(25 Ağustos 1980,
İzmir - )
İlk, orta ve lise
öğrenimini üç ayrı şehir, beş ayrı okulda tamamladı. Üç üniversite, dört bölüm
terk etti. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Dramatik
Yazarlık Ana Sanat Dalı Dramaturgi Eleştiri Ana Bilim Dalı’ndan “Bernard Marie
Koltes Oyunlarında Tematik Bağlaşım” adlı teziyle mezun oldu. Halen aynı okulda
yüksek lisans çalışmalarını sürdürüyor. İzmir-İstanbul hattında yaşıyor.
Ünlem dergisinde yaklaşık iki yıl süreyle, genç
ürünlerin değerlendirildiği ‘Arkadaşça’ bölümünü yönetti.
İlk şiiri 1999’da
yayımlandı. Şiirleri, öyküleri, yazıları ve söyleşileri Akatalpa, Akşa-müstü Saat Beş, Akropol, Alaz, Arkadaş, A.Ş.K., Aykırı
Sanat, Berfin Bahar, Birgün, Birgün Kitap, Birgün Pazar, Budala, Caz Kedisi,
Deliler Teknesi, Dize, Eliz Edebiyat, Gard, Gediz, Hariçten Gazel, Hayâl,
His-siz, İle, Kaburga, Kadıköy Underground Poetix, Kandil, Kara Kalem, Kuşak,
Lodos, Mavi Liman, Öykü Gazetesi, Palto, Pankart, Pulbiber, Sınırda, Sıvadık,
Şiirden, Şiirkent, Taflan, Ünlem, Varlık, Virgül gibi dergi, fanzin, gazete
ve eklerinde yayımlandı.
Ödül: 2006 Rıfat Ilgaz Jüri Özel Ödülü, 2008
Ergün Günçe Övgüye Değer, 2008 Ali Rıza
Ertan Şiir Ödülü, 2013 Nihat Akkaraca Öykü Ödülü, “Unutacak Kimse Yok” adlı dosyasıyla Urla Belediyesi ile Cumalı -
Seferis Gökyüzü Kültür ve Sanat Derneği'nin birlikte düzenlediği 2014 Necati
Cumalı Şiir Ödülü’nü aldı.
Yapıtları: Şiir: Vietnam
Mektubu, 2008, Şiirden, İst.; Unutacak
Kimse Yok, 2014, Şiirden, İst.; King,
2015, Şiirden, İst.; Komün, 2019,
Şiirden, İst.
Öykü: Yalnızlık
Yengen Olur, 2014, Kanguru, Ank.; Dün
Gece Çok Gençtim, 2016, Can, İst.; İmparator
ve Köstebek, 2018, Edebi Şeyler, İst.
Roman: Proleterler
için Patafizik Dersleri, 2019, Can, İst.
Kaynaklar: Can Yayınları internet sitesi.
Hakkında
Yazılan Yazılar:
1 ‘Yaz’mış..!
‘Çaresiz değiliz hiçbirimiz, çare aramaktan
şaşkınız’ diyenlerin öyküsünü yazmış Onur Akyıl. Ankara’da devletin, soğuğun ve
aşkın sonsuz olduğunu düşünenleri unutmamış. Üç şehrin, Ankara, İzmir ve
İstanbul’un içinde dönenleri not etmiş. Eğitimli, geçmişte sol gruplara
katılmış, şimdi yetişkin, hayatın çemberine dâhil olanların öyküsüne eğilmiş.
‘Mananın kendi kendisini yarattığı bazı ender anlar’ içinde yakalamış
insanlarını. ‘Az uzakta ikiye ayrılan bir yol gibi’ kendilerini bölünmüş
hissedenlerin öyküleri aynı zamanda bunlar. Geçmişte kalmış, ama hayatları
bugüne yığılmıştır insanların. Çünkü ne kadar kaçarsa kaçsın kişiyi ‘görür
geçmiş’.
Geçmiş, kitaptaki öykülerin ana
yatağıdır. Bir rahim gibi hatırlayışlarla durmaksızın döllenir. Öykülerde tek
tek bireyler anlatılsa bile, sembolik yükleri gerilimlidir. ‘İnsan işte; her
şeyin başı, her şeyin sonu, bir kendinin ortası’dır sonuçta. Ortada olmak,
ortada kalmak anlamına geldiği kadar, diğer insanların özlerini toplayan ayna
niteliğine de bürünür. Bu yönüyle Onur Akyıl’ın yazdıkları uzun vadede sağlam
metinler olmanın dışına çıkıp öykü olarak yaşama ihtimali taşımaktadır.
Her hikâye, çokça, biraz da geriye
dönüştür. Öykücü metni teknik bakımdan, öre öre, ileriye doğru kurar,
geliştirir, genişletir. Önemli olan kısalık veya uzunluk değil, uzam ve kapsama
bağlı çağrışım gücüdür. Şiirsel çağrışımdan duyurmakla değil anlatmakla ayrılır
öyküdeki çağrışım. Akyıl, yer yer değil çokça, şiirsel dilin imkânlarına
yaslanır. Öykü olmakta karar kılar sonunda. Geçmişe dönüşte, hafıza hep ana
kaynaktır. Hayal gücünün değil hafızanın araya girmesi, gerçeklik duygusunu
kabartıyor. Geçmişin güncellenmesi, pişmanlık, hasret, acı gibi duyguların ağır
basması bir yana, tematik olana tek başına bel bağlamamak, asıl dile tutunmak
önemlidir bu noktada.
Akyıl, geçmişe el uzatırken sadece
bireyleri değil bazen eşya ve zamanı da devreye sokuyor. İnsanı, kendi doğal
ortamı açısından kavramak ve bu kavrayışı okura aktarmak noktasından gerekli
gözükse bile bu tercih, ‘Dün Gece Çok Gençtim’deki öykülerde, canlı varlıklar
olarak karşımıza çıkarlar. İnsanın dargınlığına, ‘neden böyle dargın olduğuna’
dayanak da olur. Zaten ‘sonra, yeniden neden dargın olduğunu hayat insana
öğretecektir’ hep.
‘Korkunçsun insanoğlu, korkuncuz!’ diye
konuşturur kişilerini yazar. Bu korkunçluğu akıl üstü, metafizik, gerilim
katsayısı yüksek anlatıyla aktarmaz. Âdeta bu korkunçluk artık bir normallik
hükmündedir ve büyük korkunçluğu oradan gelir. Üç arkadaş bir araya
geldiklerinde, bunlar bazen iki kadın bir erkek, iki erkek bir kadın, eski iki
sevgili, çok yakın eski iki okul arkadaşı da olabilirler, mutlaka iki kişinin
bildiğini birisi bilmemektedir. Açık edilen sır da artık yazıdadır.
Kırık bir dille, kesik kesik konuşmayı,
sürçmelere aldırmadan ilerleyen bir sentaksı tercih ediyor Onur Akyıl. Rüzgârın
ters çevirdiği şemsiye gibi kırık dili. Okkalı, belagate tutulmuş bir dil değil
bu. Kesiklik, kısa cümleler öykülere ritim veriyor. Yazar özne ile okur özne
arasındaki mesafeyi kısaltıyor. “İnsan bir şeyler anlattığına sevgilidir”
derken, okuru da bir sevgili gibi önemsediğini, çıkarabilir miyiz buradan?
Belki. Ben, ‘Dinliyor’ başlıklı hikâyedeki ‘Müsait’ beyi sevdiğimi söylemeden
geçemeyeceğim. Hiç kendi dilinden öyküsünü dinleyemeyeceğiz Müsait Bey’in ama,
eşinin ‘beklemenin ışığı’ altında ona yönelttiği nazar hem çok anlaşılır
derecede hem de geçmişi, trajik bir bugün olarak şahsında somutlanması yönüyle
çarpıcı.
24
Haziran 2016, Radikal Kitap
Ömer
Erdem
1 Bir gecede yaşlanmanın öyküleri
“Kaçacak yer yok aslında; eninde sonunda
anlıyor insan, anlatıyor hayat. Öyle bir yere geliyorsun ki elinde, cebinde
yalnız çaresizlik var, yalnız çaresizlik birikmiş. Dünyayı yaşamaya değil;
anlamaya, anlatmaya soyunanların karşılıksız hayatları. Yeryüzüne
serpiştirilmiş, delemeyen toprağı, tutmayan, kök salamayan tohumlar. Bilmeyen
mutluluğu. Şehirlerde, kasabalarda, başka yerlerde yağmuru bekleyen; konuşmak,
dövüşmek, sevişmek için bekleyen. Biz işte; sen, ben.” (s.59)
Yukarıdaki satırlar, Onur Akyıl’ın Can
Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı Dün Gece Çok Gençtim’den.* "Dün gece çok
gençtim,” cümlesi aslında bir kısacık öykü. Tek gecede olan biten bir şeyler
var ve o gecede neler yaşandığını; her biri sanki bu kısa zaman diliminin
yoğunluğunun seyrekleştirilmesi, anlatının geniş zamana yayılarak
yavaşlatılması girişimi olan öyküler anlatıyor.
Bu öyküler, sonunda çoğunlukla yenilgi
olan mücadeleler, tecrübeler üzerine olmakla beraber, yazarın aşka ve devrime
değer verdiği kadar, yalnızlığı ve bekleyişi önemsediğini de duyumsatıyorlar.
Yenme arzusunun eziciliğindense
yalnızlığın ve içe çekilişin besleyiciliğinden yana, değerli yalnızlığın sonucunda
gelen hesaplaşmanın neredeyse tüm öykü kişilerinde sürdüğü, sonrasında
hesaplaşmanın daha romantik, kısık sesli itiraza dönüştüğü öyküler bunlar.
Dinliyor adlı öykünün kahramanı 'Müsait'
rakı masasında kurtarmaktadır memleketi. Sarhoş olup arkadaşları tarafından eve
götürülür, “yengeye” teslim edilir. Yenge yıllardır Müsait’i kapıda, “postadan
gelen bir mektup gibi” teslim almaktadır. Bir zamanların gözüpek devrimcisi
Müsait’in kimliğinde çizilen, yenilmiş bir adamın portresidir ve öykü bir
devrin panoramasını gözler önüne serer. Yine de umutsuzluk yoktur:
“Yenilmiş, tükenmiş neferleri çok olsa
da hâlâ dünyanın bir yerlerinde güzel günler için çoğalıyor binlerce başka
anı…” (s.38)
Onur Akyıl, ilk öykü kitabı 'Yalnızlık
Yengen Olur’daki gibi, şiirsel, imgesel dilini korumuş ve öykünün anlatımcı
yapısını bozmamış. Mırıldanırcasına yazılmış satırların atmosferinden çıktıktan
sonra öykülerin aslında bir şey anlatmıyormuş gibi yazıldığını fark
ediyorsunuz. Onur Akyıl’ın kendine özgü biçeminin başarısı, neredeyse sayıklama
denebilecek bir dille kapsayıcı ve kuşatıcı bir anlatı dünyası kurabilmesinde
görülüyor:
“Olmayan onca şeyden sonra ne değişti?
Baktığın, baktığım, baktıkları yüzler. Her şeyin ülke olduğu ‘yeni’ denen bir
hayat. Ama artık uzaysız evler, daha az tedirginlik. Eskiyi serbest bırakmak
senin için. ‘Kurtuluş’tan sıyrılmış bir Kurtuluş Parkı; şehrin göbeğinde
şaşkınlık, mevsim, banklar. İşte o başka şeylere, en çok da gündelik bir işe
benzeyen, benzettiğim hatırlamak. Öykü burada. Birkaç sözcükte; birkaç sözcüğün
içinde gizli.” (s.87)
Anomali adlı öyküde geçen yukarıdaki
satırlarda yazarın kendisinin de belirttiği gibi öykülerin öyküleri, metinlerde
içteki bir çekirdek gibi beliriyor ya da çekirdeğin çevresinde bir hale gibi
yer alıyor.
Yazarın şiirsel, akıp giden ritim
yakalayan, anlatımcı, belki biraz sayıklamalı öykülerinde, kaybolmuş, yitik ya
da böyle olmayı tercih etmiş bireyin kendisiyle, kurumlarla, devletle derdi
var. Yani yazar, istediklerini lafı evirip çevirmeden söylüyor ancak okuru
sözlerden oluşan bir büyülü atmosferin içine bırakarak yapıyor bunu:
“Haz denen şeyin sona yerleşmesi bundan
belki; biterken haz, sonlanırken. Her insan ustalaşmak ister insanda; ideoloji
budur, devlet budur, ihanet budur. Görülmüş ama okunmamış kitaplar birikir
öğlenleri raflarda, önünden geçilir bilginin ve anlamın… Durmadan suçlusunu
aradığın şeyin, adı her neyse, bütün meselesi bu. Bir duvara çarpmakla, bir
duvara yaslanmak arasında bu yüzden bir fark yok.” (s.88)
Diğer yandan, kitapta, okumanın
kendiliğinden ve sakin akışına kapıldığınız sırada sanki balyoz yemişsiniz gibi
afallatan cümleler var. Bunu, okudukları kitaplarda altını çizecek satır
bulamadığını söyleyen okura demiyoruz elbette; öykü ve şiir konusunda
birikimli, yazının politik alandan soyutlanmış bir eylem olduğuna gülerek karşı
çıkan, yazma eyleminin dolambaçlı yollarını en azından tahmin edebilen okur,
cesur, çekincesiz, şiirden el alan daha dikey söyleme kayan şu cümleleri
sevecek örneğin:
“Sevişti sayılmaz yani kocasıyla; başka
bir şey sevişmek; belki de en son kocalarla… Kocalar, babalar, erkek kardeşler,
ağabeyler… Sevgililer daha masum. Kocalar düzenli ordu, sevgililer gerilla…”
(s.15)
“Salonda iki insan; baş başa, bir
başına. Ey ışık, ey yokluğu insanın dedi boşluk; sanki evden Edip Cansever
geçti.” (s.23)
“Efendim aşk biraz polise benzer bir
devrimci için. Olmadık bir yerde, olmadık bir gülümsemeyle kimlik sorar, dalga
geçmeye yeltenir, beceremez, kızar; alır götürür.” (s.33)
“Fakat
sanki devlet dediğin bir polis mi Allah aşkına? Ya yengenin sabah sabah elin
bıyıklı, soluyan adamını avlusunda görüveren babası?” (s.36)
“İnsan en çok Ankara’da devletin,
soğuğun ve aşkın sonsuz olduğunu düşünüyor.” (s.85)
“Yaz dalgınlıktır.” (s.94)
Onur Akyıl, genç kuşak öykücülüğümüz
içinde özgüvenli ve farklı bir ses. Onun Dün Gece Çok Gençtim ile artık öyküde
kendine has bir yer edindiği ve kendi özgün dilini, biçemini kurduğu görülüyor.
7 Temmuz 2016, Birgün
Zeynep Sönmez
1 Dün Gece Çok Gençtim
Onur
Akyıl’ın geçtiğimiz Haziran ayında Can Yayınlarından çıkan öykü kitabı, on bir
öyküden oluşuyor.
Öykülerinde, sosyoekonomik yapısıyla
yaşanması gün geçtikçe zorlaşan kentlerdeki insanların yalnızlığını,
sıkışmışlığını, tedirginliğini, güvensizliğini ve yaşama dâhil olamamasını dile
getiriyor. Neoliberal politikaların, tüm değerlerini yıkıp yerine sadece
tüketimi koyarak yarattığı kent insanın, yaşamdan nasıl soyutlandığını ve
yaşama anlam katma becerisini nasıl yitirdiğini bu öykülerde bulabilirsiniz.
Kitabın ilerleyen sayfalarındaki ‘Yarına Kaç Gün Var’ öyküsü tam da bu anlamda
bir öykü. Öykünün bitiş cümleleri de, yaşanılan bu çıkmazların özeti gibi.
“Başı sonu belli olmayan bu şehirde,
başı sonu belli olmayan insanların, başı sonu belli olmayan mevzuları da
böyleydi işte.
Demek sonunda bitiyor her şey.”(sf:71)
Akyıl’ın anlatım biçimi; kişinin
kendisiyle hesaplaşması, kendisini anlamaya çalışması, bir iç döküş
samimiyetinde olduğundan, denemeleri de çağrıştırıyor. Ayrıca, öykülerinin
anlatımına, şairliğinden gelen şiir dili de yansımış. Kısa kesik ve vurgulu
cümleler, öykünün anlatımcı yapısını bozmadan, ona şiirsellik katmış. Kitaba
ismini veren ‘Dün Gece Çok Gençtim’ öyküsü şiir formunu duyumsadığımız
öykülerden biri.
“Dün gece. Nasıl oldu anlamak zor;
koynunda Meryem’in, uzanmış yorgun. İçmişiz biraz; yeryüzü içmiş, öfkeler,
kırgınlıklar, her şey sarhoş. Aldatıyor kocası; buluşuyoruz arada.” (sf:13)
“Dün gece; bulvarda bir akşamüstü
gençliğimiz; ev, içki ve sarılmak arayan. Yırtıcı heves.
Dün gece ikimiz de..
En genç ben.” (sf:18).
Yazarın genellikle kişi anlatımları
yaptığı öykülerinde belli bir mekân olmadığı gibi belli bir zaman da yok, hep
kozmik zamanın içinde dolaşan öykülerinde kullandığı mecazlı dil de anlatımını
zenginleştiriyor. ‘Dinliyor’ öyküsündeki; “Çatalda yaşlanıyor karpuz,
kavuşamıyor bir türlü konuşanın ağzıyla.” (sf:29), ‘Yoğun’ adlı öyküsündeki;
“Ülke de kırgın, büyüyor açlık.” (sf:39), ve “Gövdesi teni karamsar bu kızın”
(sf:40) cümleleri mecazlı anlatıma küçük birer örnek.
Yaşamdan koparılan, yalnızlaştırılan ve
duyguları elinden alınan kentli insanın çıkmazını hissettiren ama ümidi de
içinde taşıyan, anlatım tarzıyla, sanki bir şey anlatmıyormuş gibi yazılan bu
öyküleri okuduktan sonra, yalnızlığında yiten insanlardan biri olup
olmadığınıza karar vereceksiniz. Yalnızlığınızda yitmemek için de, Akyıl’ın,
“Yenilmiş, tükenmiş neferleri çok olsa da hâlâ dünyanın bir yerlerinde güzel günler
için çoğalıyor binlerce başka anı…” (s.38) mesajıyla, yaşama anlam verme
zamanının geldiğini anlayacaksınız.
Dün Gece Çok
Gençtim
Yazar: Onur Akyıl
Türü: Öykü
Basım Tarihi:
Haziran 2016
Sayfa Sayısı: 94
sayfa
Yayınevi: Can
Yayınları
* http://kitapeki.com/dun-gece-cok-genctim/
Sülbiye Yıldırım
Yazarla
Yapılan Söyleşiler:
J “Yalnız İnsanı Direngen Kılmalıyız”
Edebiyatın şımarık çocuğu romanın dışındaki
türlerin popülerleşme şanslarının gün geçtikçe azaldığı bir çağda edebiyatın
“yalnız çocukları” şiir, eleştiri ve öyküyü kendine yuva eğlemiş bir yazar Onur
Akyıl. Son dönem eserlerinde yalnızlık, direniş ve alt sınıflar gibi kavramlar
öne çıkıyor. Akyıl, insanın kendine dönmesinin, yenilgiyle yüzleşmesinin
dönüştürücü gücüne inanan bir yazar. “O yalnız insanın direnmesini sağlamalı /
onu direngen kılmalıyız.” demesi boşuna değil. Geçtiğimiz aylarda ikinci öykü
kitabı Dün Gece Çok Gençtim’i okuyucularla buluşan Onur Akyıl’la öyküleri,
“ezberciliği”, yalnızlığı, lirizmi ve ironiyi konuştuk.
Şiirlerinle
tanınan bir edebiyatçımızsın. Arka arkaya çıkan öykü kitaplarınla farklı bir
özelliğini de öğrendik. Şiir de öykü de yazan edebiyatçılara genelde öyküde
şiirsellik atfedilir. Senin için de geçerli mi bu durum?
Ezbercilerin öykülerime baktıklarında
ilk söyledikleri şey bu oldu: Şiirsel / Şiirsel Dil. Söylenmiş bir şey ne zaman
‘geçerlilik’ kazanır? Herhalde bu son derece uzun ve karışık bir konu. O yüzden
derini ve yüzeyi birleştirip, yüzeyin derinliğinde bir şeyler belirlemek en
doğrusu olacak benim açımdan. Sanırım ilk söylenmesi gereken şey herhangi bir
biçim / herhangi bir yöntem olarak dilin her şeyden çok dünyayı nasıl
algıladığımızla ilgili olması. Şeyler karşısında seçilen söylemin / söyleme ve
eyleme biçimlerinin tekliğe özgü olmadığının, her hâlükârda bir süreç olduğunun
altı çizilmeli. Bu ne demek? Şunu söylemeye çalışıyorum; benim dünya karşısında
sabit olmayan, kendini hep yeniden üreten bir dil anlayışım var. Yeniden
üretilen / üretilmek zorunda kalan her şey gibi dilde böylelikle formunu
bilinenin dışına taşımak durumunda kalıyor. Kısacası dil önce kendini anlamaya
çalışıyor; üstelik benim dışında, yaratanın, yazanın dışında bir şey bu. Ama
bunu bir yönteme dönüştürmek benim tercihim. Öyleyse ben insana dair şeyleri
bulanık görüyorsam, bunu aktarma biçimim daha önce şiire yüklenmiş ve bir
olanak olarak düşünülen anlam çarpışmalarını yazdığım her şeye sızmasını
sağlayacaktır.
En net ifadeyle anların ve olanların
kendilerini ifade etme biçimleri sonsuzdur; yazan bu sonsuzluğun içinde gezinir
ve sonsuzluktan parçalar koparır. İnsan öyküler anlattıkça sonsuzluğun azalması
bundandır. Her şey hayata ve maddeye, somutluğa böyle döner. Ezberciler, insan
yaşantısını bulanık okuma hevesimi şiir / şiirsel dil olarak değerlendirmeye
devam edebilirler. Bence sakıncası yok; anlamak istiyorlar; normal.
Öykülerin
kimi zaman karanlık bir atmosferde ilerliyor. Mesela Zeynep Sönmez: “Yenme
arzusunun eziciliğindense yalnızlığın ve içe çekilişin besleyiciliğinden yana”
buluyor metinlerini. Sana yalnızlığı yazdıran nedir?
Otuz yedi yaşındayım ve dünya hakkında
herhangi kesin bir bilgiye sahip değilim. Bu ‘bu dünya hakkında kesin bir
bilgiye sahip olmama’ hali karanlık atmosferin sebebi olabilir. Hal böyle
olunca KİNG kitabımdaki şu dizelerim, sizin sorunuza esaslı bir yanıt teşkil
edebilir: insan yenmek için yaratılmamıştır / ölümdür bunun kanıtı. İnsan her
hâlükârda mağluptur; ama dünya / hayat / yaşam üzerinde mağlupluğun anlamı ve
içeriği değişebilir. Kısacası hakikat hakikattir ama hakikati algılamak
hakikatle bir ilişki içinde değildir. Dolayısıyla insan mağlup. Bunu
bilinemezcilik gibi, uhrevi bir alanda okumasın ve anlamsın kimse. Esasen
söylemek istediğim o değil. Fakat, nihayet itibari ile hayat ölümden çok daha
büyük bir boşluk. Bir lunaparka gitmek gibi yaz geceleri… Hal böyle olunca
insan hayat üzere şeyleri en yakın noktadan / maddeden insandan yorumlamaya
başlamalı diye düşünüyorum. Bu da elbette ‘yalnızlık’a dönüşen, onu kuran bir
durum. Dürüst olsak ya… İnsan insana sadece ‘lazım’ olduğunda ihtiyaç duymuyor
mu? Peki yalnızca ‘lazım’ olan bir şeye sonsuz bir değer ve kesinlik
atfedilebilir mi? İnsanı kendinde anlamayı denemeli herkes; insanı başkasında
anlamaya çalışmak yalan, dedikodu, aşağılama vesaire gibi lüzumsuz şeyleri
ortaya çıkarıyor… Lunapark kazaları… Yalnızlık. Bu yüzden.
Kimi
lirik bir tarzda yazdığını söyleyebiliriz. Senin ifadenle “ezberci” bakışla
şiir geçmişinin bunda etkili olduğu kanısı hâkim. Yalnızlık üzerine düşünmen mi
etkili bu durumda? Yoksa “ezberciler” mi haklı?
Yukarıdaki ifadelerimizi açmaya devam
edelim öyleyse; her başka insanı kendiniz yapabilir misiniz? Kendinizi her bir
başka insan yapabilir misiniz? Esasen edebiyat budur. İnsandan çağlar sonra yok
olacak en kıymetli şey edebiyattır bu yüzden. Ne demek bu? Şu demek; edebiyat
maddeye müdahale etmeden maddeyi dönüştürebilmenin tek yoludur. Şiir yazmış ve yazıyor
olmanın, böyle bir belirleme karşısında herhangi bir kıymeti yoktur. Ayrıca
şiir diğer edebi açılımlardan çok daha dışa dönüktür. ‘Çok yalnızım’ diye
yazdığınızda kimse ‘Onur Akyıl çok yalnız’ diye okumaz, çok yalnızım diye okur
şiirde. Ama Meryem’i anlatıyorsanız, Meryem çok yalnız diyorsanız, okuru /
alımlayıcıyı önce başka bir hayata kapatmış / kilitlemiş olursunuz. Lirizm? Ki
hepsi sonludur; sonsuzluktan parça kopararak.
Lirizmle
baş başa giden bir ironi de var öykülerinde…
İşte o sonsuzluğu parça parça koparıp
tüketmeye kalma cüreti ironidir. Sonsuzluktan sonlu küçük parçalar koparma işi
/ işlemi / eylemi. Dil burada Jean Valjean’ın kürek mahkumiyeti / kürek
mahkumluğu gibi işler. İyiliğin oyukları; karanlığın, kötülüğün mahzeninde
ancak oyulabilir. Kötülük deyince aklınıza ‘kötü’ şeyler gelmesin hemen; bir
iyilikten başka bir iyiliğe istemsiz her geçiş kötülüktür örneğin; gelinen iyi
geçilen iyiden daha bile iyi olsa…
Sadece
yalnızlıktan bahsetmiyorsun. Toplumun dibine itilmiş karakterler yaratmışsın
öykülerinde aynı zamanda. Öykülerinde dip sınıfları konu edinmenin sebebi ne?
Ben
bütün bu karmaşık laflarıma / düşüncelerime rağmen hayatı soldan okuyan
biriyim. Bunun mutlak bir çözüm olması değil ama mesele; kendi şimdim bana
eskiden saplanmayı denediğim ve beceremediğim her şeyin alt ve üst sınırların,
üst ve alt sınırlar olarak rahatlıkla yer değiştirdiğini öğretti. Dipte kimse
yok belki de… Tıpkı en üstte de kimse olmadığı gibi. Evet, sınıfsal ayrımlar
vesaire, bu parçadan okunabilecek çok şey var bu doğru. İnsanlar inşaatlarda
ölüyorlar, baskı görüyorlar, öldürülüyorlar… Bunun zaten tartışılacak bir
tarafı yok. Siyasanın lunaparktaki tüm düzenlemeleri gece lehine değil, insan
lehinde değiştirilmeli. Burada, belki de hayatımdaki tek netlik var; insandan
ve emeğinden yanayım. Ama mesele ‘hikâyelerini anlatmaya’ gelince, kendi adıma
başka şeylerin gerçeklikleriyle karşılaşmaktan korkmuyorum. Daha net bir
ifadeyle her yer toplumun dibi… Her insan hikâyesi orada gerçekleşiyor. Çünkü
temelde dip: insan.
Öykülerinin
dikkat çeken bir yönü de sistem karşıtlığı. Sloganların arkasına sığınan bir
karşıtlık değil ama. “Kocalar düzenli ordu, sevgililer gerilla” gibi cümlelerde
kendini gösteren, toplumun iliklerine işlemiş iktidar nüvelerini hedef alan
metnin altında yavaş yavaş ilerleyen bir muhaliflik. Bu tarz bir söylemi
öykülerin içine yedirirken zorlandın mı?
Nerede ve nasıl başladığını bilmiyorum
ama sanırım düşünüyorum. Sistem? Sistem dediğimiz şey, bizim kendi kandırılma
yeteneğimizle sınırlı. Slogan nihayetinde talep etmek değil midir? Öne çıkarmak
ya da vurgulamak… Gedik böyle açılabilir mi? Benzer şeyler düşünüyoruz diye
birinin / birilerinin iyi ya da doğru olduğunu nasıl ve ne kadar iddia
edebiliriz? Eğer bir kütle olarak yaşasaydık o zaman bu konuda bir şey
söyleyemezdik. Ama kütle değiliz. Öyleyse düğüm yeniden o yalnız insan gelip
dayanıyor. O yalnız insanın direnmesini sağlamalı / onu direngen kılmalıyız.
Üst insan, bir model mi öneriyorum; yaygın anlamıyla faşistleşiyor muyum?
Hayır. Fakat şunu biliyorum, aslında bir çoğumuz gizli gizli bunu öneriyoruz,
bir aynılaşmayı. Konuşabildiğin insanlarla bir araya gelmiyor musun mesela sen?
Konuşamadığın insanları tercih etmelisin. O zaman bütün kitaplar, bütün büyük
adamlar ve kadınlar daha anlaşılır, takip edilebilir izler bırakmış olurlar
tarihte. O yüzden artık bağırmayı estim kendi adıma; coşkuyla yaşadığım her
şeyi ve sonunda coşkuyu terk ettim. Sessizlik ve sakinlik herhangi bir şeyin
coşkusundan ve hatta coşkunun kendisinden bile daha sert ve mücadeleci yapıyor
insanı. Karda yürü ve izini önemseme.. Dolayısıyla öyküler de kendilerini
kurdu; zorlanacak bir şey yok.
Şiirden
de kopmuyorsun, hem kendi verimlerini dosya haline getiriyor hem de şiir
kritikleri yazmaya da devam ediyorsun. Şu an ne üstünde çalışıyorsun?
‘Proleterler İçin Patafizik Dersleri’
diye bir öykü serisi yazıyorum. Mihail adında bir kedinin Ulyanov adında küçük
ve öfkeli, guguklu saatin içinden çıkan bir adamı yuttuğu bir öyküyle başlıyor
bu seri. Ayrıca ailemden bir yakınımı nefret cinayetine kurban vermiş biri
olarak LGBTİ arkadaşlarım için sürpriz bir şey yazıyorum… Yeni şiir dosyamı
hazırlıyorum. Nihayet tezimle uğraşıyorum. İstanbul Tiyatroları; mekan / metin
/ repertuar bağlamında. Ve en berbatı yaşıyor ve büyüyorum. Lunaparkta. Ve son
olarak eğer bitirebilirsem ‘İnsan Sivilde Sıkılır’ı ara ara çalışıyorum;
yakalanıp götürüldüğüm askerlik anılarım…
* http://kitapeki.com/yalniz-insani-direngen-kilmaliyiz/
Doğuş Sarpkaya
Şiirlerinden
Seçmeler:
BASMANE ENTERNASYONAL
BASMANE ENTERNASYONAL
gece ve milena cesaret ister, yalnızlıktan
ve
sarhoşluktan daha başka şeyler bekler diğer
kadınlar.
basmane enternasyonal, bütün merkez
komiteler
sarhoş, yarın ihtilal olmayacak ama bir
ihtimalin yönü
değişebilir. kendimizi vurmak için, en
sevdiğimiz, tek
sevdiğimiz şiiri unutabiliriz, her şeyi ama
her şeyi
kaybetmiş olabiliriz, bir ip boynumuza
sessizce
yerleşir, bildikleri gibi unutabilirler
bizi, bir köşede kaç çiçek
durmadan bize açabilir.
alnımızdaki boşluk aşktan olmalı, vurulmak
için insan
bir yeri saklamalı teninde. ihtilal insanın
gizidir, eğer
gerçekten bir parça inandıysak hayata, son
anda yeniden
hayat.
gece ve milena cesaret ister, okumadığımız
hiçbir insan
kanamalı yeryüzünde: düşünmediğimiz hiçbir
boşluk.
KAVİL
anladım onları; bir şehir işte bütün
bildikleri,
yalnızca onların şehri, evlerine gittikleri
bir şehir.
ne hatırası mümkün değil en fazla bir
gökyüzü uzanılmış
bekleşen yapraklar altında elleri yüzleri
ve dalgınlıklarıyla
uzağa gitmekti aslında, buluştular,
kavuştular belki de, gördüm
bütün bu güzel şeyleri, yapayalnız; tanrıya
şaşırıyorum. çünkü
hani şu susmak, anladığımız birbirimizi;
unutmaksa.
korkuncu oydu, insanca her şey; insan yok.
karanfil nerde; açışmda:
bir özlemi bileyerek nereye baktım, ne yana
gittim, dönmüşüm;
yalnızca sabahları bir inanç yağmuru,
perdeleri tutuşturup.
olsun diye açınca ben de ağzımı, tüten su.
ne iyi yanlışım.
yazgısı onların beni topraktan sökmek,
adımı bilmek, ihbar etmek,
gülün rengi kırmızı ne kadar kaçsam
kırmızı, beni de bir eve bir gün
öğleden sonra parkıarında, eşliğinde
ıslıkların.
anladım onları; bir şehir işte bütün
bildikleri,
yalnızca onların şehri, evlerini bize
vermedikleri bir şehir.
ki bir evimiz olsa yalnızca uyuruz güzel
güzel; anmayız:
anılanlar hep yeniden ölür.
taptaze çiğdem; kavil.
VİŞNE
LEKESİ
bir konuğum sadece: erkek ve yorgun
ten durgun; en kestirme yol günah: merhaba
şehir
-artık ay büyürse
yalandır-
ikiye katlanmış bir evin içinde çocuklar
anneler ve babalar kadar katılaşır
içindeki prens ölür öpülüp durdukça:
nereden kapansa kapı sen biraz dışarıda
kirli bir tabak gibi bırakır kalbini
yol yorgunu her şeyi bilen yazdan yapılma
acı
birisi öldürülmüş gibi erkenden sabah
gözlerin küser kendiliğinden anlasan
uyanmazsın: perdeleri çektikçe bir aydınlık
aynanda çekirge sürüsü
yeni örgütlenmiş bir anlam:
bundan daha yalnız olamazsın
istediğin sessizlikse önce kalbimi durdur
sözün acısı: vişne lekesi
*1 Kasım 2019 tarihinde güncellenmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder