.
-
Devamında edebiyatta ve dilde bir yabancılaşmadan/yozlaşmadan söz edersek,
nasıl önüne geçilebilir bunun? Bu durum bir biçimsel dışavurumdan mı ibarettir,
yoksa kendi yitikliğimizle, ruhumuzu şeytana kaptırmakla ilgili bir bulunuş
hâlinin doğal yansıması mıdır?
- Az önce de söylemeye çalıştım,
yozlaşma ve yabancılaşma dediğiniz insanî ve toplumsal durum tek boyutlu değil.
Bir tek nedene indirgeyemeyiz, bu mümkün de değil. Böyle yaptığımızda sorunu
kavrayamadığımız gibi çözümünü de bulamayız doğal olarak. Elbette bugün dilde,
edebiyatta ve sanatta bir yabancılaşma ve yozlaşma var. Belki şurada haklı
olabilirsiniz; dilimizin yabancılaşması, yozlaşması, düşüncemizin ve giderek
hayatımızın yozlaşmasını ve yabancılaşmasını da sağladı; biraz daha ihtiyatlı
konuşarak, hızlandırdı, diyebiliriz. Ama çürümenin bütün bir bedeni sardığını,
sosyal organizmamızın her uzvunun çürüdüğünü, birbirini etkilediğini
bilmeliyiz. ‘Kalbe düşen bir lekenin büyüyerek bütün varlığımızı kaplayacağı’
konusunda yapılan uyarının anlamı üzerinde iyi düşünürsek, toplumsal, siyasal
çürümenin de nasıl sirayet ettiğini kavramamız daha kolay olabilir. Elbette
biçimle ilgili bir durum değil bu. Öyle olsaydı çok kolay olurdu işimiz. Çok
daha derinlerde. Önce kuşkuyla başlayan bir özgüven sorunu yaşadık. Yenilmişlik
psikolojisi komplekse dönüştü ve derinleşti. Bütün değerlerimizden endişe eder
olduk. Sadece dil ve edebiyat alanında değil, dinî ve sosyal hayatımızda da
böyle oldu. Kuşku duymadığımız hiçbir inancımız ve düşüncemiz kalmadı
neredeyse. Aynı psikolojiyle her şeyi gözden geçirmeye, her konuda ‘acaba?’
demeye başladık. Septik düşünmeye başladık. Yani, bir anlamda bu süreçte biz de
‘aydınlandık’; sonunda da doğal olarak yozlaştık ve özümüze yabancılaştık.
-
Bir ilâve daha: İtiraz eden, sorgulayan ve öze dönüşü anlatan kalem ehlimiz bir
sermaye edebiyatı belasına mı uğradı?
- Eğer kalemi tutan ehilse, bu
belirttiğiniz hususlarda hem sınırları hem de o sınırlar içinde temel ölçüleri
ve gereken hassasiyetlere riayet etmeyi her zaman göz önünde bulunduracaktır.
Sözümüzü söyleyen dilimiz veya kalemimiz, neyi, ne zaman, nerede ve hangi
koşullarda söyleyeceğini de bilmesi gerekir; biliyordur. Gerektiğinde itiraz
eder elbette ama tasdik etmesi gereken yerde de bunu bir dil, üslûp sorunu
olarak görmeden tasdik eder. Sorgular ama sorgulanır da... İçe doğru derinleşip
öze dönüşün yollarını arar ama aynı zamanda düşüncenin ve tahayyülün
kanatlanacağı ufukları da arar. Evet, bütün bu söz ve yazı imkânlarının önünde,
modern hayatın öne sürdüğü ve çoğu zaman hepimizi teslim alan somut olarak
sermaye, soyut olarak da sanal aldanış kuşatması var. Her ikisi de sanki bize,
söze ve yazıya yeni imkânlar sunuyormuş gibi yaklaşır. Çoğu zaman umursamadan
yanlarından geçip gidemeyiz, takılır kalırız, aldanırız. Sözümüzü ve yazımızı,
hayatımızda sağladıkları çok küçük ve albenili kolaylıklar uğruna rehin
verdiğimizin farkında bile olamayız. Sözünü ettiğiniz tuzaklara düşmüş oluruz
böylece. Bunları dilin ferasetiyle aşabilenler de var kuşkusuz. Umutsuz olmamak
gerekir...
-
Türkiye’deki İslâmî bilincin oluşumunda edebiyatın ve edebiyatçının rolü ne
olmuştur?
- Çok önemli bir rolünün ve etkisinin
olduğu kanaatindeyim. Sadece İslâmî bilinç açısından değil, her tür siyasal
düşünce ve dünya görüşü açısından da böyle olduğunu düşünüyorum. Eğer bir
düşüncenin, siyasa görüşünün dili, estetik algısı ve genel donanımı itibariyle
bütün kanalları edebiyata, sana açık değilse, sadece zenginleşme açısından bir
kısırlık yaşamakla kalmaz, dili açısından da kuru, ısırgan, iletişimsiz ve
etkisiz bir duruma düşer. Edebiyattan ve sanattan gelen düşünür, akademisyen,
siyasetçi, aktivist, eylemci ve devrimciler, hem dilleri hem de düşünce
ufukları itibariyle çok daha fazla imkânlara sahip olurlar. Bu açıdan
bakıldığında, özellikle modern Türkiye’nin düşünce ve kültür koşullarının
belirleyici olduğu dönemlerde İslâm düşüncesinin oluşumunda, sanattan ve
edebiyattan gelen aydın, entelektüel ve düşünürlerin önemli rolleri ve
etkilerinin olduğunu görürüz. Ülkemizin modernleşme, Batılaşma sürecine bu
açıdan bakıldığında bunun önemini daha iyi görebiliriz. Şunu da belirtmekte
yarar var: Eleştirel bakmak, bütünüyle yok saymak anlamına gelmez;
gelmemelidir. Namık Kemal’den bugüne İslâm düşüncesi çizgisi, önemli ölçüde,
sanat, edebiyat ve entelektüel etki taşır. Bu çizgiyi, bütün sorunları ve
imkânlarıyla birlikte Sait Halim Paşa, Mehmet Âkif, Necip Fazıl, Nurettin
Topçu, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Rasim Özdenören, Atasoy Müftüoğlu, Erol
Güngör ve İsmet Özel gibi isimler özerinden okuyarak çok daha iyi
anlayabiliriz.
-
Buna koşut olarak resmî ideolojinin İslâmî kimliğe karşı yürüttüğü savaşta
edebiyatın, ortaya konulan edebî ürünlerin etkisi ne olmuştur?
- Tersinden benzer etkiyi sağladığını
daha çok ve daha büyük oranda görmek mümkündür. Bu da Batılaşma ve modernleşme
hareketleriyle birlikte başlar. Hatta bu düşünceler, daha çok edebiyat
eserleriyle sunulur halka. Edebiyat büyük oranda araç olarak anlaşılır.
Batılaşma düşüncesinin, Batılı gibi yaşama çabasının edebiyat eserleriyle çok
daha kolay yaygınlaştırılacağı düşüncesi önemli ölçüde amacına da ulaşmıştır.
Özellikle de Tanzimat ve Cumhuriyet dönemlerinde yazarların, sanatçıların birer
misyoner düşüncesi ve yaklaşımıyla eser verdiklerini görürüz. Sanatçı,
edebiyatçı olduklarını, birer edebiyat ve sanat eseri verdiklerini unuturlar
âdeta. Batılaşma düşüncesinin ve hayat tarzının evlerin içine nasıl gireceğinin
yolunu keşfetmişler. Halkın özellikle de roman ve tiyatroya gösterdiği ilgi,
her zaman bu yaklaşımın iştahını kabartmıştır. Büyük oranda da başarılı
olmuştur. Bazı kalemlerin toplumsal dokumuzda açtıkları yaralar hâlâ
sağaltılabilmiş değil ne yazık ki...
-
İslâmî camia bir bilinç savrulması yaşıyor. Adına ne derseniz; ayak kayması,
şeytan ayartması, gönül paslanması, zihin tutulması… Yıllarca gençlerimizle
uğraşmış, emek vermiş bir insan olarak neler söylemek istersiniz? Nedenler,
nasıllar, yapmamız gerekenler…
- Bu konuları düşünürken kanaatimce
günümüz düşüncesi adına bir paniğe kapılmak ve gereğinden fazla karamsar olmak
doğru değildir. Eğer insanlığın hikâyesini sözünü ettiğiniz zaviyeden okur ve
incelersek aşağı yukarı her zaman sizin saydığınız sıfatlarla tanımlanabilecek
hâllerin yaşandığını görmemiz mümkündür. Bazen daha şiddetli, bazen de daha
hafif oranlarda hikâyemiz birbirine eklemlenerek sürüp gelmiştir. Hepsinin
kahramanı da öznesi de biziz, başkası değil. Sorunlar karşısında ferasetimizin
açıldığı da olmuş, hakikat karşısında körleştiğimiz de... Savrulduğumuz ve
ayağımızın kaydığı da olmuş, derlenip toparlandığımız da... Gönül aynamızın
paslandığı, sırlarının döküldüğü de olmuş, varlığı bütünüyle ayan beyan
yansıttığı da... Önemli olan, bizim bütün bu ortak hikâyemizden neler
öğrendiğimiz ve kıssalardan nasıl dersler çıkarttığımızdır. Nedenleri de,
neleri nasıl yapacağımız da bu çıkarımlarımızdadır.
-
Bildiğimiz kadarıyla Edebiyat dergisi, yani Nuri Pakdil geleneğinden
geliyorsunuz. Nuri Pakdil, Türkiye’deki İslâmî tefekkür ve söylemin neresinde?
Mehmet Akif, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç… Nuri Pakdil’i bunlardan farklı kılan
nedir?
- Sorularınızdan birini cevaplarken
değindiğim gibi modernleşme süreci içinde İslâm düşüncesinde bir entelektüel
çizgiden söz edebiliriz. Bu çizgiyi bütünüyle ‘İslâmî Tefekkür’ olarak
nitelemek ne derece doğru olur tam bilemiyorum. Belki de amacını aşan bir ifade
olur. Asıl söylemek istediğimizi de anlatamayız öyle tanımlarsak. Yalnız sizin
andığınız ve benim de eklediğim diğer isimlerin hepsinin emekleri ve çabaları,
birlikte bugün bir toplam oluşturuyor ve bu toplamı önemsemek gerektiğini
düşünüyorum. Hem sanat, edebiyat hem de İslâm düşüncesi alanında kafa
yormaları, aralarında önemli farklar olmasına karşın, onları böyle bir çizgide
buluşturuyor. Düşüncelerinin yol açıcı, sağaltıcı, toparlayıcı, yenileyici
işlevlerinin olduğunu söyleyebilirim. Nuri Pakdil de bu çizgi üzerinde hem
benzer hem de farklı düşünceleriyle önemli bir isimdir. Bir mütefekkir olmaktan
daha çok, yeni ve önemli düşünceleriyle birlikte tavır alışı, muhalif duruşu,
siyasal eleştirileri ve önerileri, ekonomi, tarih ve din algımız üzerine
sarsıcı bakış açısıyla diğer isimlerden daha farklı bir yerde durduğunu
söyleyebiliriz. Elbette bunların hepsini artıları ve eksileriyle birlikte tek
tek açmak ve kritik etmek gerekir ki daha iyi anlaşılabilsin.
-
Nuri Pakdil’in uzun süren sükût dönemi hakkında çok şeyler yazıldı, çizildi.
Kendisi de Sükût Sûretinde’yi yazdı remizlerle. Pakdil’i sükûta sevk eden ve
yıllar sonra bu sükûtu yazdıran neydi? Bunu bir de sizden duymak isteriz.
- Evet, çok şeyler yazıldı, çizildi ama
kendisinin sükûtla söylemeye çalıştıkları, yani görülmesi gereken ve bir
yazarın sükût dili üzerinde hiç durulmadı. Her zaman olduğu gibi yine, asıl
olan, üzerinden atlanarak geçildi. Ne yazık ki edebiyat, sanat, hatta siyasa
alanında, görülmesi gereken hakikatten çok onun etrafındaki magazin daha çok
ilgi çekiyor. Bu biraz da insanın tabiatıyla ilgili bir durum kuşkusuz. O
kitapta şöyle bir dizesi var Nuri Pakdil’in: ‘Sükût sûretinde çok koyu düşer
ses.’ Yazar bu dizesiyle susmadığını, hatta çok daha ağır, altını çizerek
konuştuğunu belirtiyor. Kendi çağları ve yazı/söz ilgileri açısından ayrı
dilin, ayrı bir düşünce kanalının insanı olmalarına rağmen, ben, Nuri Pakdil’in
Sükût Sûretinde kitabıyla Muhiddin Arabî’nin Lübbü’l-lüb adlı eserini hem
altdilleri, hem sizin deyişinizle remizleri, hem de ses kaynakları itibariyle
birbirine çok yakın bulurum. Nuri Pakdil’in söz konusu kitabı da özün özünü
dile getiriyor kendi tarzınca. Kanaatimce Nuri Pakdil susmadı, hep konuştu o dönemlerde
de. Yalnızca sözle konuşmadı, yaşayarak ve yazarak da konuştu. Ama eserlerini
belli bir süre yayınlamadığı için biraz da yayıncılık terminolojisiyle
‘sustuğunu’ düşünüyoruz. Bir kez daha söylemekte yara var; Nuri Pakdil, bugün
elimizde olan kitaplarının yarıdan çoğunu bizim sustuğunu sandığımız dönemde
yazdı; bir açıdan da en zor anlaşılabilecek eserlerini... Ben bugünlerin nasıl
yaşandığına ve bu eserlerin nasıl yazıldığına bizzat tanığım. Aslında bu konuda
sözü yine Nuri Pakdil’in kendisine bırakmak ve şu sözüyle cevaplamak çok daha
doğru olur: ‘Dilimin döndüğünce sustum.’ Bu kadar...
-
Uzun yıllar Hece ve Heceöykü dergilerini çıkardınız, Hece Yayınları’nı
yönettiniz. Bir edebiyat akademisi gibiydi kurum olarak Hece... Hece’nin
misyonu, başarıları ve katkıları noktasında işin merkezindeki kişi bu uğraşıyı
nasıl görüyor?
- Evet, on sekiz yıl iki dergi ve bir
yayınevini (çok bilinmemekle birlikte bir de ders kitapları ve eğitim yayınları
yapan ikinci bir yayınevini) arkadaşlarımızla birlikte kurduk ve dişimizle
tırnağımızla bir yere getirdik. Bu yerin, Türkiye’de edebiyat, sanat
yayıncılığı açısından küçümsenmeyecek, önemli bir yer olduğunu düşünüyorum. On
sekiz yıl boyunca emekleri, niyetleri, çabalarıyla omuz veren bütün
arkadaşlarımızın bu sonuçta eşit payları var. Türkiye’de bu tür kültür, sanat,
edebiyat işleri yapmak, hele hele bizim koşullarımızda ve bizim imkânlarımızla
yapmak çok farklı bir cehdi ve çabayı gerektiriyor. Bu sorumluluğumuzu yerine
getirdiğimizi düşünüyorum. Bugünden geriye bakıldığında bizim dergilerimizle
yola çıkan sayısız arkadaşımız günümüz edebiyatında belirleyici konumdalar.
Elbette bizimle birlikte yayımlanan başka dergiler için de böyledir. Bizim
dergilerimiz ve yayın evlerimiz başlı başına bir kütüphane oluşturdu hamdolsun.
Kuşkusuz ortaya koyduklarımız hususunda asıl değerlendirme bizim sözümüzle
kalmayacak ve yayın yaptığımız bu dönemin edebiyat tarihi yazılırken
incelemecilerin, eleştirmenlerin sözleri, kanaatleri asıl değerlendirmeyi
yapacaktır. Kim bilir, belki de kuzguna yavrusunun göründüğü gibi görüyoruzdur
dergilerimizi ve yayınevlerimizi. Bu da çok yabana atılacak bir tutum değildir
umarım.
-
Son olarak gençlerimize, üniversite gençliğine tavsiyelerinizi öğrenmek,
düşünsel ve edebî alanda okuma önerilerinizi almak istiyoruz.
- Bugünkü gençliğin önünde büyük bir
anayol var: Bu yol, hem imkânlarla hem de tuzaklarla dolu. Neredeyse mahrumiyet
diye bir sorunları yok. Hem eğitim hem erişim hem de diğer donanım imkânları
ellerinin altında. Bu durum aynı zamanda bir tuzağa da dönüşüyor. Ne yazık ki
kolay ulaşılan hiçbir değerin önemi yeterince kavranamıyor. Ne yazık ki
bilginin asıl kaynağından gittikçe uzaklaşarak bilgi ediniyorlar; edebiyat ve
sanat için de böyle... Bilgi, düşünce, kültür, sanat, edebiyat açısından
verimliliği sağlayacak imkânlar, sanki gençliği yoldan çıkartıyor. Dilsiz, daha
doğrusu ana dilsiz bir kültür, sanat, edebiyat ve bilim üretme süreci işliyor.
Ana dile değil, yabancı dile daha çok ihtiyaç var sanılıyor. Kaynağa baş vurmak,
Google’da bir kez tıklamaktan ibaret sanılıyor. Lügat yok artık, lügate bakmak
diye bir kavram ve bilgiye de gerek yok. Sanal bir kültür, sanat, edebiyat
dünyası içinde kimsenin kendisine özgü bir üslûba, dile ihtiyacı da yok. Daha
da önemlisi kimse yazdıklarını eleyecek, süzecek kadar bir zamana tahammül
edemiyor. Bunlar elbette görülmesi gerektiğini düşündüğüm sorunlar. Eğer
sanatın, edebiyatın gerekliliği, mahiyeti varoluş bağlamında kavranabilirse
bugünün imkânlarıyla çok daha donanımlı bir gençlik yetişebilir. Birinci koşul
bu. Diğerleriyse evrensel bir açıdan ve evrensel bir sorumluluk bilinciyle
yeryüzü birikimini özümseyip kendilerinin ürettiklerini de bu birikime
eklemlemekten ibarettir.
Erdemli Duruş,
Sayı: 9
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder