11 Ekim 2011 Salı

“YAZ KIRLANGICI OLSAM” / ADİL İZCİ


“YAZ KIRLANGICI OLSAM”

                                                                                                                                     ADİL İZCİ

Ahmet Ada’nın yirmi küsur yıldan beri bildiğim bu dileğini (hem bir kitabının da adı), yinelemediğim bir yaz oldu mu, sanmam. Güzel, heyecan verici, sonsuzluğa vurgulu gür hayaller pek belirgindir o dizelerde de ondan (sanki) her yaz mutlaka bir anımsarım.
            Neler diler hepi topu yirmi yedi dizede Ahmet Ada? Öncelikle biz insanların bin bir türlü tatsızlık ve kötülüğünden kurtulabileceği, iyilikler üzere bir dünyayı… Ardı sıra o eski zamanların, o eski hayatların bugün unutulan güzelliklerini aralar bir bakıma. (Diyelim ki “süreğen gül kokan konaklar”, duruyor mudur yerli yerinde?) Hepsine de büyük bir vefası vardır. Eksik söyledim: Hepsine de gönlünde büyük bir vefa sıcaklığı vardır. Bundan dolayı, ben de hepsini severim o hayallerin ama sanki en güzeline en son sıra gelir: “Yağmur tanesi olana dek uçarken”, “bir yanda nefes nefese bulut”(lar), “bir yanda gönül çelen dünya” ve bunlarla duyduğu o engin var olma sevinci…
            “Ondan (sanki) her yaz mutlaka bir anımsarım.” sözünü öylesine demedim: Ben de özgür bir yaz kırlangıcı olmayı denesem, anılarımdaki kimi evler, bağ evleri, balkonlar elde var bir, gökyüzünün mavi sonsuzluğu ile kırlar, ovalar, ıssız dağlardan daha ötelerine pek gidemem. Hayallerimizi çoğu zaman anılarımız belirler de ondan. Yine hepsinden önce gurbetteki en eski evimizi anımsıyorum: “Hayat”a dönük ön yüzünde, -belki öbür yüzlerinde de- kimisi heliklerin zamanla düşmesiyle, kimisi de kar yağmur sularıyla açılmış epeyce bir oyuk var. Her baharla birlikte sökün eden kırlangıçlar, nasılsa buluyor oraları. Gündüzleri, herhalde yem bulma derdiyle hem var hem yoklar. Fakat akşamüstü ve sonrasında... Gökyüzünün sonsuzluğu, bu saatlerde bir onların. Halleri, birbirine el sürmeden kovalamaca oynamaya da benzer biraz biraz; neyin ardında olduğunu bilemeden bir sonsuzlukta çılgınlar gibi dolanmaya da… Bazen göz yetmez bir hızla yuvalarına girdikleri oluyor olmasına ama hemen geri gökyüzüne… Yerinde bir varsayım mı, bunları yazarken usuma geldi; belki gönülleri o güzelim yaz maviliğinde kaldığı için(di) yuvada duramamaları…
            Bunca zaman sonra anımsaması dünya malı değer: Usul usul maviden laciverte doğru akan o gökyüzü ile oyalanırdım ta uykum gelinceye kadar. “Ta” dediğime aldırmayın; bilemediniz bir iki saat hepsi. Hâlâ bıkmayanları var(dı) ki yıldızlar altında da kanatlarının parıltısı… Yarı aralık gözlerimle bile görürdüm… 
             Bunları böyle iyi kötü anımsıyorum ama hemen hepimizin bildiği yarım bir çanağa benzer yuvalarını hayır! Onlardan sanıyorum yoktu bizim evde. Ya da vardı da o oyukların biraz derinlerinde, göze hemen görünmez yerlerinde… Öyle olmasa buncası gider gider gelir miydi gün boyunca? Neyse, dediğim türden yuvalarını ilk kez bağ evlerinde gördüm diyeyim sözü daha da uzatmadan. Meyve ve nem kokan bağ evlerinde. Yemyeşil dalların arasından bir kanat parıltısı hızla o yöne akınca yuvanın yeri de azıcık belli olurdu. Yeni bir eğlence daha…
            Bu da bunları yazarken usuma geldi: Oncası arasında “bağ kırlangıcı” diye bir türü de var mıdır? Merete Çakmak ile Mary Işın’ın “Anadolu Kuş Adları Sözlüğü”, toplam yirmi beş türünü sıralıyor. Aralarında “dağ kırlangıcı”, “deniz kırlangıcı”, “ev kırlangıcı”, “gülen deniz kırlangıcı”, “iş kırlangıcı”, “kaya kırlangıcı”, “kır kırlangıcı”, “kum kırlangıcı”, “pencere kırlangıcı”, “şehir kırlangıcı” var da merak ettiğim gibi bir türü yok. Demek benim gördüklerimin oralarda dolanmaktan derdi bağların değil, evlerinin sefasını sürmekti. Doğalarına da böylesi uyardı zaten…
            Az öncekiler, adlarını en güzel bulduklarım. Yine de “pencere kırlangıcı” hepsinin önünde duruyor. Bugüne kadar gördün mü derseniz, en eski evimizden söz ederken andıklarım, onlardı tam tamına. Ama asıl vurgulamak istediğim, neden hepsinin önündeler? Bizlere en yakınlık göstereni herhalde bu türüdür diye bir karara varmamdan: Diyelim ki her sessizlikte nice eski zamanları fısıldayan bir ev. Evden de öte bir yer: Güzel hayaller âlemi. Pencerelerinin yukarısına, yani yuvalara geleni gideni… Siz onlara tanıdık, onlar size. Kumrular gibi sokulgan olmasınlar varsın. Arada seslerine kulak vermek bile… Bütün bir gün nerelere gider gider gelirler? Kanatları bunca devinmeden nasıl olur da yorulmaz? Nerelerde eğlenirler? Ne yer ne içerler? Bilebilsem de biraz biraz anlatabilsem… 
            Ne var ki hepi topu bu: Bir havada bir de yuvalarına yıldırım hızıyla yem getirir ve geldikleri gibi dönerken… Bunlardan özge görebildiğim bir halleri olmadı ki söz edeyim. Diyelim “dağ kırlangıcı”, o ıssız dağlarda ne arar? Geceleyin heybetli karanlıktan, rüzgârlı fırtınalı günlerde süreğen uğultudan biz insanlar gibi korkmaz mı? Sabahı nasıl bulur o zaman? “Deniz kırlangıcı”, nerelerde yuvalar, nerelerde geceler, yorgun kanatlarını nasıl dinlendirir? “İş kırlangıcı”, hangi işleri görür? Yoksa yuva kurmada hatırı sayılır bir usta da adı oradan mı geliyor? “Kaya kırlangıcı”, ne arar oralarda, aynı yerde döne dura canı sıkılmaz mı sonunda? “Kır kırlangıcı”na, pek imrendiğimden özge bir diyeceğim yok. Hayatın hakkını en güzel nerede vereceğini biliyor demek. “Kum kırlangıcı”na gelince, adının öyle olmasının mutlaka bir nedeni vardır ama... Bir bilebilsem, bunları ve daha ötelerini ne keyifle anlatırdım. Yazık ki öyledir diyebileceğim yalnızca bu: “Ev kırlangıcı” ile “şehir kırlangıcı”nın “pencere kırlangıcı”ndan herhangi bir ayrımı olmamalı: Hepsi de biz insanlara yakınlığı imliyor ya bir bakıma…
            Bizim ilkyaz ve yaz boyunca gördüklerimiz, sanıyorum öncelikle bu türleri. Kimi metinlerde sözü edilenler de. Diyelim Sait Faik’in “Kırlangıç Yuvasındaki Kadın” öyküsünde. Pek anılmasa da ben severim o öyküyü. Önce olan biteni anlatayım bir; sevgimin nedenini nasılsa belirtirim: Deniz kenarında bir hamal kahvesi… Bahar gelince sobası doğallıkla sökülür ama sahibi kadın, bacasını tıkamaz. Soranlara, “Eli kulağında, neredeyse gelir benim kiracı” der durur. Artık “kiracı” gelmeden önce mi yoksa geldikten sonra mı, orası belirsiz; ola ki sert bir rüzgârla yuva yerinden kopar. El atacak, yuvayı olduğu gibi geri yerine koyacak, üstüne berkitecek iyi insanlar mı yok? Bundan sonrası, Sait Faik’in engin hayal gücüne göredir: Yuvada yalnız o “kiracı kırlangıç” değil, “sabahları gözüken” ve “durmadan, yorulmadan, saatlerce ıslak saman rengi saçlarını tarayan” bir de kadın vardır! Olası yadırgamalara karşı, “Ne zararı var size? Varsın, bir de öylesi bulunsun, hiç değilse bir Abasıyanık yazısında.” der Sait Faik; aynı konuları yazmaktan artık pek usandığını belirterek. Asıl ilginci bundan sonrasıdır: Kırlangıç ile o kadını evli gibi hayale koyulur. Burada fazlaca ayrıntıya girmeyeyim. Geceleri gündüzleri ile, rüzgârlı yağmurlu dönemleri ile bu yakınlığı anlatır da anlatır. Bir ara üsteler; simge falan değildir ikisi de! Yani neyseler, o! Sonra yeniden sanatının sıkıntılarından, boyuna insanları yazmanın usancından dem vurur. Öyle bir öykü yazmalı ki hem konusu yeni olsun; hem de söz verilen “yirmi beş papel”i getirsin. Eve gelir, odasına kapanır ama “yazmanın mümkünü yok”tur. Adını “Kırlangıç Yuvasındaki Kadın” koyduğu öyküyü bir de orada denemek üzere o kahveye gider. Kalabalık, kâğıt oyununun dalgınlığındadır. Sait Faik, tavana yakın yuvaya, “sahiden bir kadın var mıdır diye” bakar durur: Bir görünse de öyküsünün ardını getirse! Ama beklediği olmaz. Üstelik yuvanın ağzı kapkaranlıktır! Kahveci kadından kırlangıcın iki yıldır gelmediğini öğrenince birden ayırtına varır: Yalnız o değildir iki yıldır görünmeyen: Zeynel Efendi, Celal, Hasan Efendi, Apostol da! Çayın da o zamandan beri eski tadı yoktur ya!      
            Öyküyü öncelikle bundan severim: Kuşlarla -burada kırlangıçlarla- birlikte ömür sürmenin güzelliğini yenileyin duyurmasından. Nelere yaramaz ki bu birliktelik? Hepsinden önce ılık bir duygu olur insanın benliğinde. Sait Faik’in hayallerini azıcık bir yana bırakalım da öyle sürdürelim: Diyelim ki siz de o kahve halkındansınız. Söz, sohbet… artık her neyse, ara sıra yavruların sesiyle kesiliveriyor. Geçiveren bir kanat parıltısı… Girdiğini yine göremediniz… “Torunların” diyor birisi, tavla oynadığına, “torunların büyüyor; ha bugün ha yarın!” O âna, o ilk kanatlanma ânına rast gelmek; usunda o dönüyor. Görebilmek ve “Çok şükür, işte bunlar da!” diyebilmek… Yalnız onun değil, hepsinin… Kahve yine aynı deniz kenarı kahve olsun da önünde bir de asma var edelim: İyilikler üzere büyüdüğünden böylesine gür. Kahve halkı, özellikle ikindileri altına yığılıyor. Radyoda alaturka, o cânım alaturka… Uzak, sonsuzluk kadar uzak bir rüyanın derinliğinden seslendiğimin elbette ayrımındayım: Hepsi de Ziya Osman Saba ayarında insanlar… Temiz, tertemiz birer tinle bugünlere kadar… Öyle ki bir gün ömür defterleri kapanırken duyarlarsa sadece bunu duyacaklar: Dünyamıza doyamamanın kederini… Ama o konular orada dursun da biz bugüne bakalım: Alaturka henüz sürüyor. İçeride doymak bilmeyen kırlangıç yavruları, asmada kikirik serçeler… Hemen bir iki adım ileride aydınlık bir deniz, ötede aynı aydınlıkta bir yaz göğü… İnsana gücünün sınırlarını oracıkta unutturan ve koca bir sevgiyle kucakla(n)mak isteği veren yaz göğü…
            Artık sorabilirim: Böylesine süreğen bir öyküyü nasıl sevmeyeyim? Bu arada “Bir İlkbahar Hikâyesi”ni de anmalıyım ama onun yalnızca bir yerinde kırlangıç parıltısı görülür. Yok, öyküden özellikle kahveyi sevdinizse de, hele ilk paragrafı ve ardı ile “Mahalle Kahvesi” var. Burgaz’dakiler var. Daha neler neler bulurum. Sait Faik olsun da hangisi olursa olsun; insan okumaya ve hayallerde yitmeye doyamaz… 
            Belleğimi uzun bir süre yoklayınca, kırlangıçlarla ilgili -elbet benim gördüğüm, okuduğum- en vurucu yazıyı Güngör Tekçe’nin yazdığı sonucuna varıyorum. Yazar, çocukluğuna ve ilk gençliğine ilişkin nice anıyı “Zâfir Konağında Bir Tuhaf Zaman” kitabında olağanüstü güzel bir dille anlatır. Biliyorum, azıcık bile dokunmayı denesem, özünü zedelerim kitapta yer alan bu büyülü yazının. En iyisi, sözü olduğu gibi yazarına bırakmak:
            “Orta katta her şey fıstıki makam seyrederdi. Sabah-ı şerifler hayırlı olsun! Günaydın, derdim. Duymazdan gelirlerdi. Yüz yıllık selamlamaya yanıt mıydı ‘Günaydın’? Derken dakikalar sakızla çekilir gibi birbirine eklenirdi. Ağır, ağdalı. Yüzler uzardı, gölgeler uzardı. Biz kardeş çocukları güler, oynardık. Onlarsa uzaktan bir görüntüye bakar gibi bakarlardı. Sonbaharın son günleriydi. Kasvetli günlerin başındaydık. Bir öğleden sonra, konsol uykusuna doyamamış, şezlong kaykılmış, divan yayılmış, ortadaki masa bacaklarını uzatmışken bir kanat sesi yırtıp geçti sessizliği. Önce bir kıpırdanma, sonra küçükten devinmeler, birbirine ‘ne oldu’lar, ‘kim geçti’ler… sonra yine sessizlik. Herkes köşesine çekilmek üzereyken başımızdan fırdolayı bir kırlangıç; sürüsünü kaçırmış, eve dalmış, daldığı deliği unutmuş, deli gibi ordan oraya bir kırlangıç. Koşturdular, kapıları, pencereleri açtılar, herkes bildiği dilden (nasıl seslenilirse kırlangıca?) seslendi, yerinden besmeleyle kalkan yaşlı başlı insanlar seferberliğe çağrılmışlar gibi durumdan görev çıkardılar, öyle bir tarraka koptu ki evde, pireler bile uyanmışlardır… Yine de çıkaramadılar kırlangıcı. Saatler geçti, akşam yemekleri yendi, -hiç öyle bir âdet yoktu ama- çaylar pişirildi, büyük saat gece yarısını vurdu… Hiç kimse bir diğerine söylemiyordu ama herkes kuşun kurtulmasını bekliyordu. Bir süredir ses kesilmişti, ola ki… gerçekten yaşlılar öne doğru eğilmeye başlamışken birden ok gibi fırlayıp dönmeye başladı. Sanki bizden bir şey istiyordu. Neden hiç kimse akıl edememişti? Dayımın küçük kızı koştu, bir kap aldı, içine su koydu, köşeye bıraktı. Kırlangıç indi, bir süre bakındı, bizden bir zarar gelir mi, baktı ki hiç kıpırdamıyoruz yerimizden, yumuldu, kana kana içti, havalandı ve kayboldu.
            İşte bir kuş, bir kırlangıç, tam da kışa girerken, evin üstündeki ölü toprağını silkelemişti. Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Lütfiye Hanım ortalıktan kayboldu, biraz sonra oflaya puflaya basamaklardan indi, kucağında kırk yıl önce bıraktığı kemanını taşıyordu. Kutusunun tozlarını özenle sildi, çıkarttı ve kırk yıl önce çaldığı son parçayı çalmaya başladı. Suat Hanım abisinin yardımıyla kalktı, neredeyse yerini unuttuğu piyanosunun başına geçti. Sait Bey kalp ilaçlarını almadı, üstelediler, bu gece iyiyim, dedi. Büyükbabam büfenin üzerindeki camekânı açtı, Abdülhamid döneminden kalma altıpatlarını çıkardı, temizledi. Sevgili karısı Safiye Hanım (annemin üvey annesi) o saatte üşenmedi, topik yapmaya başladı. (Ermeniydi ya.)
            Yahya Kemal’in miydi: ‘Bir tel kopar, ahenk ebediyen kesilir.’ Ama gördüm: Bir tel koptu, ahenk ebediyen kuruldu.” 
            Sanki ben de o konaktaydım; sanki ben de bütün o olan bitenleri böyle yakından gördüm. Hatta daha ötesini bile: Gece karanlığına fırlayan kırlangıç, sürüsünü -o güzelim parıltı öbeğini!- tez elden buldu ve aralarına sağ salim katıldı...
            Sonra buna kafa yordum bir zaman: Bütün bir konak halkını seferber eden ne olabilirdi? Evleri, dükkânları, bacaları, pencereleri… yurt edinecek kadar yakınımıza sokulsalar da öyle gözle görülür bir dostluk olmaz aramızda. Ama neden belirgin bir sevgi duyarız? Herhalde yuva kurdukları yerlere bir canlılık katmalarını, oralarda kendi hallerinde, kimseye bir zararları dokunmadan ömür sürmelerini severiz. Hem esirgemek mutlu eder ya bizi? Kalabalık, bana kalırsa bunlar ve benzeri iyicil duygularla didindi durdu. Ardı sıra o umulmadık devinimin nedeni de darda kalana yardım edebilmenin sevinciydi elbette…
            Hayır, hepi topu bu kadarcık değil; güzel bir iki duygu daha var ama nasıl derler toparlayabilirim onları ben? Yine de bir deneyeyim: Rüzgârlı zamanlardı o kırlangıcın getirdiği: Eski, en eski hallerine, henüz parmak kadar oldukları hallerine doğru zamanlar… İlkyazların, yazların esenliği, ılık gölgeler, ıtırlı kokular, göz kırpan gökyüzleri… Onlarda da cıvıl cıvıl bir yeğnilik: Hayatın yalnızca gülümsemesi…
            Yerinde hayaller midir bunlar, bilemem. Yazarın anısını okurken sanki ben de o konakta, o ömrünün son demlerinde(ki) insanlardan biriydim ve bu rüyayı da görüverdim…
            Öbürleri de birer rüyaydı ya aslında: En eski evimizdeki, kimi tanıdıkların bağ evlerindeki yuvaları; annemin –bir ikisinde babamın- dizinden, bazen kendi kendime bir minderden sırtımüstü onları, gökyüzünü seyretmelerim… Hatta bu da: Sılada, baba evinde annemin sesiyle uyandığım bir yaz sabahı: Kanadı kırık gibi ama bırakmıyor ki durumunu tam anlayalım. Gözlerinde ipiri bir korku. Bir bilebilse bizi, rahatlayacak. Öyle mi böyle mi derken fırladı ve gözden yitiverdiydi…  
            Bu son yıllar, ancak Ege kıyılarında görüyorum. Hem ne kadar bol: Sürüsüne bereket! Bir “aile” de bakkal dükkânını yeğliyor ısrarla. Bu dediğimde elbette bir tuhaflık yok. Ama her yere, diyelim florasan lambasına da yuva yapılmaz! Yani bana göre yapılmaz! Ne var ki bir deneyim kazandım gitgide: Usumun ermediği herhangi bir konuda “onların da bir bildikleri vardır herhalde!” demekle yetiniyorum. Nitekim hazırdaki ekmek kırıntıları uğruna mı (onlarla beslenmezler ki!), yoksa gelen giden birileri olmadığı zamanlar bakkalın yalnızlıktan canı sıkılmasın diye mi türünden birtakım varsayımlar ileri sürmüyorum bu kez!
            Bakkala uzaklığımız nedir ki? Ama eve, komşu evlere bir tek gönül indireni yok. Varsa da ben göremedim henüz. Canları sağ olsun! Kasaba merkezinde neredeyse adımda bir rast geliyorum nasılsa. Oralarda birini bekliyor görünerek azıcık oyalanıyor; canıma can katıyorum pek iyi. Ellerim belimin üstüne bağlı, seyrederken, hele yuva yapmaktaki ustalıklarına bir daha hayran kalırken halime gülüyorlar mı, bilemiyorum. Gülüyorlarsa da pek sevinirim aslında: Dünyamız, bu güzelim dünyamız, kimlere fani değil? Sonunda ne onlar ne de ben… İyisi mi…


KILAVUZLAR:

Ahmet Ada, Acıyla Akran, Ankara, 1983, Dayanışma Yayınları
Güngör Tekçe, Zâfir Konağında Bir Tuhaf Zaman, İstanbul, Nisan 2007, Yapı Kredi Yayınları
Merete Çakmak – Mary Işın, Anadolu Kuş Adları Sözlüğü, İstanbul, Eylül 2005, Kitap Yayınevi
Sait Faik, Mahalle Kahvesi, İstanbul, Ekim 2002, Yapı Kredi Yayınları
Sait Faik, Son Kuşlar, İstanbul, Ekim 2002, Yapı Kredi Yayınları

Gösteri dergisi, Ekim – Kasım – Aralık 2010, Sayı: 302

* Yazı Adil İzci'nin izniyle yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok: