BENİM BABAM
benim
babam
sevgilerden
bir sur ördü gitti
sırtında
uğuldayan bir dünyanın kaftanı
ela
gözleriyle baktı acılardan emanet aldığı hayata
koynunda
geleceğe dair umutlarının resimleriyle bindi doru atına
sol
ayağını basarak üzengisine
benim
babam acıdan kavıyla yaktı sevda çakmağını
Kafkasya'dan
Macar ovalarına kadar
A.Uğur Olgar
***
BİR ÇOCUK-ADAM
-babama-
umarsızlığın
yalnızlıkla yoğurduğu
cılız
ve şaşkın dal kırılganlığından
Çayeli
yağmuruyla çıktı sevgili babam
iç
yolculuğunda kimsenin uğurlamadığı
gri
bulutlarda bir çocuk-adam
dereleri
yalınayak geçti, okula yalınayak
babam
göl tuttu bulut ahbaplığından
önce
komşular unutmadı onu sonra sis
mavi
çocuk gözlerinde Derbent’li bir kız taşıdı
annesinden
başka kimseye anlatamadı
çabuk
büyüdü okul terklerinde erken işçi
annemle
delifişek sevda, yorgun sevgili
çok
kovuldu fabrikalardan, sarı sendikalardan
iki
işsizlik arası, bir yokluk günü
sattı
babam paltosunu kendi babasına
akşamları
önce kar dinledi öksürüklerini
sonra
biz dinledik, için için yoksul komşular
ve
kentin erken uyanan bütün mahalleleri
o
yenik düşmedi göğsüne güldü geçti
her
Çarşamba koynunda bir Tom Miks
Konyakçı’nın
içkisini Doktor’la birlikte içti
babam
onurlu insanları sever
sevdi
mi birini dağ gibi sever
ailede
en küçük çocuk olduğunu bilir
süsler
de süsler uçurtma yüreğini
hele
bir de topaç aradı mı nasırlı elleri
kaytan
gülüşüyle ıpıssız ve yepyeni
bakış
sürüleri
11
Haziran 2000 / Kartal-İstanbul
“Şebnem” adlı kitabından
Aziz Kemal Hızıroğlu
***
YARA
babam
için
soluk
alınan an içinde ansızın
geçmişte
anılırdı
geleceğe
taşınan adlar
bıyıklı
güleç adamlar, kocaman elleri
tütün
kolonyası kokardı
bakışları
kadar gururluydu sesleri
bıyıklı
güleç adamlar, yürekleri kocaman
babamız,
ağabeyimiz, arkadaşımız
bendim
çocuk
şekersiz
ve sessiz
çoktuk
süslerdi
ankara’nın puslu akşamlarını
onların
o kocaman kocaman gülüşleri
sevişircesine
kavgaları
rakıları
türküleri
dev
gibiydiler, gerçektiler
kollarına
aldılar mı bizi dönerken
gece
biten dost sohbetlerinden
yıldızlara
hiç yakın olamadık bir daha
o
anlardaki kadar
ağlamsamadan
ağlayan çocuklardık
topraktı
avuçlarımızdan ağan
uzaktık
kıyısında yaşadığımız
balkıyan
acılara
çocuktuk
devaydık
birbirimize
oysa
gece
koynunda saklardı gölgeleri
karanlık
gözler gülüşleri soğutur
yarasalar
sarkardı kirli sakallarından
kanlıydı
sözleri
ölüm
ışıldardı gözbebeklerinde
ellerinde
acı çığlıklar
günü
kan ile dağlardı zulm
bıyıklı
güleç adamlar kanardı
her
ölümde depreşirdi yaşam
dağlara
adaklı avcılardı onlar
celbesinde
kuş sesleri taşıyan
adımları
dönülmeyen ayrılıklara gebe adamlardı
tekrarı
yoktu sözlerinin
her
nefeste gömüp
karanlığın
korkak sessizliğine ölümü
iz
sürdüler yollarında karanfil
bir
gece çok korktuk
çocuktuk
şekersiz
ve sessiz
çoktuk
götürdüler
bıyıklı güleç adamları
babamız
ağabeyimiz
arkadaşımız
hayata
bukağı takıldığı gün
efkârı
ebedi çocuklar kaldık
Berdar Doğan
***
BİR YUDUM BABAM
Kalakaldım
eşiğinde babamın
Gitme
dedimse de uzağını bellerdi yüzü
Ne
zaman gelse, bayramlarla gönenirdi kalbim
Bir
beşiğim olsaydı da babam sallasaydı...
Uzak
yollarım oldu sonra
Bin
hasretli gecelerim
Özlemim
doldu demli çayıma
Bir
yudum olsaydı da babam olsa...
En
çok maviyi sevdim
Babamın
gözlerine bakar gibi
Ne
zaman gözlerinde köpürse öfke
Sesine
dolanırdı düşlerim
Bir
gülüşüm olsa şimdi, babam koksa...
Buket Düzgen
***
HAYATTA BEN EN ÇOK BABAMI SEVDİM
Hayatta ben en çok babamı sevdim.
Karaçalılar
gibi yardanbitme bir çocuk
Çarpı
bacaklarıyla -ha düştü, ha düşecek-
Nasıl koşarsa ardından bir devin,
O çapkın babamı ben öyle sevdim.
Bilmezdi
ki oturduğumuz semti,
Geldi
mi de gidici-hep, hepp acele işi!-
Çağın
en güzel gözlü maarif müfettişi.
Atlastan bakardım nereye gitti,
Öyle öyle ezber ettim gurbeti.
Sevinçten
uçardım hasta oldum mu,
40'ı
geçerse ateş, çağ'rırlar İstanbul'a,
Bi
helallaşmak ister elbet, diğ'mi, oğluyla!
Tifoyken başardım bu aşk oy'nunu,
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu.
En son teftişine çıkana değin
Koştururken
ardından o uçmaktaki devin,
Daha
başka tür aşklar, geniş sevdalar için
Açıldı nefesim, fikrim, canevim.
Hayatta ben en çok babamı sevdim.
Can Yücel
***
SİSLER ARASINDAN
Babam’a
Islak
palto kokusunu
bir
o zaman sevdim:
Yatağın
kıyısına oturmuş,
serin
elini
alnıma
koymuştu babam.
Sisler
arasından,
bir
torba portakal
duruyordu
masada.
Suda
tablet…
Çözünen
akşam,
ince
şifa.
“Beni Böyle Değiştiren” adlı
kitabından
Nazmi Ağıl
***
BİR DEMET ŞİMŞEK
dokundum
naaşına içinde yoktun
alıp
götürdüler öyle yokluğunu
kaldı
çevrede vaktin alevli ahı
tabutunun
içinde olmayan her şeyin kaldı
değneğindeki
avucun alnında şapka tereğinin yarım gölgesi
kirazın
kesik kolundaki sakun
göldeki
apat ağ ve iskele
ve
iskeleyi okşayan yeşil teni gölün
anneme
uçan sesin ağaçların üstünden
alıp
gittiler
toplayıp
geldik nen varsa
bir
demet şimşekti kalan
Nevruz Uğur
***
BABAMIN BIRAKTIĞI YERDEN SARIL BANA*
çok
utanıyorum. dünyamı araştır diye
uzattığın
ellerin, kazıcısı imgelerimin.
çok
utanıyorum. yalpalayan yanlış
ifadelerimle
kimbilir hangi sözcükleri
çarmıha
gerdim. çok acıktım, çok susadım
çok
kurudum. aynalardan şarkımı indir
babamın
bıraktığı yerden sarıl bana !
hiç
utanmıyorum. yaşamıyorum.
ölürüm
söylemez söylenmezsem.
harabe
gözlerimi, seninle yenilemezsem
kalbinin
destanını dilenmezsem
söküklerime
yaralarıma rüzgârını
dikmezsem.
sürgünüm gittiğim yerden.
gel…babamın
bıraktığı yerden sarıl bana !
çok
utanıyorum. meğer tanımsızmış
zamanda
birikmiş avuntum-gölgesiz-
kanımda
harfler koşarken parça parça
kalbim
açıkken suça, suç açıkken sana
rüya
giriyor araya. umudu kalın, sesi kırık.
bir
nehri sürükler gibi getiriyor seni.
her
vazgeçişim yeniden yazdırıyor.
babamın
bıraktığı yerden sarıl bana.
hiç
utanmıyorum. kötülük’ün elleri belinde
sahip
çıkıyor öznesine, nesnesine.
üç
harfli bir mutluluğa sığındık.
gerçek’e
vurmadan saat, balkabağına
dönüşmeden
hayat, çağlayana dönüştür bizi.
siyahın
eridiği yerden beyazla. küstüğüm
yerden
aşkla. belirsizlik dişlerini geçirirken
gövdeme,
boylu boyunca uzan dünyama.
babamın
bıraktığı yerden sarıl bana.
çok
utanıyorum. ey dünyanın bütün
sözcüklerini
giyinmiş sevgilim !
göğünde
şiirleştir düşlerimi. kök sal
benliğime.
hüznümün gizli tebessümü
başlangıç
meridyenim babamdı.
döndüm,
çizdim seni kendime.
sevinç
çadırından düş yağmuruma
babamın
bıraktığı yerden sarıl bana.
hiç
utanmıyorum. bütün susma’ları çıkar
derinliğimizden
ve geleceğini gömüden.
hayallerini
birer birer koy önüme. tozunu alır
öperim
yeniden. ah! benim ahbilimim,
kalpbilimim,
yeryurtbilimim. konuş yaralı
yalnızlığımıza.
haykırsın tüm renkler.
zaten
nerede görülmüş ki cennete
acısız
gidebilen ve nerede
duyulmuş
sözcüklerin sensiz imlediği ?
sussa
gök. sussa toprak. ne olacak!
sıfatları
sırtımızdan at !
babamın
bıraktığı yerden sarıl bana…
çok
utanıyorum. hiç utanmıyorum.
babamın
bıraktığı yerden sarıl bana
kendine
tamamla…
*metin altıok: ”anamın bıraktığı
yerden sarıl bana”
2015
“Yokoluş Bir Sözcükse” adlı
kitabından
Nisa Leyla
İZDÜŞÜMLER
babam’a
gecenin
on ikisini geçiyor saat
aristo
babamı anlatıyor boyuna
ve
boyuna neler yaptıklarını
duvarların
üstüne tırmanıyor ağaçların dansı
benim
beynimde yalnızlığın çığırtkan sesi
kalkıp
yıldızlardan özür diledim
kaç
gündür kapkara bulutlu bakışlarım
babamı
istiyordu platon’dan
kırmızı-yeşil
cilt kaplı defterini
elime
aldım babamın:
“bir
zaferdir yaşamak
yaşarken
ve ölürken yine yaşamak”
ölürken
her insan bir şiirdir
yaşarken
yüce bir şiir
dünyası
debelendi durdu türbelerin
kiliselerin
camilerin –rüyamda-
birden
uyandım, uyandı gözlerim
gecenin
on ikisini geçiyor saat
aristo’nun
sevecen sesi:
“bir
kırlangıç veya bir gün bir yaz meydana getirmez”
halbuki
razıydım bir tek üzümüne meyvelerin
bir
mevsimine bu dünyanın
gözyaşlarımı
sildi bir ayağı kırık sandalye
teselli
buldum ruhum da kırıktı
birden
hastanelerden yüzlerce ölü sesi
direnişlerine
katılamadım
iğneyle
iplik yaramı dikmek istedi
izin
verdim ,muhtaçtım
ne
olurdu sanki dedim fotoğrafına babamın
iki
elim iki elini bırakmasaydı
dörtte
bir solgun asma yaprağı
“hayat
bu “dedi
aristo
dedim vallahi sevdim
seni
sevdim, darılma
ama
babamı daha da sevdimdi…
1992
Nisa Leyla
ÖZÜR DİLERİM
babam’a…
ben
özür dilemeye çalışırken
senden
rimbaud
tüm hızıyla imdadıma yetişti:
“ben
bir başkasıdır”
verlain’in
çizgileriyle de selamlayacağını bizleri
öldükten
sonra anladı mı
bildi mi
rimbaud (teşekkür isminden
teşekkür örneğinden
teşekkür rimbaud. bittin.
tamam. üç nokta:…)
ben
özür dilemeye çalışırken senden
zaman
eğriydi, insanlar ve davranışlar
senden sonra her şey
bıktırıcı bir adana
sıkıcı bir iskenderun’du
hani
katlasam yokluğunu katlanacağım yokluğuna…
dergiler
hayat hikayelerini anlatıyor
ölümsüz
eserler yaratanların
öykülerde
hep tekdüzelik ‘’hep’’ bile hep !
(şu ünlem bile: !
’’üüfff’’)
dolunay
unutulmuş bir gökyüzünü
avuçlamanın
mutluluğundaydı
ve
sen, evet sen yanındaydın ay’ın ve hafif buruktun
özür
dilemeye çalıştıkça senden bakışlarını kaçırdın
kendimi
ararken seni buldum, korktum ağladım
büyüdü
korkum büyüdü baş ağrım
senden,
senden özür dilemek var ya, ne kadar zor !
tut
ki nietsche’ye sığındım (felsefeye bayılırdın)
“ben
ne değilsem erdemim odur” diye
corneille
“erdemli görünün yeter “ diyordu
özürüme
küstah bir kılıf mı giydireyim
senden özür dilemeye
çalışırken
milan
kundera’nın boğazından kaçmışçasına
anlattırayım
mı hayatımı
her
saçmalığımı baş yapıt, her kusurumu tarih yapsın !
tamam
. kızmayın. tamam.üç nokta…
sevgi
zorladı seni bana sevgi bağladı
ben
özür dilemeye çalışırken senden
şiirler
okudum, şiirler yazdım, şiirlere sığındım
her
çağdan kirpikler silkeledim, kulaklar çektim
sana
benzeyen her gölgeye sığındım
tek
hatam bu affet beni
ne
ellerim yeterli özüre, ne de sözcüklerim…
sana,
devirli plaklardan paslanmış yüreğimi gösterebilirim
ömrümün
fotokopisini yollayabilirim
öldürmenin
anlamını bilsem kendimi öldürebilirim
ölmenin
anlamını bilsem seni unutur giderim
senden
özür dilemeye çalışırken
belki
teselli bulur
parlak
yıldızlar zapt ederim
ah
! elimde olsa geçmişe döner
bir
viyana atölyesine kurulur
geleceğime
nefis elbiseler dikerim
senden
özür dilemeye mi gelmiştim
senden
özür dilemeye…
kusurun
ve özürün hangi yönündeyim
netliğini
yitirmeden sözcüklerim çarçabuk
baba
senden özür dilerim…
1991
Nisa Leyla
***
BABAM VE DAKTİLOSU
benim
de babam öldü bir gün
annemden
önce.
eksik
kaldı sevgi sözleri
sözlüğümde,
ince
yağmurları gözlerimin!
benim
de babam öldü bir gün
kısa
ve siyah saçlarıyla
yaşımın
on dördünde.
daktilosunda
son dilekçesi
bir
arzuhalcinin;
içinde
kalanları yazmış göğe.
Oğuz Tümbaş
***
BABAM
(çocukluğumda korkum
gençliğimde öfkendin
baba.
evini ayaklandıran anarşistin oldum sonra)
inceydin
dal gibiydin ellerin narin
öpesim
gelirdi yanına sokulasım
oynardınız
ben uzakta kardeşlerim yanında
beni
hiç görmüyorsun sanırdım baba
amcam
teyzem
dayım
halam derken evde kavga
kalbim
çocuk okul ilk
gelmezdim
öğlenleri eve
buna
da kızardın baba
sıcak
soğuk yürürüz
ortaokul
evden üç kilometre uzakta
üstümüzde
naylon önlük
sırtımızda
iki kat hırka
öğlen
uzun dürümler çantamızda
zil
çalar idris hoca yanımızda
azığımız
yarı yarıya
ilk
gençliğim özlem şehir ankara
gece
fotoğrafın koynuma
sabahları
ayak ucumda
ağlardım
üst ranzasında parasız yatılının
gelmezsen
ölürüm baba
sonraları
gözyaşım dindi
maviye
bulandım orda
ben
MAVi derdim sen “baba baba”
ağladım
ağrıdım acıttım seni ve kendimi
yürürken
masmavi yollarda
bilmezdim
kızın için korktuğunu
anladım
baba
şapkasını
kapıp gidenler bırakırken koltuğu
kasket
giyen şapkalılara
şehir
İstanbul
mezuniyetime
bir yıl kala
gelin
torun tosun
evime
sığmıyorum diyor
annem
sensiz baba
derdim
ki babam yakışıklı sen çirkin
öyle
pişmanım ki baba
bir
üniversiteli beni sevesi
muhalifmişim
vazgeçmeden
hiçbir şeyden kendisi
elinin
tersiyle itmeden bir tek şeyi
henüz
kıyısındayken bile dünyanın
ben
dünyam dünya
kimler
çıkmıyor orda karşıma
dostlarım
da
paydaşlığımızın
biri satmamaktı ruhu
en
çabuk onlar teslim ediyor ruhunu
kirinden
görünmez erklere baba
“bir
kız bu kadar akıllı olmaz” dermişsin anneme
başıma
gelecekleri biliyor muydun yoksa
eğilip
bükülmedim ankaralarda ama
sevdanın
rengi savaşmak oldu
aklım
başımın belası baba
bazı
babalar çalışkan
bırakacakları
belki de bi dünya para
sen
kendini bıraktın bana
inceliği
onuru gözü gibi korumayı ruhunu
yıldızlar
birer birer sönerken gökte
kararırken
dünya
ceset
adam ve kadınlar
çevirirken
yeryüzünü mezarlığa
ben
seni yaşıyorum kana kana
aşkı
seçiyorum yürekteki namusu
verip
almayı paylaşmayı doya doya
zulme
ortak olmamayı
basmamayı
zayıfın sırtına
ötekini
anlamayı
sana
çok teşekkür ederim
ruhun
şad olsun baba
Ankara
Ekinsanat, S: 64, Haziran 2011
Kum, S: 62, 2011
“Bir Ömür Gezmesi” adlı kitabından
“Bir Ömür Gezmesi” adlı kitabından
Rabia Deveci
***
EFSANE
babamın
ceketini havalandıran rüzgârı tanıyorum
o
başka bir şehirdi, gidilip dönülen
biz
burda akşamı konuşuyoruz birlikte
akşam,
bir deniz dibi, güvensizlik öneren
orda
kuşlar zamanı örtünmekte.
öylece
beklemek neye yarar
ya
trende okunup bırakılmış gazeteler
ya
ölünün cebindeki anahtarlar
tanıdık
bir ses, babamın çakmağı
ya
da yaz göğündeki yıldızlar.
herkes
geldi, niçin gelmedi babam
o
başka bir uzaklıktı, unutulup hatırlanan
biz
burda acıyı konuşuyoruz birlikte
acı,
eski bir kaplan, yanımızda duran
orda
kuşlar zamanı örtünmekte.
Salih Bolat
***
HİÇLİK ÇİÇEKLERİ
Hatırlarım
nasıl rakı içerdi babam
Kutsal
Kâse gibi koyardı kadehi masanın üstüne
Sonra
yavaşça eğilirdi önüne başı,
Anlardım
o zaman dalıp gittiğini uzaklara
Ve
birden âni bir hareketle kaldırırdı gözlerini
Şaşırmış
bir halde.
Bana
öyle gelirdi ki
Nerede
ve kim olduğumuzu
Yeni
baştan anlatmak gerekirdi ona
Hayatın
labirentinde dolaşan düşlerine
Zamanın
ve mekânın çifte ilmeğini geçirmek
Ve
kaldırmak ömrün rodeosunda devrilen ruhunu
Ancak
bütün bunlara gerek kalmadan
Kendi
bilincinin kayıtlarını
Tekrar
keşfederdi kafasında.
Bir
anlığına gidip gelen elektrik kesintisi gibi
Kısa
bir karartının ardından
Yeniden
yanardı düşünce sarayının ışıkları
Fakat
bu defa daha parlak
Daha
büyük, daha derin
Ve
daha canlı olarak.
Hatırlarım
nasıl şiir yazardı babam
Elleri
bin bir renkli halılar dokuyan
Dokumacılar
kadar hızlı hareket ederdi
Ak
kâğıtlar üzerinde bazen gölgelenerek,
Kelimeler
kâğıtlarla konuşurdu duyardım
Duyardım
vahşi çığlıklarını fırtına kuşlarının
Zamanın
uçurumunda yankılanan.
Küçük
fiskelerle fırlatırdı parmakları
Masanın
üzerindeki dağınık kâğıt parçalarını
Kâğıtlar
sessiz bir şekilde havada pike yaparak
Ve
kavisler çizerek düşerlerdi yere,
Gözlerim
şiirle olan ilk bağlarını
Düşen
bu kâğıtlarla kurardı,
Ne
babam ne ben toplardık
Onları
yerden.
Bazen
de yanardı o kâğıtlar,
Düşlerde
açarken hiçlik çiçekleri.
Volkan Hacıoğlu
***
KÜL
Ben
babamdan öğrendim erken yaşlarda aşı yapmayı
Özünü
veren her fidanın
Terleyip
ağladığını
Dalın
ince onurunu sevdim
Şiir
ölüm tutmaz bilirim
Güneşin
külünden doğar dirimin sesi
Kırık
bir aşkı sararken yanar yüreğim
“Sabır Masalı” adlı kitabından
Yelda Karataş
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder