31 Mart 2018 Cumartesi

BİLGE ÖNGÖRE



(1953, İstanbul - )


       İlk ve orta öğrenimini Bolu’da, yüksek öğrenimini ise Ankara’da tamamladı. 22 yıl ticaret liselerinde öğretmenlik yaptı. Emekli. Ankara’da yaşıyor; evli ve iki çocuk annesi.
       Edebiyatçılar Derneği Genel Saymanlığı yaptı, Öğretmen Dünyası Dergisi Yazı Kurulu’nda görev aldı. Bolu Gündem Gazetesi muhabirliği yaptı. Yazarlar Sendikası, Edebiyatçılar Derneği ve PEN üyesidir.
       İlk ürünü 1973 yılında Hey Dergisi’nde yayınlandı. Şiir, öykü ve denemeleri çeşitli edebiyat ve sanat dergilerinde yayınlandı. Bazı şiir ve öyküleri İtalyanca’ya çevrilerek yayınlandı.
Yapıtları:
Şiir Kitapları:
& İstiyorum (1993, Başak Yayınları)
& Yanlış Seçim Suskunluk (1994, Başak Yayınları)
& Kozada Uyku (Güldikeni Yay.)
& Çığlığın Rengi (2000, Güldikeni Yayınları)
Öykü Kitapları:
& Lamba (2003, Çınar Yayınları) 
& Sis ve Sır (2010, Heyamola Yayınları, İst.)
& Zamanda Dalgalanma  (2011, Koza Dünyası Yayınları, Çiçek Kokan Kitaplar)
      Romanları: 
& Gizemli Yolculuk (Gençlik romanı, 2012, Koza Kitap Yayınları, Yediveren Kitaplar)
& Kırılma Noktasında (2018, Kanguru Yayınları, Ank., 144 s.)
      Monografi Kitapları:
& Nazlı Nilüfer Bolu (2009, Heyamola Yayınları, Kent Dizisi, İst.)
Kaynaklar:

HALİS ALTINDAĞ




(1950, Savur / Mardin – 3 Nisan 1976, Ankara)


       İlk ve ortaöğretimini Mardin'de, yükseköğrenimini Ankara'da tamamladı. 2 Nisan 1976 gecesi evine giderken bir otomobilin çarptığı Altındağ, ertesi gün hastahanede öldü.
       “Kırmızı Bakış” adlı ilk şiiri “Edebiyat” dergisinin Haziran 1975 sayısında çıktı. “Edebiyat” dergisinde yayımlanan şiirleriyle tanındı. Şiirleri, ölümünden sonra hakkında yazılanlarla birlikte, “Sara” (1982) adıyla kitaplaştı.
Yapıtları:
Şiir Kitapları:
& Sara (Ölümünden sonra; 1982, Aylık Dergi Yayınları, 46 s.)
Hakkında Yazılan Yazılar:
Hakkında Yazılan Yazılardan Alıntılar:
/  “Halis Altındağ, bütün ciddiyetiyle kendisini adadığı şiir çalışmalarının gününü görmeden gitti. Onun şiire verdiği bu önem dahi tek başına yeterli bir neden olabilirdi bu şiirlerin kitaplaştırılmasında. Gene de tek neden bu değildir. Halis'in daha ilk şiirleriyle birlikte el attığı temalar şimdilerde çok az şairi ilgilendiriyor ne yazık ki. Durulmamış parçalar olmasına karşın Halis'in şiirlerini biraz da bu özelliği geçilmez kılıyor.”
Yaşar Kaplan, 15 Aralık 1982, Ankara

Şiirlerinden Seçmeler:

 KIRMIZI BAKIŞ


Kafa çarpıyorum sokaklarına kentin
yanıt bekliyor seğiren
gün bitmez olanı üstünde toprağın
sürekli işlenen bir gece
dağ bölünmüş ortasından
bin yılın gömülü
kent bilmecesi çözülmez dağı yarmadan
şimdi
buluttur sallanan

Zap suyu ağlardı
kentim çok yakındı Zap suyuna
avcılarla yatardı kardeşim
bunlar su avcıları
uyandırılmamış kaya parçaları
içimi yazılmamış şiirlerin ağırlığı böldü
çatlak eller
ey Zap ey çatlak eller
bir düş bu kızgın toprakta
oluk oluk
kırmızı bakış
şiirim hep yeşil boyalıdır

Nöbet tutmalı deniz
tutmalı değirmen taşını
bu toprağı kalbinden tutmalı
okunsam ellerimi kaldırıp

Konuğu olsam dağın
belleğimdeki dağların
doğu dağlarının batı dağlarının
sarılsam yeşiline
dur güzel
dur Zap suyu
annemin ikiye böldüğü nar gibi

Bırakmalı zinciri
dikilip mağaramın kapısına
konuğuyum yeşil dağın
bir ıslaklık alnımda
terlemişim Zap suyuna baka baka

Haziran 1975


***

Hakkında Yazılan Yazılar:


Halis Altındağ unutulmamalı!

Onbir, sadece onbir şiirle Türk Şiiri'nde unutulmazlar arasına giren Halis Altındağ..

Hiç boşuna aramayın, ben aradım; bulamadım

Ansiklopedilerde aramayın, bulamazsınız Halis Altındağ’ı. İhsan Işık’ın üç cilt halinde hazırlanan sözlükte Halis Altındağ’a bir paragraf ayrılmış ama dişe dokunur bir bilgiye ulaşamıyoruz.

Hangi liseyi bitirdi, Ankara’da hangi fakültede okudu, bu bile belli değil. Belli ki Edebiyat dergisi çevresindeki arkadaşlarına ulaşamamışlar veya Edebiyat dergisinde birlikte şiir yayımladıkları arkadaşları bile yeterli bilgiye sahip değil.

Bu yazıyı hazırlarken Hece dergisinden Hüseyin Su’ya sordum. O da hatırlamıyor Halis Altındağ’ın hangi fakültede okuduğunu. Halis Altındağ, 2 Nisan 1976 gecesi Ankara’da bir trafik kazasında kaybediyor hayatını. Öldüğünde 26 yaşında idi Altındağ. Mardin/Savur doğumlu.

Edebiyat dergisinde yayımladığı şiirler 1982’de Aylık Dergi yayınları tarafından Sârâ adıyla kitaplaştırılmış. Kitabın girişinde Yaşar Kaplan’ın bir sunuşu; Nuri Pakdil’in de Edebiyat dergisinde Halis Altındağ’ın ardından yazdığı bir metin var.

Yaşar Kaplan, daha çok kişisel özellikleri üzerinde duruyor Altındağ’ın. “Halis Altındağ daha onuncu şiirini bile yayınlayamadan aramızdan ayrıldı. Oturuşuyla kalkışıyla, konuşmasıyla susmasıyla ağırbaşlılığını her an korumuş, birçoğumuzun belleklerinde iz bırakmış bir insan olarak en şaşırtıcı bir anda ölümle kar­şılaşan Halis Altındağ, bütün ciddiyetiyle kendisini adadığı şiir çalışmalarının gününü görmeden gitti.

Her şiiri başka topraklara bir başka gizemli yolculuk

Onun şiire verdiği bu önem dahi tek başına yeterli bir neden olabilirdi bu şiirlerin kitaplaştırılmasında. Yine de tek neden bu değildir. Halis'in daha ilk şiirleriyle birlikte el attığı temalar şimdilerde çok az şairi ilgilendiriyor ne yazık ki. Durulmamış parçalar olmasına karşın Halis'in şiirlerini biraz da bu özelliği geçilmez kılıyor.” diyor Yaşar Kaplan. “Kendisi aramızda olsaydı kitabının adını ne koyardı bilemeyiz ama, biz, Halis'in ısrarla işlediği bir konuyu simgeleyen ve üzerinde en çok durduğu Sar’a sözcüğünü uygun gördük ad olarak.” Sârâ bu gayretin sonucunda yayımlanıyor.

Pakdil hiç istemeden 'kaza'yı başlık yaptı

Kitabın başında Nuri Pakdil’in çok az kişi hakkında yazdığı bir metin yer alıyor. Bir 'Kaza' adını taşıyan yazıda özetle şöyle diyor Pakdil, Edebiyat’ın Mayıs 1976 sayısında. “ 2 Nisan 1976 gecesi oluyor kaza: Hızla geçen bir otomobil, evine gitmekte olan Halis Altındağ'a ana caddenin üstünde çarpıyor. 'Kaza'. Hastaneye kaldırıyorlar, hiçbir şey gelmiyor elden.

Halis Altındağ 3 Nisan 1976 günü öldü. Ölümle özdeşleşti otomobil. Kuşkusuz yaşamın da kardeşi oldu. Ölümle yaşam iç içe otomobilin içinde. Bir işaret ediyor, bir ona işaret ediyor. Halis Altındağ için ölüm yanı çalıştı otomobilin.

1974 ortalarında tanımıştım. Edebiyat'ın yönetimevine ilk geldiği günü anımsıyorum şimdi. Uzun uzun konuşmuştuk. 20-25 yaşları arasındaydı. Bilimleryurdunun birinde öğrenciydi. Mardin'in Savur ilçesindendi. Düşünceli, ince, sı­kılgan, ama bir dağda sırtınızı verdiğiniz kaya gibi sağlam, yalın, gösterişsiz, doğal, güven verici bir görünümü vardı. Anadolu, tüm acılarıyla, ezikliğiyle öfkesiyle, özlemleriyle bir insan kimliğine bürünerek gelmişti sanki.

Kelimeleri ne güzel büyür, ne güzel şekillenirdi

Suskundu. Ama, konuştukça umut dolardı içime. Bu arkadaşla sonuna değin gidilir, derdim kendi kendime. Ona baktıkça güven geliyordu bana. Sık sık geliyordu dergiye. Sürekli okuduğunu söylü­yordu. Konuşmalarımızdan da anlıyordum bunu. Edebiyat dergisinin izlediği düşünsel eyleme içtenlikle bağlanmıştı. Ne yaptığımızı, neler yapmak istediğimizi bilinçle kavra­yanlardan birisiydi. Türkiye'deki, hatta dünyadaki konumumuzu saptamaya çalışıyordu. Yabancı dil çalışmasını söylemiştim, başlamıştı. Getirdiği şiirler üzerinde, birlikte, uzun uzun düşünürdük, konuşurduk. Götürür, üstünde çalışır, yeniden getirirdi.

Edebiyat'ın Haziran 1975 sayısında çıktı ilk şiiri: Kırmızı Bakışlar, ilginçti ilk ses. Bir tarih bilinciyle yüklü çıkıyordu yola. Dağ bölünmüş ortasından / bin yılım gömülü, diyordu dizelerinde. Ekliyordu sonraki dizelerinde: 'Bu toprağı kalbinden tutmalı'. Bir, bu toprağa yabancılaşan aydın­ları, yazarları, şairleri düşünüyorum, bir de, bu toprakla bütünleşen Halis Altındağ'ı düşünüyorum.

Çok sağlam bir yerden, bir ana düşünceden, tarihe de yaslanarak seslenmeye başlıyordu. Bu şiiri, Edebiyat'ın Temmuz 1975 sayısındaki Sargılardan Bu Uzanan şiiri izledi. Şiirsel gerilimi yakalıyordu. 'Kesiliverir sesler dünlerden / Diclenin sallarına tutunup/ Gömdüğü gibi gözerini Dicle'ye çocuklar' dizeleriyle 'dünler'in seslerini bulmaya çalışıyordu. 'Dün' bugündü onun için, yarın da olacaktı. 'Dün'ü yalnızca bir içerik olarak değil, bir devinim olarak da tasarlıyordu. 'Dün'dü tüm atılımlarının kaynağı. Hep sorardı bana: Kimlerdi 'dünler'in sesini boğanlar? 'Büyüyen sancıların önünden arkasından' yürümeye hazırlanıyordu. Uzun, çetin, tarihsel bir yürüyüş olacaktı bu. Anlamıştı bu yürüyüşün başladığını. Bu yürüyüşe katılmanın bilinçli kıvancı içindeydi. Bu yürüyüşte umursanmayacak bir olgu da ölümdü kuşkusuz.

Ölümün yeni yorumu ona aitti

Yar Bakraçları (Edebiyat, Ağustos 1975) şiirinde, âdeta yeni bir yorum getiriyordu ölüme. Eskimeyendi ölüm onun için. İnanıyordu ölüm ötesinin ölümsüzlüğüne. Öyle olunca, kuşkusuz, bir eskimeyendi ölüm, bir geçitti olsa olsa. 'Kaçıncı mevsim bu örtünen/yağmura giymeliyim ölümümü/örtün bana ölümümü eskimeyen örtün'. (Öldüğü gün yağmur yağıyor muydu acaba Ankara'ya? Anımsayamıyorum) (….) O da şimdi 1923 Devrimini sorguya çekiyordu. Konuşmak istiyordu 1923 Devrimiyle, Çünkü, insanın arası gide gide açılıyor 1923 Devrimiyle. Sara (Edebiyat, Ekim 1975) bir sorgu başlangıcıdır.

Bir kimlik saptamasıdır. 'Yirmialtıda Burdur'da/ sürgün sofrasında/açan alınlarında sürgünlerin/hınç çiçeği/surların alnı terleyen hamalında/büyür uzar bengi sula­rına/akım toprağa'. Bir sürgün sofrasından bir akım geçirilmektedir toprağa, bu toprakları koşullandıran tarihsel dayanağa. Bu şiirsel tablo bir yargı yerini andırıyor. Kimlik saptaması uzadıkça uzamaktadır.

Goethe'nin Faust'u Halis'in Yumruk'u

Bir demircinin örsünde dövülen demirden çıkan çıngılara dönüşür bundan sonra Halis Altındağ'ın deyişleri: Sara Süreci (Edebiyat, Ocak 1976 şiirinden) Topladıklarında yirmibirdi saat/yüklediler sigara içimi zamanda/sürgün/kent hastasını ilk gördüğüm gün’ Gene aynı sayıda çıkan Şehir Şiiri'nde de şöyle diyor­du: 'Bilinci gererek/kalbinden düşmeyecek eylem.' Eylemi kalbine; yapıştırmış gibiydi. Eyleminde duyuluyordu yürek çarpıntıları, bana öyle geliyor. 'Hangi yumruktan geldin sıkılı/gümülü sayfalara/uzanıp ışıl ışıl yanan'. Özdeksel bir başkaldırıyı simgelemiyordu bu yumruk. Bir düşüncenin, kapattırılan bir kitap sayfasının sözcüsü olarak uzattırılıyordu bu yumruk. Öncü bir güç gibi öndeydi yumruk, Halis Altındağ'ın şiirindeki yumruk.

Bunları Çağ Yolun Yolun Söylevi (Edebiyat, Şubat 1976) şiiriyle, son yayımlanan Sara Sonu Ve Koyuntular (Edebiyat, Nisan 1976) şiirleri izledi. Daha, 1923 Devriminin kimlik saptamasını yaparken, bir 'kaza' sorguyu durdurdu, onun başlattığı sorguyu durdurdu. Ama, Halis Altındağ, Edebiyat dergisinin hep bu sorguyu yürütmek için çıktığını, sonunda Edebiyat dergisinin tarihsel bir yargılamayı başlatacağını biliyordu.”

Yaşasaydı belki beklenen o sorguyu derinleştirecek ve inceltecekti Halis Altındağ. Yazdıkları da bir istikamet göstermesi için yeterli. On bir şiirle de olsa adını edebiyatımıza ve müminlerin şehadetiyle iyiler arasında yazdırmış bir şair o. Rahmetle anılmayı hak ediyor. Rahmetle Sayın Altındağ. Rahmetle…

Kâmil Yeşil


***

Yarım Kalan Şiir - Halis Altındağ

Uzun bir rüzgarın peşinden yuvarlanan çalı çırpının bıraktığı izleri yıldızlara armağan eden bir coğrafyanın esmer şiiriydi Altındağ. Gece yarıları uğuldayan yoklukların asılı kaldığı dallardan sözcükleri toplayarak uykularına ve uzun bir serüvenin yelkenine umut toplardı. Çocuktu o her zaman. Çocuk gözlerini hep siyahın ufuk çizgisinde tanrıya uzanan bir merdivenin ilk basamağında bekletirdi. Savur, ilk hayallerin ve masalların renklere girdiği tarihin ayağa takılan taşlarındaki ninnileri hep kuşlara armağan ederek uyurdu kendi saatine. Şarkılar, kuşların aniden yüreğinden kalkışıyla bırakılan dizelerin yine dallardan düşerken çıkardığı seslerin kendisine ulaşan ilahisiydi. Her şey şiirden ve rüzgardan ibaret bir hayatın en sırtında kendi çocukluğunu saklardı. Oyundu hayat. Ölümler de, ara verilen bir gezintinin içindeki acı kahveden düşerdi. Uykularını bölen direniş saatlerinde yüzyıllara at sürer gibi pencereden bakardı sıcak bir yorganın sırdaşlığına. Ve gece bir Şahmeran kollarında uyanan şiirin kendisiydi… “sürekli işlenen bir gece / dağ bölünmüş ortasından / bin yılım gömülü” sevgili Halis,  sık sık terleyen avuçlarında ekmek kadar kutsal saydığı dizelerin peşinden koşarken ayağına takılan taşların mermi ağrısını tepesinden geçen sığırcık kuşlarının kanatlarındaki uzun bir çizgiye bakarak geçirirdi. Bu salt taşın yorgunluğu değildi.

Geçen kuşların arkasından kendi şarkısını söylerken aldığı yanıtların melodisini akan suların gölgeliğindeki kavaklara yelpaze atardı. Suskun hayatın içinde değildi bakışları. Yanı başında akan hayatın en ince damlasında bile kendi ellerinin ve ekmeğin ağrısını duyardı. Bir adım ötede mayın tarlası, bir adım ötede aşk, bir adım ötede ağıtların kuyusundaki yankılarla yolunu Mardin’e çevirdiğinde çocuktu aslında. Halis, aşkın karanlık sayfasından geçmiş bütün atlıların izlerinde hayata ve okula yürümenin ağırlığıyla bulutların renginden düşen sözcükleri toplayıp yürüdü. “Kent bilmecesi çözülmez dağı yarmadan / şimdi / buluttur sallanan …”   kent, kendi ipini koparmış rüzgarın en tepesinde dağın yamacında oturmanın uzaklığıydı, ürkekliğinde. Savur… Savur… Savrulan bir hayat sayfasındaki uzun kavakların kendine ve şaire uzattığı seslerin içindeki büyülü tınıyı kulaklarına taşıyan Sur’un kendisiydi. Kıyamet burada kopardı… Bab-ı Sur ‘un sarı topraklarından kaçmış bir beton yığını içindeki okulun binasında ekmek ve aşkların en hırçını olan ayrılıkların adını yazardı. Mardin… Mezopotamya’nın asi ve hırçın penceresinden gece yıldızlara uzanmanın serinliği ve uzun süre ağlayan bir türkünün ağıtlara düşen bir tüy hafifliğindeki sızısıydı. Taşlardan ve aşklardan sonra acıların dilini dar sokaklardan geçen eşkıyaların poşulu bakışlarını Mezopotamya’ya dökmenin ve ardından ekmeğe tuzak mayınların çukurlaşmış gözlerinde sustu. Halis Altındağ, çocukluktan uyanan ellerini derin bir yara gibi sararmış ovanın derinliklerine uzatarak karşı köylerden, kentlerden gelen sesi okşadı… “avcılarla yatardı kardeşim / bunlar su avcıları / uyandırılmamış kaya parçaları…”

Ses sesi, ayrılık ayrılığı, ekmek ekmeği böldüğü ve ölümün bir yılan soğukluğunda dolandığı hayatın en tepesinden, kalenin göğsünde kendi ellerini buldu Halis. İçi yeni kanatlanmış kuşların ürkekliğinde kente bakıyordu. Jandarma cemselerinin sirenlerinden kalan tekerleklerin izinde uysal ve ruhani bir sessizliğin kavalı çalıyordu. Kent, umutlara yolculuğun kanatlarını büyüten rüzgarın kendisiydi. Şiirler, daracık sokakların daracık ve dövülmüş demirlerin arasından bakan çocukların gözlerindeki anlamı taşıyacak kadar çocuktu. “İçimi yazılmamış şiirlerin ağırlığı böldü / çatlak eller / ey zap, ey çatlak eller / bir düş bu kızgın toprakta…” Sonra sevdanın gökkuşağı renklerinde gözlerini ve kanatlarını bırakan çocukların ardından gitti. O bir konuktu bu kentte. O bir yolcuydu Mezopotamya’nın acılı rüyalarından uyanmış ceylanların ürkekliğindeki namaz saatinde. Aynı an da çan çalıyordu, aynı an da ezan düşerdi minareden dizelerine. Ve hep birlikte çıkıp sarhoş oluyordu taşların özel ninnisini söyleyen rüzgarın dar sokak aralarında. O sesi yalnızca şiir ve kuşlar duyardı. İlahi bir sesin ayak seslerini yüreğinde taşıdı. Bu kent gençliğiydi Halis’in, ablasıydı, ilk aşkının bakışıydı… İlk taşa dokunmanın serinliği ve dağların en tepesinden aşağıya düşen açlıkların kardeşiydi.

Ölüm, bu coğrafyanın en uzun türküsüydü. Ölüm bu coğrafyanın Şahmerandan kalan izlerin sürülmesiydi. Ölüm, ayrılıktı, gitmekti; sonsuza kadar kaçmaktı, atların nal seslerinden düşen tanımsız melodilerin masallarda dinlenmesiydi. Rüzgar bütün mevsimlerde serin eserdi. Okuldu, ekmekti, meydanlarda bağırmaktı, haykırmaktı kurulu düzene başkaldırmaktı… Ve belki de bütün yaşadıklarına ve tanık olduklarına sessizce ortak olmaktı. Acıydı hayat. Zulümdü yoksulluk, çocuktu gurbette insanların elleri. Yollar kendi çıkmazlarından çıkıyordu caddelere. Kentler büyüyordu, insanlar çoğalıyordu, kediler, köpekler ve atlar yoktu. Bağ bozumundan sonra gölgesini şaraba veren bağlar, bahçeler, kavaklar ve Mardin’in eşkıyalara yol gösteren sessizliği yoktu… Ankara… Büyük kent, büyük araba. Büyük zulüm ve büyük işkenceler ve ardından gelen aşkların penceresindeki ayrılık… Bir yabancıdır, bir çocuk, kimsesiz ve parasız bir hayatın konuğudur, ihanet kokan bulvarlarda... “Konuğu olsam dağın / belleğimdeki dağların /doğu dağlarının, batı dağlarının / sarılsam yeşiline /dur güzel /dur zap suyu / annemin ikiye böldüğü nar gibi …”

Hayat kendi salıncağında akıyor, karanlıktan umuda. Sallanan çocuklar artık büyümüştür kendi iplerinin boynuna. Şarkı söylemenin ve kardeş olmanın zamanında unutulmuş şiirleri armağan etmek ister sevdiğine. Yola çıkar aşk… yola çıkar açlıkların çocuk yüreğinden yüzyıllardır kendine sakladığı sözcükleri… “ak cümlelerin söylevi /  yıldızlar konuştu / ay haber saldı on dördünde / aşka yolculuk var…”

Zaman, uçarı atların peşinden kendi yelesinde çocukları toplar.  Çocukları, ekmeğe doymamış çocukları, oyunlardan arta kalan açlıkları ve aşkın en hırçın saatlerindeki umutları… Zaman, Savur’dan dere yatağına gölge olan kavakların ince uzun dalından düşen kuşların şarkılarına; Mardin’e, Mezopotamya’nın eşkıya taş şiirindeki çığlığa uzandı. Halis Altındağ bir çocuktu aslında, genç bir aşık, kavgada kardeş, inançta bir havariydi Ankara’da… “ ay tutsak kuyuda /ümmühanım parmakları yolcu /pencere kızına ve sana / ilk hece düşünce sana /belleğini sarıp sarmalayıp /sere serpe ardından gelene /o içine sığdırdığımız zamanı içerek /ikinci parmağın söyleviyle…” son şiirini Sur’a üfledi Halis Altındağ. Gençliğinin ilk basamağında. Aşkın ilk dizesinde, şiirin ilk serinliğinde. 26 yaşında öldürdüler Halis’i… Bir tank ağırlığıyla geçen zamanın modern arabasıyla. Çarptılar dağa, Savur’a, Mardin’e, aşka, çocuklara, kuşlara, şiire ve zamana… Bir çocuk öldürüldü, bir genç bir şair… Sesiz, sedasız, ağrısız, kimsesiz taşları kara bir kentin uğultusuna düştü son dizeleri. Dağ kokuluydu… Mardin’in çan ve ezan kokulu, büyüdüğü Savur’un kavak serinliğinde, ekmeğini paylaştığı kuşların kanat seslerinde, sessizce ve kendi halinde, bütün yalnız şairler gibi, erken ölen kuşlar gibi kendi şarkısında… Güle güle Halis Altındağ… Biliyorsun ki, yaşarken de en yalnız şairlerdir aslında.

Ümit Yaşar Işıkhan

***

"ÖRTÜN BANA ÖLÜMÜNÜ ESKİMEYEN ÖRTÜN "

Halis Altındağ`ın bir şiirindendir başlık yaptığım satır. Karıştırın Edebiyat`ın son dönem sayılarını karşınıza yeni genç bir kalem çıkacaktır. Burcu burcu eylem kokan, yerli düşünceyi şiirlerinde en aktüel ve en diri bir biçimde konu edinen Halis Altındağ.

Onun şiirlerine göz gezdirirken geçmişinizi düşünürsünüz. On üç yüz— yıllık bir zamanı algılarsınız. Evet, eskimez örtüdür ölüm, devamlı örtüdür kişiye. "Sürgün/Kent hastasını ilk gördürün gün" yanlışlık yer bitirir genç yazarı• Onun için yanlış olan yalnız kentte değildir• Yabancılaşmayı kapsayan tüm uygarlıktır bizden olmayanların tümüdür, Onun devamlı savaş içinde olduğu bu kısa ömrü- gerçekte kısa değil, namluya verili kurşun gibi diri olunan bu kadarcık hayat, sünepece geçirilmiş uzun bir hayattan daha kıymetlidir- bir uğraşı, bir yargılanma içerisinde devam etmiştir. Sürecek olan savaşı bitmemiştir ve bitmeyeceğe de benzemektedir.

“Etten kurşun sıkınca ekmeğine/Umudu çekerek arkasından/Geçtiler ateşten tarlaları/ Sarılarak tüm geçmişlerine” Dikkatiniz toplanır Halisin şiirini okurken bir hesaplaşma içerisinde buluverirsiniz kendinizi. "Bilinci gererek/ Kalbimden düşmeyecek eylem" hangi mutlak fikir savunucusu bu bilinç içinde olmak zorunda değildir. "Omuzlara çıkarsa eylem" eylemin sürekliliğini söyler Halis. Eylem bizim hızımız olmalı değil midir? Eylemimiz süreklidir zamanla sınırlı değildir. Eylem onuza çıktığı zaman ak’a erilecektir. Bu bilince çağırılırız "Şehir" şiirinde.

Alın Edebiyat’ın son sayfasını elinize, yoksa diye geçirirsiniz içinizden teknik hazırlayıcı bir veda önsezisiyle mi Halis`in şiirini ön sayfaya koymuş bu kez. Nitekim yayınlanan son şiiri olan "Sara Sonu ve Koyuntular" da vedalaşır adeta bizimle "Kuşanarak Bildiriye/Ölüm Kuşatsa da donanarak bildiriye" Bildiriye kuşanıyor muyuz? Evrensel bildirinin gereğini yerine getirebiliyor muyuz? Yoksa o bildiriye layık mı değiliz? Evet ölüm kuşatsa da bildiriyle donanmak görevimiz. "Ve beni boğmadan/ Su kurumadan kalbimde/Müslüman kanını tartmak istediler/Asarak tavana sesleri "Bu dörtlükten sonra hemen Nuri Pakdil`in bir yazısında "kurban olmuş kuşaklardan bir kuşağız" deyişini anımsadım. Bir “kurban kuşak” yaşantısı gözlerinizin önünde canlanıyor bu mısralarda, zülüm dile geliyor.

"Aranan/Uyumsuz sokakların dervişi" Sen o dervişi, bir çokları gibi göremedin, uyumsuz sokaklar arasından geçtin gittin, o kutlu derviş ne zaman gelecek , üzerimizi örten -devrim kaosu- batı mitinden ne zaman kurtulacağız. Makine ve beton yığınlarının doldurduğu bu uyumsuz sahneler ne zamana değin sürüp gidecek. "Bildiri örtündü mermi yeri­ne " Yerli Düşünceyi savunan her aydının mermisi kelimedir. Bu meydan da kelimeyle savaşılır. Evrensel Bildiri örtümüz, kitap silahtır bizim için.

Kelimelerin mermi yerindedir.  Halis.

M. Fatih UĞURLU



AYKUT O. ANTMEN



(27 Haziran 1969, İstanbul – 20 Kasım 1993, İstanbul)

Şair, araştırmacı, yazar. Tam adı Aykut Osman Antmen. Şair, Süreyya Aylin Antmen’in ağabeyi. 1991'de Sevecen dergisini yayınlamaya başladı. Çeşitli organizasyonlarda ve Dostluğa Çağrı Derneği'nde Metafizik, Spiritüalizm, Parapsikoloji, Mistisizm, Gizemini Koruyan Dünya Tarihi gibi konularda konferanslar verdi. Bilinmeyen Dergisi`nde köşe yazarlığı yaptı. İrembağı Derneğinin kurucularındandır. 24 yaşında Heybeliada`da hayata veda etmiştir. 
Şiirleri ve yazıları; Sevecen, Gölge ve Dostology başta olmak üzere pek çok dergide yayımlandı. 
Yapıtları: Şiir: *Kozmik Çekirdek (Yay. haz. Süreyya Aylin Antmen, Artshop, İst.: 2006.
Hakkında Hazırlanan Dosyalar: Şiiri Özlüyorum, S. 18, Ekim-Kasım-Aralık 2006, Hüzün Durağında Aykut O. Antmen
Kaynaklar: Ahmet Gök, Aykut Antmen’e Yolculuk,  Şiiri Özlüyorum, S. 18, Ekim-Kasım-Aralık 2006, 33-34; S. Aylin Antmen, Yaşamın Kalbinde Bir “Kozmik Çekirdek”, Şiiri Özlüyorum, S. 18, Ekim-Kasım-Aralık 2006, 34-36.

*20 Nisan 2020 tarihinde güncellendi.

28 Mart 2018 Çarşamba

EROL ÖZYİĞİT



(1972, Arapgir / Malatya - )


       Liseden sonra öğrenimini sürdürmedi, çalışma yaşamına atıldı. Değişik işler yaptı, iki yıl kadar kitapçılıkla uğraştı fakat iflas etti. Halen Şirinevler’de market işletiyor.
       1997 yılında 'Katırtırnağı' adlı dergiyi iki sayı yayımladı. Mavi Liman adlı fanzini 20 sayı yayınladı.
       Şiirle, öğrencilik yıllarında ilgilenmeye başladı. Şiirleri ve söyleşileri Berfin Bahar, Bireylikler, İmgelem, Katırtırnağı, Mavi Liman, Öküz, Sardunya, Sevi, Şiirden, Ünlem, Yazılıkaya vb. gibi dergi ve fanzinlerde yayımlandı.
       Ödülleri: “Acemi Irmak” adlı kitabı ile 2006 Cemal Süreya Şiir Ödülü’nü,  2007 Yerel ve Yöresel Televizyon Birliği Ödülü’ nü, “Olan Biteni Öğrenme Defteri” adlı şiiriyle 2008 Bülent Ecevit Şiir Ödülü’nde mansiyon, "Huy Defteri" adlı kitabı ile 2009 Behçet Aysan Şiir Ödülü’nü (Ödülü Selami Karabulut’un “Yarım Kalan” adlı kitabıyla paylaştı) aldı.
Yapıtları:
Şiir Kitapları:
& Halay (1998, Kendi yayını, İst.)
& Önce Çocuklar(2001, Mavi Liman Kitabevi, İst.)
& Saklı Yüz (2004, Dönence Yayınları, İst., 96 s.)
& Acemi Irmak (2006, Dönence Yayınları, İst., 64 s.)
& Huy Defteri (2009, Dönence Yayınları, İst., 48 s.)
& Çalışılmış Yalnızlık (2011, Dönence Yayınları, İst., 48 s.)
& Ayna Kavmi (2017, Dönence Yayınları, İst., 64 s.)
& Binbir Hece Masalları (Sina Akyol ve Nesrin Kültür Kiraz ile birlikte; 2018, Zeytindalı Yayınları)
      Yayına Hazırladığı Kitaplar:
& Şairini Arayan Mektuplar (2008, Dönence Yayınları, İst., 312 s.)

SEVGİ SANLI



(1925, İzmir - )
                                                                                                                                                                              
Yazar, çevirmen, eleştirmen, dramaturg. İzmir Amerikan Kız Koleji ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Filolojisi Bölümü’nü bitirdi. Devlet Tiyatroları’na atanan ilk dramaturg oldu. 1956-1976 yılları arasında Devlet Tiyatroları’nda Başdramaturgluk ve Dış İlişkiler yöneticiliği yaptı. Tiyatro, radyo ve televizyon için oyun ve müzikaller yazdı. Radyo uyarlamaları yaptı. Aralarında “Küheylan”, “Amerikan Rüyası”, “Sezar ve Cleopatra”, “Pygmalion”, “Sevgili Doktor”, “Aktör Kean”, “Leenane’in Güzellik Kraliçesi”, “Onikinci Gece”, “Öp Beni Kate” gibi birçok tiyatro oyunu ve opera çevirdi. Çevirileri Devlet Tiyatrosu, Devlet Operası, İstanbul Şehir Tiyatrosu ile özel tiyatrolarda sahnelendi
“Dilsizlerin Dili” adlı oyunu, 1950 yılında İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sahnelendi. 1967 yılında, “Menekşe Yaprağından İncinen Kız” adlı oyunu Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sahnelendi. Oxford, Cambridge, Durham, Edinburgh ve Manchester Üniversiteleri’nde konuk öğretim görevlisi oldu. 1983 yılında Londra Üniversitesi, Doğu ve Afrika Bilimsel Araştırmaları Bölümü’nde Türk Tiyatrosu üstüne yapılan bir panele konuşmacı olarak katıldı. 1995 yılında New York Üniversitesi Yakındoğu Dil ve Yazınları Bölümü’nde Türk Tiyatrosu konferansları verdi. Her şeyin geçici olduğu bir dünyada, sırrı insanın kendinde bulan bir tasavvuf şairinin yaşamından hareketle yazdığı “Kaygusuz Abdal” adlı oyunu 2002 yılında ve “Yazılıkaya” adlı oyunu 2009 yılında Devlet Tiyatroları’nda sahnelendi.
Ödülleri: 1963 yılında “Bilimsel İnsancılık” adlı makalesi Cumhuriyet Gazetesi Yunus Nadi Ödülü’ne layık görüldü. 1973 yılında Lillian Helman’dan yaptığı “Küçük Tilkiler” adlı oyun çevirisiyle, Ankara Sanatseverler Kulübü’nce övgüye değer bulundu. 1974 yılında Ostrovski’den çevirdiği “Bu Hesapta Yoktu” adlı oyunla, Ankara Sanatseverler Derneği’nin En İyi Çeviri Ödülü’nü; 1981 yılında “Rita” adlı çevirisiyle, İstanbul’da Avni Dilligil En İyi Çeviri Ödülü’nü ve Ankara’da Sanat Evi En İyi Çeviri Ödülü’nü; 1993 yılında Kültür Bakanlığı En İyi Tiyatro Eleştirmeni Ödülü’nü aldı. 1997 yılında Halide Edip Adıvar’ın “Sinekli Bakkal” adlı romanını tiyatroya uyarlayarak, Yunus Emre 3. Özgün ve Uyarlama Oyun Yazım Yarışması’nda Büyük Ödül’ü kazandı. 2001 yılında, Sadri Alışık Türk Tiyatrosu Onur Ödülü’nü aldı.
 

SEMİRAMİS YAĞCIOĞLU



(1949, Antakya / Hatay - )


       Dilbilimci. Lise eğitimini Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nde (Robert Lisesi) tamamladı. 1971 yılında İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden lisans derecesini aldı. Üniversite yıllarında Prof. Mina Urgan, Prof. Berna Moran, Prof. Akşit Göktürk, Prof. Cevat Çapan ve Prof. Özcan Başkan hocalarıydı.
       1979 yılında İngiltere Newcastle Upon Tyne Üniversitesi’nden Dilbilim alanında lisansüstü diplomasını aldı.
       Yüksek lisans derecesini, “Structuralism: A Linguistic Model and Its Application to JackLondon’s Three Stories” (1987); doktora derecesini de “Rhetorical Factors Serving to Form a Sub-text Underlying Form and Me­aning in Joyce’s Dubliners” (1991) adlı tezleriyle Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nden aldı.
       Bir süre Ege Üniversitesi Yabancı Diller Okulu’nda okutman olarak çalıştıktan sonra Dokuz Eylül Üniversitesi Amerikan Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yaptı. 1996 yılında Genel Dilbilim alanında doçent oldu. 2001 yılında aynı üniversitede Dilbilim Bölümü’nü kurdu. 2002 yılında profesör oldu. 2009 yılında kendi isteğiyle emekli olana kadar bölüm başkanlığını sürdürdü. ABD, Avusturya, Almanya; İngiltere ve İskoçya’da çeşitli üniversitelerde çalışmalar yaptı. Yüksek lisans ve doktora tezleri yönetti.
       2002-2009 yılları arasında Dokuz Eylül Üniversitesi’nde “Nasıl Bir Eğitim İstiyoruz?” çalışmaları çerçevesinde ezberleyen değil, sorun çözme becerisi kazanmış, demokratik bireylerin yetişmesine katkıda bulunmak için benimsenen aktif eğitim modeline, düşünsel ve uygulama boyutunda katkılarda bulundu.
       Eleştirel Söylem Çözümlemesi alanında çalışmalar yapıyor. Makaleleri, Dilbilim Araştırmaları, Discourse and Society, International Journal of Sociology of Language, Interactions, Journal of American Studies ve Dilbilim dergilerinde yayımlandı.
       1990 sonrası Laik ve Anti-Laik Çatışmasında Farklı Söylemler: Disiplinlerarası Bir Yaklaşım ve Advances in Turkish Linguistics: Proceedings of the 12th International Conference on Turkish kitaplarının bölüm yazarlığını yaptı ve yayına hazırladı.
       Edebiyat eleştirisi üzerine yazıları, Argos, Gündoğan Edebiyat ve Edebiyat Eleştiri dergilerinde yayımlandı. 2009 yılından beri Roman Kahramanları dergisine yazılar yazıyor ve dosya editörlüğü yapıyor. Yazıları ayrıca Kurşun Kalem, Feminist F ve Akköy dergilerinde yayımlandı.
Yapıtları:
      İnceleme Kitapları:
& Roman Kahramanı ve Öznellik: Söylem İdeoloji ve Coğrafya (2017, Komşu Yayınları, Sıcak Nal Dizisi: 82, İst., 328 s.)
      

26 Mart 2018 Pazartesi

FATMA NURAN AVCI



(28 Ekim 1966, Aksaray - )

       İlk ve ortaokulu Sakarya’da, liseyi Bursa’da okudu. 1989 yılında Anadolu Üniversitesi İktisat Bölümü’nü bitirdi. Aynı yıl devlet memurluğu görevine başladı, 1993 yılında ayrıldı. El sanatlarının çeşitli dallarında uğraş verdi. 2012 yılından bu yana İstanbul’da çeşitli yaratıcı yazarlık atölyelerine katılarak öykü yazmaya başladı.
       İlk öyküsü ”Beştaş” 2013 yılında Notos Dergisi’nin mayıs haziran sayısında yayınlandı ve 2015 yılında Çukurova öğrencileri tarafından kısa film yapıldı. Öyküleri, kitap tanıtım yazıları ve söyleşileri Çoğul, Edebiyat Nöbeti, Edebiyatist, Gamlı Baykuş, Ihlamur, Lacivert, Notos, Roman Kahramanları, Vagon gibi dergilerde yayınlandı. “Buyurun Beyefendi” adlı öyküsü Son Gemi Öykü Seçkisinde yer aldı. İzmir’de yaşıyor; evli, iki çocuk annesi.
Ödülleri: “Son Cevizlik” adlı öyküsü Nilüfer Belediyesi 2016 Yaşar Kemal Öykü Yarışması’nda birinciliğe değer görüldü.
Yapıtları:
Öykü Kitapları:
& Son Cevizlik (2018, Notabene Yayınları, İst., 88 s.) 


Son Cevizlik kitabının tanıtım yazısı

“Son Cevizlik; ağaçların katledildiği, üretim alanlarının, toprakların yağmalandığı, güçlülerin acımasızlığı, hırsı karşısında çaresizlerin şaşırıp yalpaladığı, taşra gerçekçiliğinden uzaklaşmadan, iyilik, kötülük, yokluk, zenginlik, umutsuzluk, umut, muhtaçlık, korku, insan ve doğa sevgisi ekseninde, geçmişin tortusuyla şimdiki zamanı anlatan öykülerden oluşuyor.
Unutulmuş, kaybedilmiş, hayal kırıklığına uğramış insanların sesinde, ince, duygulu tınılar yerine umudun, neşenin olması öyküleri farklı kılıyor. Yazarın yalın, özgün ve kapalı anlatımdan uzak, derdini kolayca döküveren, özellikle de günlük konuşma dilini çok iyi kullanan anlatım tarzı, basit düşünme biçimleriyle öykü kahramanlarını, son derece gerçek ve sahici kılıyor. Yansıtılan sahnelerin arka planında doğanın hışırtılı, esintili ağaçları da eksik değil.
Son ceviz ağacının gölgesinde, yağmur korkusuyla toplanan kirazların, silkelenen dutlarla birlikte kırgınlıkların, küskünlüklerin de döküldüğü çarşafların atmosferinde gelişen öyküler, doğanın karşısında insanın yaşam mücadelesini, vazgeçmişliğini, kabul etme biçimlerini sorguluyor. Güçlülerin dünyasında kandırılanların, ezilenlerin haklı öfkesinin, nefretinin yanında, ne olursa olsun merhameti elinden bırakmayan kahvecinin yüreği yeniden insanlığımızı düşündürüyor. Bir bardak çay olup içimizi ısıtıyor iyilik.
Öykülerin geneli, kendi yasa ve düzeniyle işleyen kasabalarda geçiyor. Suçların, kanunsuzlukların çabucak örtüldüğü, dosyaların kapatılıverdiği durumlarda vicdan ve adalet gibi varlığı sürekli tartışılan olgular da aslında taşranın koyu çaresizliğine teslim oluyor. Konu ve temanın, genel olduğu kadar günceli de yakalayan bir titizlikle seçimi, diyaloglarla zenginleşip ritmini düşürmeyen öykülere dönüşüyor. Kapatılan fabrikalarla işsiz kalanların bir an önce para kazanma, zengin olma uğruna başlarına gelenlerin anlatıldığı ironik öyküler acıyla gülümsetiyor. Ağır çalışma koşulları altında, emeğinin karşılığını alamayan insansa sonunda yanlışlara sürükleniyor.
Olayların ve kahramanın eşit kurgulandığı öykülerde atmosfer de göz ardı edilmemiş. İlk öykü kitabıyla Fatma Nuran Avcı, öykücülüğümüze gerçekçi ve sağlam bir adım atıyor. Yazar, 2016 Yılında Nilüfer Belediye’sinin Yaşar Kemal Öykü Yarışmasında 1124 öykü arasından “Son Cevizlik” adlı eseriyle birinciliğe layık görülerek başarısının işaretini vermişti.
Değişen, değişirken çürüyüp bozulan geleneksel yaşamın bitmeyen sorguları; ezen ve ezilenlerin, haklı ya da haksız her durumda var olan toplumsal sorunları öykülerin, geçmiş zamanda ya da şimdi’de değil de sonsuz bir boşlukta salındığı izlenimini veriyor. Kenarda, bir başına kalmış, kaybolmuş insanın, acımasız olayların anlatıldığı gerçekçi öykülerin hissettirdiği duygularla yeniden düşünmeli: Vicdan, merhamet, adalet gibi kökü yabancı olan kelimeler gerçekten bizden çok ayrı ve uzağımızda mı?”