25 Ocak 2014 Cumartesi

MÜŞTEHİR KARAKAYA




      (1 Şubat 1962, Oğlakkaya Köyü, Bulanık / Muş - )


      Fatma Hanım ile Mehmet Arif Karakaya’nın oğlu. İlk ve orta tahsilini Muş, İstanbul ve Patnos'ta tamamladı. AÖF İktisat Bölümünde okudu. Mavera dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yaptı (1988). Arkadaşlarıyla Dava dergisini çıkardı (1989) ve yayın müdürlüğünü yürüttü. Bu Meydan dergisinde çalıştı. Arkadaşlarıyla Kardelen dergisini kurdu (1990-1994, 36 sayı) 1995 yılında Van'a yerleşti. Van'da arkadaşlarıyla haftalık Anadolu'nun Sesi ve Gündemde Van gazeteleriyle aylık Hazan dergisini (1990-1991, 13 sayı), 2007 yılında Vefa Taşdelen ile birlikte Beyaz Gemi kültür ve sanat dergisini yayınladı. Van’da ve ülkenin her bir yerinde çıkan sanat, edebiyat, kültür dergilerine katkı sundu, sunmaya devam ediyor. Van Belediyesinin basın-yayın danışmanlığında bulundu. Van’da yaşıyor.
       Şiirleri, öyküleri, yazıları ve söyleşileri Akatalpa, Beyaz Gemi, Bilge Adamlar, Birnokta, Bu Meydan, Buruciye Edebiyat, Değirmen, Dil ve Edebiyat, Girişim, Harman, Hayal Bilgisi, Hazan, İkindi Yazıları, İmza, İnceeleyen, İslami Edebiyat, İstanbul Bir Nokta, Kardelen Kitap Dergisi, Kırağı, Kırkanbar, Kül, Mor Taka, Seyir, Yedi İklim, Yeni Zaman, Yolcu gibi dergilerde yayımlandı.
Ödülleri:
Yapıtları:
Şiir Kitapları:
& Kerbela Ey Kerbela (1989)
& Oralarda Bir Yerde Yüreğimi Bırakıp Gelmiştim (1990)
& İstanbul Sokakları (1993)
& Ebced (1995)
& Epopeler (1996)
& Kır Çiçeklerinin Ağıtı (1997, Beyan Yayınları, İst., 56 s.)
& Gece Sağanakları - Bütün Şiirleri (2000, Erguvan Yayınları, İst., 334 s.)
& Yalnızlık Gridir Biraz (2003)
& Düşlerden Aldım Adımı (2010)
& Zaman Gergefinde Kitabeler – Toplu Şiirler (İlk dokuz kitap bir arada; 2013, Aramis Yayınevi, İst., 408 s.)
& Canana Şiirler (2014, Aramis Yayınevi, İst., 64 s.)
       Öykü Kitapları:
& Burada Deniz Vurgun (1993, İlke Yayıncılık, İst., 120 s.)
& Üç Yağmur Masalı (1999, İlke Yayıncılık, İst., 88 s.)
& İçinde Eylül Biriktiren Kadın (2012)
& Düş Zamanı Öyküleri (2015, Aramis Yayınevi, İst., 160 s.)
       Romanları:
& Mazlum Halepçe (1991, 4. Baskı: 2007)
& Ay Karanlıktı (1993)
& Yurdunu Arayan Ölüm (1994, İlke Yayıncılık, İst., 189 s.)
& Savunma (1995, İlke Yayıncılık, İst., 208 s.)
& Tuşba’nın İncisi Semiramis (2012, Aramis Yayınevi, İst., 288 s.)
& Tuşba Yolunda (2014, Aramis Yayınevi, İst., 144 s.)
       Deneme Kitapları:
& Bilgenin Günlüğü (2011)
& Dokunmadan Geçemediğim (1990)
& Erguvani Yazılar (2005, Gündönümü Yayınları, İst., 80 s.)
& Bilgenin Günlüğü (2011, Beyaz Gemi Kitaplığı)
& Şuuraltı Notları (2015, Aramis Yayınevi, İst., 72 s,)
       Çocuk Kitapları:
& Kırmızı Gül (1997, Nehir Yayınları, 64 s.)
& Çocuk, Hüzün ve Ölüm (1997, Nehir Yayınları, 64 s.)
& Ay Bölündüğü Gece (1997, Nehir Yayınları, İst., 64 s.)
& Irmak (1997, Nehir Yayınları, 64 s.)
& Düşlerin Kıyısına (1997, Nehir Yayınları, 96 s.)
       Katkıda Bulunduğu Kitaplar:
& Kırk Öykü – Öykü Seçkisi (Hazırlayan: Murat Soyak; Roza Yayınları, İst., 211 s.)
Hakkında Yazılan Yazılardan Alıntılar:
/  “Adı ‘Zaman Gergefinde Kitabeler’, altbaşlığı toplu şiirler olsa da kalbî şairim Müştehir Karakaya’nın yazdığı/yaptığı her şiir ilk, her şiir haritadaki bahar gibi yeni: “bakma kıyılarına dicle’nin kanı kaynar/fırat desen içmişçesine bir ana yüreğini!” Şiir ki, dünyanın öteki adı.”
Hüseyin Alemdar

Şiir Hakkındaki Düşünceleri:

ü  Şair ve şiire dair....

       Vuslatın olmadığı her yerde acaba aşk mı vardır, bilemem...
       Bir yerlerde yüreğimi, bir denizde umutlarımı, bir sokakta gözlerimi, bir bahçede güllerimi bırakmasaydım acaba şair olur muydum? Belki. Ama aşk olmasa insanın ne değeri kalır?
       Aşk, acı, dava ve şiir...
       Kimi şairler vardır ki, bunların hepsiyle gurur duyar, kimisi aşk ve acıyla... Kimisinde de şiir ve aşk var ama acı yok... “Aşk, hiç bir zaman pişman olmamaktır.” diyorlar.
       Dava; ölüme kadar mücadele etmektir. Şiir ise, şairin söylediği şey...
       Sanat cevherdir, ağrazla örtülmesine, süslenmesine ihtiyacı yoktur.
       Şehirlerde yaşayan bir dağ çocuğuyum. Üzerimden dağlı elbiseleri henüz sıyıramadım. Onun için üşürken kır çiçekleri gibi üşüyorum.
       Şiiri kaf dağının ardında aramaya gerek yok, şiir gönlümüzün derinliklerinde bir yerde gizlidir, burada arayalım. Onu kalıplarının içinde bulamayanlar zümrüd ü ankaya da binseler, çin ü maçin’e de gitseler bulamazlar.
       Yaşasın delilik. Ancak bir deli denizi göğsünde tutabilir, güneşe eliyle dokunabilir, şehirlere inat dağlara tırmanabilir, ormanın derinliklerinde kaybolabilir, yıldızları tek tek sayabilir, mehtabı gökten indirebilir.
       Her zaman derim:
       Üç önemli ögeyi ruhunda taşıyan şairdir:
       -Biri, Tanrı vergisi bir yetenek, yani ilham...yani cevher, yani töz...
       -İkincisi; aşk... yani şevk, arzu, istek, azim...
       -Üçüncüsü; bilgi birikimi, kültür ve tecrübe...
       Şiir; insana bilgi sunmaz, matematik kuralı değil, deneyle çözülmez...Çünkü kesin yargıdan ve tarihi olayları vermekten uzaktır. Kimseyi ne dine, ne coğrafyaya, ne tarihe, ne felsefeye çağırır..."
Şiirlerinden Seçmeler:

BİN UÇURUM BİN ANKA

uzak bir adamın içinde bin anka
bin yangın bin varoluş bin tezat
bin dünya bin dünyaya yetecek kadar
yarına çıkarsa çatlayan nefes
akıllı bir kadının gözlerinde fer olur

varolan ve varolacağını bildiği her şey
onu kaybetmektir korkunun
en acı yanı
bir gülün ensesindeki heves
çaresiz bir dağa yaslanmaktır
sen susarsan kem gözlere yarar bu
konuşursan varlığımın ilhamı
ve sen ellerinle gülen kadın
öksüzlüğüme vereceğin kanatla
uçar gideriz ya varılmaz kaf dağına

bir ipte iki cambaz
biliriz de bu sözü
ikiden iki çıksa bir kalır
bir duvarı yıkmadan diğerine yaslanmak
yazgısı en gaddar adamın
boynundaki yağlı ilmektir
bir ankayı uçurmak yıldızlara çıkmaktır
ay döner sarmaşıkla
güneş bakarsın tutar dağları eritir

içimde yarım kalmış ağıtı kime yaksam
dili tutulur
bir gölgenin hatırı
bin yıl çıkmaz demişler
içimiz ateşlense yanan yer dilimizdir
çürük meyveler gibi dudağımda bir nasır
kessem koparsam naçar
can kuşuma dokunur

bana sokağın türküsünü söyle şimdi
bin uçurum bu yanımda göverir
inandım kadının içinde ışık
meyledilen bir anka yarasıdır
şehri küskün adımlarla öptüm
sağ yanağım yoruldu sol kanadım kırılır
vur beni öldür beni
korktuğun su sesinden
bin kere gel iç beni
ben bugün isyanımı
çatlamış nar kabuğuna saklasam
tarifi iflah olan bin neşter vur
her anım çatlamış bir tay
ayaklarımın battığı balçık

nurunla boğ beni nurunla çoğalt
gülüşün bir ordu su başlarında
sekerek atladığım bin dağ
buğday sarısı bin başak
değerse nefesim nefesine
o zaman inan
korkmayacağım

bu çıplak seherlerde öten her kuş
diyor kim vursa bir daha ölmeyeceğim

28 mart 2012
Müştehir Karakaya

ÇİZ / İK

güller dökülüyor kalemimden yâr
çiçek alır mısın ellilik gülzâr

beklediğim yollar hamal bohçası
boyalı fırçalar renkli kokular

çizmek için acının her resmini
en kalın yanıyla bir zeytin bir nar

dişleri beyaz bir gelinciktir yaşam
şehrin ortasında yorgun bir duvar

gecelerin yollarını biriktiriyorum
yüzüm çizik bir merminin yivinde karar

sırlarımı dökerken vurmalı mıdır
bir kadının ayak bileklerindeki kar

uzansan ellerini üşütür yağmur
sığmaz yağmurlarım odalar çok dar

Müştehir Karakaya

DEDİLER

şansımı bir yol kenarında buldum
aşkın hârına dal da gel dediler

göz gözü görmedi, balık ağa takıldı
bir elifin kâmetini yor da gel dediler

karanlık kuytu, geceler hep biçare
ak koyunun sütünü sağ da gel dediler

beni yoran âh, ellerin beyazlığı
yürek yangınını kor da gel dediler

nasibim yok dergâhda yüzüm bulanık
dön geriden günahını sor da gel dediler

can çekişir uzuvlarım bahtım kapı kilidi
ölümlüsün, ecelini al da gel dediler

biçareyim dilim yoktur sormaya ah edeyim
bir zincirin halkasına sar da gel dediler

Aralık 2002
Müştehir Karakaya

ELLİNCİ BASAMAK

ey elli yaşımın hergelesi
bir sahte mutluluk neyine gerek
hani uçuktun kaçıktın ufacıktın
dört uzun geceden nergis kopararaktan
şehirleri dürttün tozuttun
üzerine buz örttün aldığın yaraların
temmuzlarda dondun / aralıklarda ayıldın
bir gülücükken sevdan küçücük
öldürdün yemyeşil vahalarda
sevimsiz gölgelerin içindeki ateşi
tuttun bir öpücükle
derin kuyulara attın

gel bu yaşın sırlarını
ince bir urgana un diye serpelim
geçmişten gelen onaltıyı çıkaralım
onbeşi de dişleri beyaz kuşlara olsun
kalan ondokuzundan onunu kurt kaptı
üçünü de bir yaraya sarıp sarmaladılar
ikisi darı ambarına dadanan
sersem bir tavuğun düşleri gibi
dünya ve ahret arası bir şey
ikisi yek ile yeksan
yeni bir dünya sanılan
geri kalan ikisi

bakarken elleri namlu adamların kurduğu pusu
bir apolet savaşına karşı dik ve mağrur
yıkılmış kaşlarla ama maviyi de siyaha örterek
birbuçuk demirle gevşek ellerine vurdun

yarım asırlık hürriyetimi yırttım
ne ruhum bir vatan
ne beyaz haberlerimin habercileri
mağara gölgelerinde mesken artık
şıktım şımarıktım apak sayfalar
sıcak bir somun görseydim baygınlık
tuttum bütün gölgelerimi duvara astım
tepeden tırnağa kahırla gamla
doruktan aşağı yuvarlayarak
yılların kamburunu ata ata
kapkara bir çerçeve yarattım

işte öyle oldu dün ile bugün
yarın altın saçlı güneşe sarılsam da
üşürüm
bir gizem saklıdır içinde bunun
yapraklarında ayrılık rüzgarı bir ağaç
köpükleri donmuş maziden bir nehir
buz dağlarında nice ninniler besteleyen okyanus
sabahtır akşamdır
hangi vakittir bilinmez
bilinmez böyle oldu
dün sağanak yağmurdu
bugün bulut

2 kasım 2012
gecenin sesi uykularımı bölüyor
mutluluğun son deminde uyanıyorum
ben sustukça isyan çıkıyor, sadece: isyan!

Müştehir Karakaya

GECENİN İÇİNDEN GELEN PERİ

I
çizmelerini parlatıyordu bir peri
gecenin içinden gelerek
deştikçe derinleşen onulmaz bir yaranın
hıncını çıkarıyorken benden
sürmeli bir dolunay
beklemenin afetini tekrar yaşamak adına
bir panayır yerine dönerken dünya
dünya ve dolunayın sürmeli saçları

kime geçerse geçsin şölen sırası
ben yine bir söylev çekerim
benim sıram geçer
olgun yemişler sunarken cariyeler
meyler, şaraplar dökülürken yerlere
susmazken sabaha dek
sazendelerin sazları
gecenin içinden gelen peri
çizmelerini parlatıyordu

sessizlik dil yarası
kabuslarla biten geceler sonu
hıncahınç gözlerimin yasını kimse tutmaz
sana adaklar adayayım tanrım
beni yaralama
bir yanardağ gibi fışkırsın
bırakma serin yaz akşamlarına
içimdeki kini
şehrin kapılarında sessizlik celladım
söz atlılarını tepelemekte
vakit onulmaz bir çıban gibi
fildişi kadehlerden saçtı üzüm sularını
toplamaya durmuş sakiler
benden bihaber
sessizlik bendini aşayım derken
ayak sesimi içime gömmekteyim
tanrım biliyorsun ya
bir ihanet sızısıdır sessizliğim

II
her yanıyla sarhoş bu gece
cümbüşün tam ortasında
kıvrılıyor ateş topu
gecelerimin acı sevgilisi sürmeli ay hey
ondördünde bir gelin
saçlarını örünce ne güzel örüyor
şüphesi kol geziyor içimde bir fahişe
derdimi bin parçaya bölmüşüm
kinimi
mavi bakışlı bir ihanete bağışlamışım
rabbim dilerse bu gece
içimi dökmeliyim
kelamın kadrini bilene bilemişim

tufanın bir nuh'u beklediği kesin
içimde debelenen herbiri bir çift hayvan
nefsimin azgınıdır kudurtur canetimi
depderin bir kuyunun keskin taşları
çıkrığın kemendini kemiredursun
düşlerimde bir kurşun
vurulurken ansızın
geceden gelen peri

gecenin düşleri arsız
şüphe kurdu dişlerken bedenimi
beni aklımın çukurunda boğan
kahpe bir yanılgıdan korkarım

III
kızınca ter basıyor gözlerimi
hayat iksiri bir tramplen canbazı
hop kaldırıp hop indiriyor
arenanın tam ortasında
ne zaman ayak izlerini sürsem bir dervişin
sonunda bir işret kapısına dayanıyor
ihanetim hey
sen geliyorsun ve beni hançerliyorsun

bir kanser virüsü yiyip bitiriyor
ruhumun son yarısını
bir ismail kimsesizliği benimkisi
ya da bir ibrahim babalığı ferasetin
cürmüm, hayretim ve sarhoşluğum
benden bir bedel arzula
beni ye, beni bitir
beni yeniden doğur
beni yorgun bir kral yap

IV
kabuslar böledursun uykularımı sabaha dek
ısırgan kaygılarımı elevermenin
beni kurtaracağını kim bilebilir
ihanet beni boğuyorsa
bir bakışın ayrımına vur
kul köle et
vur ki suskunluğum bozulsun
ya beni azat et
ya öldür beni

tanrım beni bağışla
günahım sadece seni yadsımak değil
can kafesim cenderesinde isyanın
bir şahin pençesi gibi
ruhumu kapan bir ölümsüzlük isteği
senin üflediğin nefes
ve balçıktan inşa ettiğin bedenim
ancak öfkemin galip gelmesine razı
bu büyük suçsa şayet
kahredici azapları hakettim
gecenin içinden gelen peri
suskunluğumu bozmayacaksa eğer
büyük günah işledim

tanrım bağışla sözlerimi
ya beni azat et
ya öldür beni

mart '2000
Müştehir Karakaya

İÇİMDEKİ ŞEHRİ YAKTIĞIMDA NİSAN DEĞİLDİ

içimdeki şehri yıktığında
nisan değildi, biliyorum
bir yağmuru çok çok
damdaki kediler sevmez
cehennem olsa iki yanımız
içimizdeki cennete koşalım
ah ne olacak bu üçü/lem
sol yanında sancı var
sağ yanına dön de gel

içimdeki şehri yaktığında
nisan değildi, biliyorum
ölümü ve aşkı
öper gibi gel büyütelim
yorgun bedenlere sığınan gece
ikilemi şüphesiz canla cananın
iğne deliğine zamanın
kalın bir ip geçirmektir asıl hüner
elini uzattığın elin kolları kesik
bana dönsen
uçurumdur her yanım

içimdeki şehri yokladığında
nisan değildi, biliyorum
bu çıbanı kanatırsan
aynı ruhun elemini duyarsın
akıldan akıla yol varsa eğer
çok yağmurlar yağar
sen bu aşkın tarifinde var isen
iki de bir, üçü de bir
altı da bir, onu da
belki yoktur yüreğinde bir tufan
ancak gerçek
kor teninde yol olur

Nisan 2009
Müştehir Karakaya

İSTANBUL’A KAR DÜŞÜ

istanbul'a kar yağıyor hey hey hey
tramvay vagonunda gençkız gülümsemeleri
el sallıyor bir kadın sevincinde geç kalmış
ağaçların ak düşen saçlarına bakıyor
garip bir adam başı koynuna sokuluyor
açmış kulaklarını tomurcuk göğüslere hey hey hey
istanbul'a kar yağıyor

sülük gibi yapışkan çamur
saldırıyor paçalarıma
topkapı'nın arka sokaklarında
hey hey hey
bu ne biçim istanbul
soğuk ve ayaz bir yüzü var herkesin
gülümseyen kar gibi gülümsüyor

soğuk kulağıma değiyor jilet gibi
gri bir tonda seyrediyor kar
kirli bir el yapışıyor martılara
aman diyor çocuklu bir kadın
martılar kirlenmiş sahil bekçilerinden
kar yağsa sıcak sıcak
martıları sonunda seveceğim
kubbelerde bir duman grileşiyor

istanbul'a kar yağıyor hey hey hey
kalleş bir soğuk koynumda oynaşıyor
dokunuyor zarif parmakçıklar tuşlarıma
bir gençkızın elleri gözlerinden serindir
evinden etmiştir kesin bir adamın nabzını
boynundaki salıncakta sallıyor
kendini asınca yüksek binalar
böyle zulüm görmedi istanbul ayakları

burda insem ne çıkar araçlar sele teslim
ya topkapı burası, ya da ben görmüyorum
kızın elleri nemli saçını kaşımaktan
incitiyor etimi kırağı tutmuş eller
bıçak gibi kesiyor soğuğun keskin eli
ağaçlar yorgun argın
karbeyaz sevişiyor
istanbul'a kar yağıyor
hey hey hey

topkapı sur içinde bir çay içesim
naylon duvarlı çayevinde
garson kızın eli ince belli
çay gece kadar karanlık
otel odaları kadar duyarlı
kadın pazarlayan adam beni polis sanıyor
odam soğuyor kokular arasında
bu böyle yazılmıştır istanbul'un kaderi
istanbul'a kar yağıyor hey hey hey

yetim kalan bir çocuk gibi üşüyor şehir
yorgun kaldırımlarda ayaklarım da yorgun
içimden dağlıyorlar bin parçayım hey hey hey
beni polis sanıyor böyle adam hey hey hey
kimse aldırmıyor sigara dumanına
naylon duvarlarından sır dökülüyor hey hey hey
topkapı sur içinde bir kadın satılıyor
uzuvlarım kangren otel odalarında
istanbul'a kar yağıyor hey hey hey

bu sabah üsküdür'da ayıldım ışıklarla
bir adamın sırtında deniz dalgası vardı
sabah sabah bir ayyaş denize küsüyordu
analar saçlarından yağmuru tarıyordu

Ocak 2004
Müştehir Karakaya

KIŞ ÜŞÜMESİ

bulutum ol gölgelendir
yağmurum ol yağ bana
kıpkızıl bir rüzgar ol es
içimizde ayıklanmamış tortular
penceremize konan kuşlar
ve ardında kış üşür
“yağmur yağmuru yudumluyor”
diyor kızıl bir kadın
tenha bir şafaktır gözümüzü yuman

içindeki acıdan biraz da bana içir
gözlerinden bir damla
yaş akıtsan kalbime
elif, lam ve ateş
her suyun akışındaki lezzet
notaları sökülmüş bir dize kan bırakır

“sıkıl ey ruhum, (belki) açılırsın!”
bir notadan parçalanır yüreğim
asi bir göz kırpmasıdır şimdi ölüm
karbeyaz bir sevişmedir
bir adam ki saatinin yelkovanını
coşkusundan
alnındaki biriken terde unutur
habire yağmur yağar üstüne
habire ağlar
birileri mutlu olsun diye
bir de görür ki bu kuş
bir bulutun gölgesine sığınır

kardığım tüm renklerin
alıcıları bitti
şimdi ben yağmurumu
bir nimpanın nergisde açan
sarı yaprağına bıraksam
kimbilir hangi deniz
suyunu yutuverir
bir poyraz bu bulutu dağıtınca anladım
başımda kış sesi var
doğarken aynı zaman
her bir yaz’da ölmüşüm

Şubat 2010
Müştehir Karakaya

KÖREBE

uzaktan bakınca biz
iki i ve iki eyiz
yakından ölümlüyüz aynı kaptan içince
süslerimi takındım takıştırdım
biz uzaktan bakınca
gözü kör olmuş ayız

hanidir görkeminden ilenç olmuş körebe
bir akşam ağlamaklı
böldü sesimi sesi / biz
iki eden birini kucağına doldurdum
beni vurdu da temmuz
ayırdım eksenimi sesler sesleri biçti
biz uzaktan bakınca
bir dirhem bir çekirdek
bizi bağlayan şeyse
tanrının kol düğmesi

biz aynadan bakınca
kör olmuş bebeleriz

Akatalpa, Sayı: 162, Haziran 2013
Müştehir Karakaya

OTUZ ANKAYA OTUZÜÇ ADIM

bildim ki
içimde yara alan ankalar var
tutuşturarak dibimizdeki teleği
kol düğmelerini yuttu büyük ejderha
naçarım mecal yok yola çıkmaya
kırık dökük gök merdivenlerini

otuz anka için otuzüç adım
sayarken dilime yılanlar soktu
bedenimdeki taşlar misket bombası
elimde darası düşük ince ayar
yoğurduğum kan ve irin
belamı verdi
bildim ki
bütün kuşlar yalan
bütün elbiseler kirli

sahibimin atını yel vurdu
toz duman içinde bayıldı gelin
şirindi elmanın kurdu
beni boğazlayan
bir anka vadide gözünü yumdu

beş kurşun atımlık hedefim mi var
senden bana gelen kırmızı oluk
sahibim kendini ilk önce vurdu
atladım sonrası anka sırtından
bütün ezberlerim piç
bildim ki
eskici yüküydü talan

bütün sihirleri iptal ettim
iki yolun tam ortasındakileri
çünkü ben
kendine zararlı her putun düşmanıyım
bir anka candan içse
candan geçer bin adım
artakalan sofradan yiyen bir saraylıyım
şiirlerdir servetim dünyada kalan malım
her birini bir ankanın
teleğiyle yazdıradurur Allah
doğunun da batının da sahibi o
ikisinin arasında ben adım adım

bildim ki
hiç olmayacak artık
iki dünyası da kararmış
ak karganın çamurlu sularda yürüyüşü
hiç uçak kalkmayacak fezaya
ellerinin sihri
diz kapaklarımı yoklamayacak
politan bir şehrin yüz güzelleri
aynalarını gölgeme sinmiş ağaçla kıracaklar
hiç gelmeyecek mavilim mavişelim
çiçeklerimin her gün öldüğünü gördüler
adımımı saysalar dörtyüzkırkdört
diğer bir anlamın adıdır kimdir adım
kadim bir gelenekten kehanetle ördüler

sen kırmızı bildin mi
al giyinmiş tenine lacivertin
bildim ki
otuz ankanın otuzuna da
otuz üç adımı da sıralamışım hayret
hayret / öküzleşmeden öce buzağı kulağına
takılan yemyeşil bir delilmiş

bir düş görmeliyim dedim
birini bir ankaya dört adım
baktım içimdeki hörgücün kapağı açılmış
anakaraları kim boyadı karaya
kim gözlerin üstündeki mili çizdi, kim
düşte seni görmeliyim önce ellerini
sonra kalblerde yer eden en derin haini
sana su içiren bir saki gelmeliydi
bir meyhaneci çırağı
ama baba adam gibi yemeliydi
uluorta serdiğin nefis nimetlerini
düş bu ya
acemiye destan
gün görmüşe kara bir yazgı olur
deryada boğulmaya korkan her fanide
bildim ki düş
adamı yiyen bir ayrılıştır
kefenini yırtmasan

rüzgarın boynuzuyla düştü daldaki adam

haziran-temmuz 2012
Müştehir Karakaya

ÖLÜM KAPISI

bir taşın bir taşa
ne dediğini duymasam
ölürüm
çakır gözler kadar
bakışın büyülü atlası
güneşin doğuşu kadar tenha
ayrılışın ipini koparan kuyu

sensizim
içimde ölen her yara
buluttur öznesi tarumar eder

bir kavil
tarihten
özünde nurdur
toprak örter gölgesinde cenini

saçlar şöhretinin mührünü taşır
hercai gülüşle tepret bendini

ayıkla yeşili ölüm morundan
ayağım nicedir
bir taşa değdiğini
ve ölüm konuştuğunu
ve taşın
bugünün neden ölüm koktuğunu
şerhetsem not düşsem
söylesem mi ki

al benim cefamı
kes günahımı
ölüm kollarımda
bebe uykusu

13 Nisan 2012
Müştehir Karakaya

ÖLÜM MELEĞİ

ölüm, bir meleğin kanadından düşmüştür
gök yarılmıştır, sevinç insanların kehaneti
aynı suda adam ve kadın boğuluyor
ben her gün tanrım
mecnun olayım diye bekliyorum

ve yağmur yağıyordu
ey hırçın çocuk senin aklın yok
ıslanırken eylüle ve hazana darılma
şehri sevdiğim kadar seni sevdiğime darılma
ben öpülmüş bir elin son halkasıyım
köleler bir bakıma benim gözlerimle hür olur

çıkınımda bir mermi kalmıştır
adına ithaf ediyorum
şehrin örtüsünü kaldırdığım gece
belleğimin en mahrem yerine bu mermiyi astım
ceplerimde ayetler okunmadan soluyor
içtiğim acı ilaçlar bedenimde sarhoş
bir gece yusuf oluyorum, züleyha ihaneti
bir gece zîn'in gölgesinde kayboluyorum

her kahraman biraz aptal
bunu sezdim sesinden
karanlık ayaklarıma dolanıyor, hayret
kimim ben, sen uzaktasın şehirden
şehrin ayaklarıyla yürüdün mü gittin
yüzleri yamanmış çetelerin mi bu beden

ey benim ince dokunmuş yeleğimin nakışı
göğsümden sökülmeye neden melek çağırdın
belki bu ıssız çöllere yağdırırlar yağmuru
belki benim yağmurum çölünde serap olur
ölüm meleğim olur belki hain bir kadın

Ağustos 2004
Müştehir Karakaya

SENİN GİBİSİ OLMAYACAK

senin kahrından bir gün çatlayacağım
ölümüm senin elinden olacak
ben kaçacağım ama hep kaçacağım
yorulacağım ama pes etmeyeceğim

ben kaçacağım ama hep kaçacağım
yorulacağım ama pes etmeyeceğim
kahrından ölüp ölüp dirileceğim
bu şehrin, bu kimsesizliğin içinde
senin gibisi olmayacak

ölümü beklerken gibi beklemek
yarama tuz biber olmayacak
seni gördükçe haykıracağım
ölümüm senin elinden olacak, bileceğim
saçlarım uzayacak kesmeyeceğim
ellerimin nasırı öğretmeyecek
seni hiç bir zaman, seni hiç
senin karanlığında boğulacağım
aydınlık günüm hiç olmayacak
senden kaçar gibi kaçacağım bu şehirden
yorulacağım ama inkar etmeyeceğim
bu günü, bu geceyi
senin adınla anmayacağım belki
senin gibisi olmayacak

bir gün senin kahrından çatlayacağım
ellerim yumulacak sonra ayılacağım
yollarımda meyler, meyhaneler
kimbilir dar sokaklar olacak
yalvaracağım ama pes etmeyeceğim
mavi gömleğim belki hiç olmayacak
hazanla sararıp solacak
baharla yağmur olup düşeceğim
belki sen hiç bu kadar sen

ben hiç bu kadar ben olmayacağım
ama ölümüm senin elinden olacak
bu şehri tarayacağım saçlarından
yağmur yağacak, ağlayacağım
bir nisan gününe sarmalayıp götürecekler
kollarım yorulacak ve düşecekler
şehrin ve senin karanlığında boğacaklar
belki dinmeyecek isyanım
senin gibisi olmayacak

ben kirletilmiş kağıtların hainiyim
senin şımartılmış gülüşlerine kanmam
çünkü beni sen öldürmelisin
her bahar sen vurmalısın önce arkamdan
sen yummalısın en son, gözlerim kahverengi
kırmızı bir yumruk sıkmalısın mavi düşlerime
daha çok bilmelisin kahrından öldüğümü
her gece sana yorulduğumu
her gece sensiz uyandığımı
benim adımı kirlettiğini
bir ölünün ardındaki sır gibi
hangi gece yorulduğumu, yorulmadığımı
neden, neden benim gözlerimin kirli baktığını
beni sen yıkmalısın durduğum yerden
bana kudurmuş bir şehir yeşili bıraktığını

çatlayacağım ama pes etmeyeceğim
ömrüm hep çağlayanlarla geçti
sığ suları adımlayamam bu yüzden
geçsem de mahşeri kalabalıktan

senin gibisi olmayacak

Müştehir Karakaya

Hiç yorum yok: