(1950, Savur /
Mardin – 3 Nisan 1976, Ankara)
İlk ve ortaöğretimini Mardin'de, yükseköğrenimini Ankara'da tamamladı. 2
Nisan 1976 gecesi evine giderken bir otomobilin çarptığı Altındağ, ertesi gün
hastahanede öldü.
“Kırmızı Bakış” adlı ilk
şiiri “Edebiyat” dergisinin Haziran 1975 sayısında çıktı. “Edebiyat” dergisinde yayımlanan
şiirleriyle tanındı. Şiirleri, ölümünden sonra hakkında yazılanlarla birlikte, “Sara” (1982) adıyla kitaplaştı.
Şiir
Kitapları:
& Sara (Ölümünden sonra; 1982, Aylık Dergi
Yayınları, 46 s.)
Hakkında
Yazılan Yazılar:
Hakkında
Yazılan Yazılardan Alıntılar:
/ “Halis Altındağ,
bütün ciddiyetiyle kendisini adadığı şiir çalışmalarının gününü görmeden gitti.
Onun şiire verdiği bu önem dahi tek başına yeterli bir neden olabilirdi bu
şiirlerin kitaplaştırılmasında. Gene de tek neden bu değildir. Halis'in daha
ilk şiirleriyle birlikte el attığı temalar şimdilerde çok az şairi
ilgilendiriyor ne yazık ki. Durulmamış parçalar olmasına karşın Halis'in
şiirlerini biraz da bu özelliği geçilmez kılıyor.”
Yaşar Kaplan, 15
Aralık 1982, Ankara
Şiirlerinden
Seçmeler:
Kafa çarpıyorum sokaklarına kentin
yanıt bekliyor seğiren
gün bitmez olanı üstünde toprağın
sürekli işlenen bir gece
dağ bölünmüş ortasından
bin yılın gömülü
kent bilmecesi çözülmez dağı yarmadan
şimdi
buluttur sallanan
Zap suyu ağlardı
kentim çok yakındı Zap suyuna
avcılarla yatardı kardeşim
bunlar su avcıları
uyandırılmamış kaya parçaları
içimi yazılmamış şiirlerin ağırlığı böldü
çatlak eller
ey Zap ey çatlak eller
bir düş bu kızgın toprakta
oluk oluk
kırmızı bakış
şiirim hep yeşil boyalıdır
Nöbet tutmalı deniz
tutmalı değirmen taşını
bu toprağı kalbinden tutmalı
okunsam ellerimi kaldırıp
Konuğu olsam dağın
belleğimdeki dağların
doğu dağlarının batı dağlarının
sarılsam yeşiline
dur güzel
dur Zap suyu
annemin ikiye böldüğü nar gibi
Bırakmalı zinciri
dikilip mağaramın kapısına
konuğuyum yeşil dağın
bir ıslaklık alnımda
terlemişim Zap suyuna baka baka
Haziran 1975
***
Halis
Altındağ unutulmamalı!
Onbir, sadece onbir şiirle Türk Şiiri'nde
unutulmazlar arasına giren Halis Altındağ..
Hiç
boşuna aramayın, ben aradım; bulamadım
Ansiklopedilerde aramayın, bulamazsınız
Halis Altındağ’ı. İhsan Işık’ın üç cilt halinde hazırlanan sözlükte Halis
Altındağ’a bir paragraf ayrılmış ama dişe dokunur bir bilgiye ulaşamıyoruz.
Hangi liseyi bitirdi, Ankara’da hangi
fakültede okudu, bu bile belli değil. Belli ki Edebiyat dergisi çevresindeki
arkadaşlarına ulaşamamışlar veya Edebiyat dergisinde birlikte şiir
yayımladıkları arkadaşları bile yeterli bilgiye sahip değil.
Bu yazıyı hazırlarken Hece dergisinden
Hüseyin Su’ya sordum. O da hatırlamıyor Halis Altındağ’ın hangi fakültede
okuduğunu. Halis Altındağ, 2 Nisan 1976 gecesi Ankara’da bir trafik kazasında
kaybediyor hayatını. Öldüğünde 26 yaşında idi Altındağ. Mardin/Savur doğumlu.
Edebiyat dergisinde yayımladığı şiirler
1982’de Aylık Dergi yayınları tarafından Sârâ adıyla kitaplaştırılmış. Kitabın
girişinde Yaşar Kaplan’ın bir sunuşu; Nuri Pakdil’in de Edebiyat dergisinde
Halis Altındağ’ın ardından yazdığı bir metin var.
Yaşar Kaplan, daha çok kişisel özellikleri
üzerinde duruyor Altındağ’ın. “Halis Altındağ daha onuncu şiirini bile
yayınlayamadan aramızdan ayrıldı. Oturuşuyla kalkışıyla, konuşmasıyla
susmasıyla ağırbaşlılığını her an korumuş, birçoğumuzun belleklerinde iz
bırakmış bir insan olarak en şaşırtıcı bir anda ölümle karşılaşan Halis
Altındağ, bütün ciddiyetiyle kendisini adadığı şiir çalışmalarının gününü görmeden
gitti.
Her
şiiri başka topraklara bir başka gizemli yolculuk
Onun şiire verdiği bu önem dahi tek başına
yeterli bir neden olabilirdi bu şiirlerin kitaplaştırılmasında. Yine de tek
neden bu değildir. Halis'in daha ilk şiirleriyle birlikte el attığı temalar
şimdilerde çok az şairi ilgilendiriyor ne yazık ki. Durulmamış parçalar olmasına
karşın Halis'in şiirlerini biraz da bu özelliği geçilmez kılıyor.” diyor Yaşar
Kaplan. “Kendisi aramızda olsaydı kitabının adını ne koyardı bilemeyiz ama,
biz, Halis'in ısrarla işlediği bir konuyu simgeleyen ve üzerinde en çok durduğu
Sar’a sözcüğünü uygun gördük ad olarak.” Sârâ bu gayretin sonucunda
yayımlanıyor.
Pakdil
hiç istemeden 'kaza'yı başlık yaptı
Kitabın başında Nuri Pakdil’in çok az kişi
hakkında yazdığı bir metin yer alıyor. Bir 'Kaza' adını taşıyan yazıda özetle
şöyle diyor Pakdil, Edebiyat’ın Mayıs 1976 sayısında. “ 2 Nisan 1976 gecesi
oluyor kaza: Hızla geçen bir otomobil, evine gitmekte olan Halis Altındağ'a ana
caddenin üstünde çarpıyor. 'Kaza'. Hastaneye kaldırıyorlar, hiçbir şey gelmiyor
elden.
Halis Altındağ 3 Nisan 1976 günü öldü.
Ölümle özdeşleşti otomobil. Kuşkusuz yaşamın da kardeşi oldu. Ölümle yaşam iç
içe otomobilin içinde. Bir işaret ediyor, bir ona işaret ediyor. Halis Altındağ
için ölüm yanı çalıştı otomobilin.
1974 ortalarında tanımıştım. Edebiyat'ın
yönetimevine ilk geldiği günü anımsıyorum şimdi. Uzun uzun konuşmuştuk. 20-25
yaşları arasındaydı. Bilimleryurdunun birinde öğrenciydi. Mardin'in Savur
ilçesindendi. Düşünceli, ince, sıkılgan, ama bir dağda sırtınızı verdiğiniz
kaya gibi sağlam, yalın, gösterişsiz, doğal, güven verici bir görünümü vardı.
Anadolu, tüm acılarıyla, ezikliğiyle öfkesiyle, özlemleriyle bir insan
kimliğine bürünerek gelmişti sanki.
Kelimeleri
ne güzel büyür, ne güzel şekillenirdi
Suskundu. Ama, konuştukça umut dolardı
içime. Bu arkadaşla sonuna değin gidilir, derdim kendi kendime. Ona baktıkça
güven geliyordu bana. Sık sık geliyordu dergiye. Sürekli okuduğunu söylüyordu.
Konuşmalarımızdan da anlıyordum bunu. Edebiyat dergisinin izlediği düşünsel
eyleme içtenlikle bağlanmıştı. Ne yaptığımızı, neler yapmak istediğimizi
bilinçle kavrayanlardan birisiydi. Türkiye'deki, hatta dünyadaki konumumuzu
saptamaya çalışıyordu. Yabancı dil çalışmasını söylemiştim, başlamıştı.
Getirdiği şiirler üzerinde, birlikte, uzun uzun düşünürdük, konuşurduk.
Götürür, üstünde çalışır, yeniden getirirdi.
Edebiyat'ın Haziran 1975 sayısında çıktı
ilk şiiri: Kırmızı Bakışlar, ilginçti ilk ses. Bir tarih bilinciyle yüklü çıkıyordu
yola. Dağ bölünmüş ortasından / bin yılım gömülü, diyordu dizelerinde. Ekliyordu
sonraki dizelerinde: 'Bu toprağı kalbinden tutmalı'. Bir, bu toprağa
yabancılaşan aydınları, yazarları, şairleri düşünüyorum, bir de, bu toprakla
bütünleşen Halis Altındağ'ı düşünüyorum.
Çok sağlam bir yerden, bir ana düşünceden,
tarihe de yaslanarak seslenmeye başlıyordu. Bu şiiri, Edebiyat'ın Temmuz 1975
sayısındaki Sargılardan Bu Uzanan şiiri izledi. Şiirsel gerilimi yakalıyordu.
'Kesiliverir sesler dünlerden / Diclenin sallarına tutunup/ Gömdüğü gibi
gözerini Dicle'ye çocuklar' dizeleriyle 'dünler'in seslerini bulmaya
çalışıyordu. 'Dün' bugündü onun için, yarın da olacaktı. 'Dün'ü yalnızca bir
içerik olarak değil, bir devinim olarak da tasarlıyordu. 'Dün'dü tüm
atılımlarının kaynağı. Hep sorardı bana: Kimlerdi 'dünler'in sesini boğanlar?
'Büyüyen sancıların önünden arkasından' yürümeye hazırlanıyordu. Uzun, çetin,
tarihsel bir yürüyüş olacaktı bu. Anlamıştı bu yürüyüşün başladığını. Bu yürüyüşe
katılmanın bilinçli kıvancı içindeydi. Bu yürüyüşte umursanmayacak bir olgu da
ölümdü kuşkusuz.
Ölümün
yeni yorumu ona aitti
Yar Bakraçları (Edebiyat, Ağustos 1975)
şiirinde, âdeta yeni bir yorum getiriyordu ölüme. Eskimeyendi ölüm onun için.
İnanıyordu ölüm ötesinin ölümsüzlüğüne. Öyle olunca, kuşkusuz, bir eskimeyendi
ölüm, bir geçitti olsa olsa. 'Kaçıncı mevsim bu örtünen/yağmura giymeliyim
ölümümü/örtün bana ölümümü eskimeyen örtün'. (Öldüğü gün yağmur yağıyor muydu
acaba Ankara'ya? Anımsayamıyorum) (….) O da şimdi 1923 Devrimini sorguya
çekiyordu. Konuşmak istiyordu 1923 Devrimiyle, Çünkü, insanın arası gide gide
açılıyor 1923 Devrimiyle. Sara (Edebiyat, Ekim 1975) bir sorgu başlangıcıdır.
Bir kimlik saptamasıdır. 'Yirmialtıda
Burdur'da/ sürgün sofrasında/açan alınlarında sürgünlerin/hınç çiçeği/surların
alnı terleyen hamalında/büyür uzar bengi sularına/akım toprağa'. Bir sürgün
sofrasından bir akım geçirilmektedir toprağa, bu toprakları koşullandıran
tarihsel dayanağa. Bu şiirsel tablo bir yargı yerini andırıyor. Kimlik
saptaması uzadıkça uzamaktadır.
Goethe'nin
Faust'u Halis'in Yumruk'u
Bir demircinin örsünde dövülen demirden
çıkan çıngılara dönüşür bundan sonra Halis Altındağ'ın deyişleri: Sara Süreci
(Edebiyat, Ocak 1976 şiirinden) Topladıklarında yirmibirdi saat/yüklediler
sigara içimi zamanda/sürgün/kent hastasını ilk gördüğüm gün’ Gene aynı sayıda
çıkan Şehir Şiiri'nde de şöyle diyordu: 'Bilinci gererek/kalbinden düşmeyecek
eylem.' Eylemi kalbine; yapıştırmış gibiydi. Eyleminde duyuluyordu yürek
çarpıntıları, bana öyle geliyor. 'Hangi yumruktan geldin sıkılı/gümülü
sayfalara/uzanıp ışıl ışıl yanan'. Özdeksel bir başkaldırıyı simgelemiyordu bu
yumruk. Bir düşüncenin, kapattırılan bir kitap sayfasının sözcüsü olarak
uzattırılıyordu bu yumruk. Öncü bir güç gibi öndeydi yumruk, Halis Altındağ'ın
şiirindeki yumruk.
Bunları Çağ Yolun Yolun Söylevi (Edebiyat,
Şubat 1976) şiiriyle, son yayımlanan Sara Sonu Ve Koyuntular (Edebiyat, Nisan
1976) şiirleri izledi. Daha, 1923 Devriminin kimlik saptamasını yaparken, bir
'kaza' sorguyu durdurdu, onun başlattığı sorguyu durdurdu. Ama, Halis Altındağ,
Edebiyat dergisinin hep bu sorguyu yürütmek için çıktığını, sonunda Edebiyat
dergisinin tarihsel bir yargılamayı başlatacağını biliyordu.”
Yaşasaydı belki beklenen o sorguyu
derinleştirecek ve inceltecekti Halis Altındağ. Yazdıkları da bir istikamet
göstermesi için yeterli. On bir şiirle de olsa adını edebiyatımıza ve
müminlerin şehadetiyle iyiler arasında yazdırmış bir şair o. Rahmetle anılmayı
hak ediyor. Rahmetle Sayın Altındağ. Rahmetle…
Kâmil
Yeşil
***
Yarım
Kalan Şiir - Halis Altındağ
Uzun bir rüzgarın peşinden yuvarlanan çalı
çırpının bıraktığı izleri yıldızlara armağan eden bir coğrafyanın esmer
şiiriydi Altındağ. Gece yarıları uğuldayan yoklukların asılı kaldığı dallardan
sözcükleri toplayarak uykularına ve uzun bir serüvenin yelkenine umut toplardı.
Çocuktu o her zaman. Çocuk gözlerini hep siyahın ufuk çizgisinde tanrıya uzanan
bir merdivenin ilk basamağında bekletirdi. Savur, ilk hayallerin ve masalların
renklere girdiği tarihin ayağa takılan taşlarındaki ninnileri hep kuşlara
armağan ederek uyurdu kendi saatine. Şarkılar, kuşların aniden yüreğinden kalkışıyla
bırakılan dizelerin yine dallardan düşerken çıkardığı seslerin kendisine ulaşan
ilahisiydi. Her şey şiirden ve rüzgardan ibaret bir hayatın en sırtında kendi
çocukluğunu saklardı. Oyundu hayat. Ölümler de, ara verilen bir gezintinin
içindeki acı kahveden düşerdi. Uykularını bölen direniş saatlerinde yüzyıllara
at sürer gibi pencereden bakardı sıcak bir yorganın sırdaşlığına. Ve gece bir
Şahmeran kollarında uyanan şiirin kendisiydi… “sürekli işlenen bir gece / dağ
bölünmüş ortasından / bin yılım gömülü” sevgili Halis, sık sık terleyen avuçlarında ekmek kadar
kutsal saydığı dizelerin peşinden koşarken ayağına takılan taşların mermi
ağrısını tepesinden geçen sığırcık kuşlarının kanatlarındaki uzun bir çizgiye
bakarak geçirirdi. Bu salt taşın yorgunluğu değildi.
Geçen kuşların arkasından kendi şarkısını
söylerken aldığı yanıtların melodisini akan suların gölgeliğindeki kavaklara
yelpaze atardı. Suskun hayatın içinde değildi bakışları. Yanı başında akan
hayatın en ince damlasında bile kendi ellerinin ve ekmeğin ağrısını duyardı.
Bir adım ötede mayın tarlası, bir adım ötede aşk, bir adım ötede ağıtların
kuyusundaki yankılarla yolunu Mardin’e çevirdiğinde çocuktu aslında. Halis,
aşkın karanlık sayfasından geçmiş bütün atlıların izlerinde hayata ve okula yürümenin
ağırlığıyla bulutların renginden düşen sözcükleri toplayıp yürüdü. “Kent
bilmecesi çözülmez dağı yarmadan / şimdi / buluttur sallanan …” kent, kendi ipini koparmış rüzgarın en
tepesinde dağın yamacında oturmanın uzaklığıydı, ürkekliğinde. Savur… Savur…
Savrulan bir hayat sayfasındaki uzun kavakların kendine ve şaire uzattığı
seslerin içindeki büyülü tınıyı kulaklarına taşıyan Sur’un kendisiydi. Kıyamet
burada kopardı… Bab-ı Sur ‘un sarı topraklarından kaçmış bir beton yığını
içindeki okulun binasında ekmek ve aşkların en hırçını olan ayrılıkların adını
yazardı. Mardin… Mezopotamya’nın asi ve hırçın penceresinden gece yıldızlara
uzanmanın serinliği ve uzun süre ağlayan bir türkünün ağıtlara düşen bir tüy
hafifliğindeki sızısıydı. Taşlardan ve aşklardan sonra acıların dilini dar
sokaklardan geçen eşkıyaların poşulu bakışlarını Mezopotamya’ya dökmenin ve
ardından ekmeğe tuzak mayınların çukurlaşmış gözlerinde sustu. Halis Altındağ,
çocukluktan uyanan ellerini derin bir yara gibi sararmış ovanın derinliklerine
uzatarak karşı köylerden, kentlerden gelen sesi okşadı… “avcılarla yatardı kardeşim /
bunlar su avcıları / uyandırılmamış kaya parçaları…”
Ses sesi, ayrılık ayrılığı, ekmek ekmeği
böldüğü ve ölümün bir yılan soğukluğunda dolandığı hayatın en tepesinden,
kalenin göğsünde kendi ellerini buldu Halis. İçi yeni kanatlanmış kuşların
ürkekliğinde kente bakıyordu. Jandarma cemselerinin sirenlerinden kalan
tekerleklerin izinde uysal ve ruhani bir sessizliğin kavalı çalıyordu. Kent,
umutlara yolculuğun kanatlarını büyüten rüzgarın kendisiydi. Şiirler, daracık
sokakların daracık ve dövülmüş demirlerin arasından bakan çocukların
gözlerindeki anlamı taşıyacak kadar çocuktu. “İçimi yazılmamış şiirlerin
ağırlığı böldü / çatlak eller / ey zap, ey çatlak eller / bir düş bu kızgın
toprakta…” Sonra sevdanın gökkuşağı renklerinde gözlerini ve
kanatlarını bırakan çocukların ardından gitti. O bir konuktu bu kentte. O bir
yolcuydu Mezopotamya’nın acılı rüyalarından uyanmış ceylanların ürkekliğindeki
namaz saatinde. Aynı an da çan çalıyordu, aynı an da ezan düşerdi minareden
dizelerine. Ve hep birlikte çıkıp sarhoş oluyordu taşların özel ninnisini
söyleyen rüzgarın dar sokak aralarında. O sesi yalnızca şiir ve kuşlar duyardı.
İlahi bir sesin ayak seslerini yüreğinde taşıdı. Bu kent gençliğiydi Halis’in,
ablasıydı, ilk aşkının bakışıydı… İlk taşa dokunmanın serinliği ve dağların en
tepesinden aşağıya düşen açlıkların kardeşiydi.
Ölüm, bu coğrafyanın en uzun türküsüydü.
Ölüm bu coğrafyanın Şahmerandan kalan izlerin sürülmesiydi. Ölüm, ayrılıktı,
gitmekti; sonsuza kadar kaçmaktı, atların nal seslerinden düşen tanımsız
melodilerin masallarda dinlenmesiydi. Rüzgar bütün mevsimlerde serin eserdi.
Okuldu, ekmekti, meydanlarda bağırmaktı, haykırmaktı kurulu düzene
başkaldırmaktı… Ve belki de bütün yaşadıklarına ve tanık olduklarına sessizce
ortak olmaktı. Acıydı hayat. Zulümdü yoksulluk, çocuktu gurbette insanların
elleri. Yollar kendi çıkmazlarından çıkıyordu caddelere. Kentler büyüyordu,
insanlar çoğalıyordu, kediler, köpekler ve atlar yoktu. Bağ bozumundan sonra
gölgesini şaraba veren bağlar, bahçeler, kavaklar ve Mardin’in eşkıyalara yol
gösteren sessizliği yoktu… Ankara… Büyük kent, büyük araba. Büyük zulüm ve
büyük işkenceler ve ardından gelen aşkların penceresindeki ayrılık… Bir
yabancıdır, bir çocuk, kimsesiz ve parasız bir hayatın konuğudur, ihanet kokan
bulvarlarda... “Konuğu olsam dağın / belleğimdeki dağların /doğu dağlarının, batı
dağlarının / sarılsam yeşiline /dur güzel /dur zap suyu / annemin ikiye böldüğü
nar gibi …”
Hayat kendi salıncağında akıyor,
karanlıktan umuda. Sallanan çocuklar artık büyümüştür kendi iplerinin boynuna.
Şarkı söylemenin ve kardeş olmanın zamanında unutulmuş şiirleri armağan etmek
ister sevdiğine. Yola çıkar aşk… yola çıkar açlıkların çocuk yüreğinden
yüzyıllardır kendine sakladığı sözcükleri… “ak cümlelerin söylevi / yıldızlar konuştu / ay haber saldı on
dördünde / aşka yolculuk var…”
Zaman, uçarı atların peşinden kendi
yelesinde çocukları toplar. Çocukları,
ekmeğe doymamış çocukları, oyunlardan arta kalan açlıkları ve aşkın en hırçın
saatlerindeki umutları… Zaman, Savur’dan dere yatağına gölge olan kavakların
ince uzun dalından düşen kuşların şarkılarına; Mardin’e, Mezopotamya’nın eşkıya
taş şiirindeki çığlığa uzandı. Halis Altındağ bir çocuktu aslında, genç bir
aşık, kavgada kardeş, inançta bir havariydi Ankara’da… “ ay tutsak kuyuda /ümmühanım
parmakları yolcu /pencere kızına ve sana / ilk hece düşünce sana /belleğini
sarıp sarmalayıp /sere serpe ardından gelene /o içine sığdırdığımız zamanı içerek
/ikinci parmağın söyleviyle…” son şiirini Sur’a üfledi Halis Altındağ.
Gençliğinin ilk basamağında. Aşkın ilk dizesinde, şiirin ilk serinliğinde. 26
yaşında öldürdüler Halis’i… Bir tank ağırlığıyla geçen zamanın modern
arabasıyla. Çarptılar dağa, Savur’a, Mardin’e, aşka, çocuklara, kuşlara, şiire
ve zamana… Bir çocuk öldürüldü, bir genç bir şair… Sesiz, sedasız, ağrısız,
kimsesiz taşları kara bir kentin uğultusuna düştü son dizeleri. Dağ kokuluydu…
Mardin’in çan ve ezan kokulu, büyüdüğü Savur’un kavak serinliğinde, ekmeğini
paylaştığı kuşların kanat seslerinde, sessizce ve kendi halinde, bütün yalnız
şairler gibi, erken ölen kuşlar gibi kendi şarkısında… Güle güle Halis
Altındağ… Biliyorsun ki, yaşarken de en yalnız şairlerdir aslında.
Ümit
Yaşar Işıkhan
***
"ÖRTÜN BANA ÖLÜMÜNÜ ESKİMEYEN ÖRTÜN
"
Halis Altındağ`ın bir şiirindendir başlık
yaptığım satır. Karıştırın Edebiyat`ın son dönem sayılarını karşınıza yeni genç
bir kalem çıkacaktır. Burcu burcu eylem kokan, yerli düşünceyi şiirlerinde en
aktüel ve en diri bir biçimde konu edinen Halis Altındağ.
Onun şiirlerine göz gezdirirken geçmişinizi
düşünürsünüz. On üç yüz— yıllık bir zamanı algılarsınız. Evet, eskimez örtüdür
ölüm, devamlı örtüdür kişiye. "Sürgün/Kent hastasını ilk gördürün
gün" yanlışlık yer bitirir genç yazarı• Onun için yanlış olan yalnız
kentte değildir• Yabancılaşmayı kapsayan tüm uygarlıktır bizden olmayanların
tümüdür, Onun devamlı savaş içinde olduğu bu kısa ömrü- gerçekte kısa değil,
namluya verili kurşun gibi diri olunan bu kadarcık hayat, sünepece geçirilmiş
uzun bir hayattan daha kıymetlidir- bir uğraşı, bir yargılanma içerisinde devam
etmiştir. Sürecek olan savaşı bitmemiştir ve bitmeyeceğe de benzemektedir.
“Etten kurşun sıkınca ekmeğine/Umudu çekerek
arkasından/Geçtiler ateşten tarlaları/ Sarılarak tüm geçmişlerine” Dikkatiniz
toplanır Halisin şiirini okurken bir hesaplaşma içerisinde buluverirsiniz
kendinizi. "Bilinci gererek/ Kalbimden düşmeyecek eylem" hangi mutlak
fikir savunucusu bu bilinç içinde olmak zorunda değildir. "Omuzlara çıkarsa
eylem" eylemin sürekliliğini söyler Halis. Eylem bizim hızımız olmalı değil
midir? Eylemimiz süreklidir zamanla sınırlı değildir. Eylem onuza çıktığı zaman
ak’a erilecektir. Bu bilince çağırılırız "Şehir" şiirinde.
Alın Edebiyat’ın son sayfasını elinize,
yoksa diye geçirirsiniz içinizden teknik hazırlayıcı bir veda önsezisiyle mi
Halis`in şiirini ön sayfaya koymuş bu kez. Nitekim yayınlanan son şiiri olan
"Sara Sonu ve Koyuntular" da vedalaşır adeta bizimle "Kuşanarak
Bildiriye/Ölüm Kuşatsa da donanarak bildiriye" Bildiriye kuşanıyor muyuz?
Evrensel bildirinin gereğini yerine getirebiliyor muyuz? Yoksa o bildiriye
layık mı değiliz? Evet ölüm kuşatsa da bildiriyle donanmak görevimiz. "Ve
beni boğmadan/ Su kurumadan kalbimde/Müslüman kanını tartmak istediler/Asarak
tavana sesleri "Bu dörtlükten sonra hemen Nuri Pakdil`in bir yazısında
"kurban olmuş kuşaklardan bir kuşağız" deyişini anımsadım. Bir
“kurban kuşak” yaşantısı gözlerinizin önünde canlanıyor bu mısralarda, zülüm
dile geliyor.
"Aranan/Uyumsuz sokakların
dervişi" Sen o dervişi, bir çokları gibi göremedin, uyumsuz sokaklar
arasından geçtin gittin, o kutlu derviş ne zaman gelecek , üzerimizi örten
-devrim kaosu- batı mitinden ne zaman kurtulacağız. Makine ve beton yığınlarının
doldurduğu bu uyumsuz sahneler ne zamana değin sürüp gidecek. "Bildiri
örtündü mermi yerine " Yerli Düşünceyi savunan her aydının mermisi
kelimedir. Bu meydan da kelimeyle savaşılır. Evrensel Bildiri örtümüz, kitap
silahtır bizim için.
Kelimelerin mermi yerindedir. Halis.
M. Fatih UĞURLU
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder