4 Şubat 2014 Salı

BU YAZININ İÇİNDE ADIM GEÇİYOR.

       İçinde adımın geçtiği ve Sina Akyol tarafından kaleme alınan bu yazı Akatalpa dergisinin Nisan 2009 tarihli 112. sayısında yayınlanmış ve daha şairin Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yayınlanan "Düzyazdım" kitabında da yer almıştır. Şair Sina Akyol'a gecikmiş teşekkür dileğimle yazıya blogumda yer veriyorum.  

EMEKLİLİK GÜNLÜĞÜ - 3

        Sonunda facebook’a da üye oldum, kim tutar bundan sonra beni!
     Hakan Cem, “Şükrü Kırkağaç’ı tanır mısın?” diye sordu.  “Tanıdığımı sanmıyorum.” dedim. “Facebook’da S.A. ‘Fun Club’ kurmuş.” dedi. “Nasıl yani?” dedim. Anlattı. Merak mı etsem, yoksa etmesem mi diye düşündüm. Devamında bunu  düşünüyor olmak sıktı beni, “Boş ver, düşünme!” dedim bana. Ama devam etmişim demek ki düşünmeye. Ner’den mi belli, şur’dan: Birden aklıma geldi; tanımadığım birileri e-posta adresime yazıyorlar, beni ‘arkadaşlığa davet’ ediyorlardı. Ben de n’apıyordum, “Tövbe estafurullah!” deyip siliyordum o e-postaları. İşte o sildiklerim S.A. ‘Fun Club’le ilgili olmasındı sakın! Derken bir gece benzer bir e-posta daha geldi. Eh az biraz bilgilenmiştim ya, facebook’la ilgili olduğunu anladım. “Peki” dedim, “haydi deneyeyim şunu.” Başladım, ilerledim,  ‘anamın kızlık soyadı’na benzer soruları da yanıtladım, ama bir nokta geldi ki işte or’da tıkandım. “Dön geri, bir facebook’un eksikti, kısmet buraya kadarmış!” deyip kapattım; ‘sene 1936, sağ cenahımda Jessey Owens, sol cenahımda Yaşar Erkan  Berlin Olimpiyatlarına gidiyoruz’ kadar eskimiş olan g-mail’ime döndüm; “bakalım bizim şuara milleti birbirine hangi salvolarla girişmiş, görüp okuyalım, öğrenelim.” dedim.

***
       Biliyorum, Ramis Dara uyaracak, “kısa kes!” diyecek. Ama kesemem kardeş, emekli oldum, bende vakit çok. Üstelik şunun şurasında yazı yazıyoruz, öyle mini minnacık S.A. şiirleri attırmıyoruz.
       Emekliliğimin ilk günleriydi; kutular.. kutular içinde duran toplam beş bin civarındaki fotoğrafı konularına göre ayırmaya kalkışmıştım. “Niye beş bin?” derseniz, şunun’çin: 70’li yılların başıydı, kayın biraderim Sinan Çetin fotoğrafa merak sarmıştı, dahası birlikte yaşadığımız evin en büyük odasını karanlık oda yapmıştı. Abisinin hediye ettiği makinesini yanından eksik etmiyor, sinek uçsa deklanşöre basıyordu. Sözünü ettiğim karanlık odada, içleri eczalı su dolu kaplar var idi. Agrandizörden ışık verdiği kartları o kaplara atıyor, birinden ötekine aktarıyor, gün boyu birlikte ne işler işlediğimizi belgeliyor, biz de eczalı sulara batırıp çıkardığı parmaklarındaki kahverengileşen deriyi ovup duruyorduk. Nasıl ki alın kiri ovmakla çıkmazsa, parmaklardaki -tırnaklardaki- hatta avuç içlerindeki kahverengi de -yahu taze gelin kınası ovmakla çıkar mı, işte o hesap- çıkmıyordu bir türlü!
       Devamla: Sinan uçan sineği dahi ‘tespit ettiği’ çıraklık döneminde -gerekli gereksiz- üç bin civarında fotoğraf ‘bağışlamış’ oldu bize. Ben ki hatıralara hürmet gösteren bir adamımdır, elim gitmedi, atamadım.
       Devamla: “Beş bin fotoğraf” demiştik. Sonrasında az Şadiye, az da ben, gayret ettik, iki evlat doğurduk; onların da bir yığın fotoğrafı; çoğunu da ben çekmişim, nasıl atarım, işte böylece, gelmiş olduk “beş bin”e.
       Geçerken belirteyim: Demişti ki Sinan: “Bendeki fotoğraf aşkı senin çektiğin fotoğraflar sayesinde doğup gelişmiştir
       Haydi şişineyim biraz; sözün burasında Üsküdar’la Karaköy çekişsin; geçmiş zaman, hatırlayamam, işte o ikisinden birinde, iskeleye yanaşmış vaporları çekmişim, ama sahiden de güzel çekmişim, meğer o fotoğraflar azdırmış bizimkini.
       Ne mi diyorduk, “beş bin fotoğraf” diyorduk. Dahası, “emeklilik” diyorduk. Planım şuydu: Onca fotoğrafı ayırmak, yoruculuğu bir tarafa, bir süre sonra insanı sıkacak ve hatta bunaltacak bir işti, hep aynı işlem yapılacaktı çünkü; bakılacaktı, şu köşede.. bu köşede.. köşe kalmadığında koridorda.. koridor bittiğinde ise merdivenlerde devam edecekti işlem. Nitekim tıpkı öyle oldu, bunaldım. Ol bunalmakla “Yeter efendi!” dedim ben bana, devamında şu sakin cümleleri söyledim: “Emeklisin artık, telaşlanma, usandığında bırak. Hatta, ben galiba on dakika sonra usanacağım de, bunu dediğin andan başlayarak yavaş çekime geç, süre dolduğunda, çok çalıştım, az biraz dinleneyim deyip ara ver, çok biraz dinlen, sonrasında devam edersin fotoğrafları ayırmaya.”
       “Fakat” diye sürüyor yazı, o dinlenmelerimden birinde, aklıma bakın ne geldi:
       “Eyvah, babam benden bir yaş büyükken ölmüştü, kes dinlenmeyi, çalış.. çalış.. çalış, bitir!” dedim. Beş bin civarındaki fotoğrafı, şirin şehrimiz İzmir’in Kemeraltı’sındaki toptancılardan aldığımız albümlere -Şumayer de neymiş, adını şimdi hatırlayamadığım öbür şampanya patlatıcısı da kimmiş, hepsini yaya bırakan bir- süratle yerleştirdim. Amaç şu: “Düzyazdım”a bir an önce başlamak!
        “Düzyazdım”, 1982’den bu yana yazdığım düzyazılarımı toplamaya uğraştığım kitabın adı. Yüzde doksan beşi emekli olmadan önce bitmişti. Kalanını da emeklilik günlerimde bitiririm demiştim. Ne var ki bitirmek için işe girişmeye korktum. Fotoğrafları albümlere yerleştirmeyi bu nedenle önceye aldım. Albüm işi de bittiğine göre, artık girişebilirim “Düzyazdım”a, değil mi? Olmuyor, kaytarıyorum.
       Son şiir kitabım 2006’da yayımlanmıştı, o tarihten bugüne yazdığım şiirlere bakınıyorum şimdilerde, neler yapmışım diye. Mümkün olabildiğince yukarıdan, soğukkanlı bir bakışın peşindeyim. Yetmiş civarında şiir var elimde. Bunları bir kitapta toplayacak olsam, yüzde kaçı kitap dışında kalır’ın hesabını yapıyorum. Hoşnut mu değilim şiirlerin bir bölümünden, henüz bilmiyorum, bakacağım.
       Peki, niye ha bire erteliyorum “Düzyazdım”a girişmeyi? Niye bir yandan erteliyor ve niye bir yandan da -pekâlâ o kitapta yer alabilecek- işbu yazıyı yazıyorum, bu nasıl bir çelişkidir, henüz bunu da bilmiyorum.
       Tam olarak bilmediğim başka bir şey daha var: Facebook’a üye olduktan sonra değerli Ahmet Say abi’nin gönderdiği bir mesajı okudum. Bir cümlesini aktarayım, diyor ki: “Sizi yıllar öncesi olduğu gibi, başarılarınızdan ötürü kutluyorum.”
       Değerli Ahmet Say abi’nin beni geçmişte kutladığını -anımsamak sözcüğünü hiç mi hiç sevmediğim için- hatırlayamıyorum. Bugüne kadar yüz yüze de gelmedik. Ola ki sessiz kutlamıştır. (Bu tür sessiz kutlamaları olağanüstü derecede önemli gördüğümü geçerken belirteyim ve “Türkiye Yazıları” dergisine geleyim.)
       1968-73 arasında, az olmayan sayıda şiir yazdığımı söyleyebilirim. Bunlar Yansıma (Tekin Sönmez), Dost (Salim Şengil), Forum (Hasan Hüseyin Korkmazgil), Meltem (Oğuz Tümbaş), Güney (Atıf Özbilen-Metin Eloğlu) gibi dergilerde yayımlandı. Sonrasında, “Bu işler şiirle miirle olmaz!” deyip küçümsedim yazmayı-çizmeyi; İsmet Paşa’nın deyişiyle söyleyeyim: “hayta”lık etmeye giriştim. Altı yıl sonrasıydı, yeniden yeşillendim. Ankara’da yaşıyordum; Türkiye Yazıları adlı bir dergi çıkıyordu o yılların Ankara’sında., önemli bir dergiydi. TRT’de çalışıyordum, Oğuzhan Akay yan oda arkadaşımdı; şiirler yazdığımız için de olsa gerek, pek sevmiştik birbirimizi, iyi ahbap olmuştuk.
       Günlerden bir gün Oğuzhan ‘mutlu’ haberi verdi: Gencecik şair, Türkiye Yazıları’nın çalışma grubuna seçilmişti. ‘Fırsattan istifade’, üç-beş şiir verdim Oğuzhan’a, “Al bu şiirleri, dergiye götür” dedim. Aldı götürdü, satamadan getirdi. “Çalışma grubu senin şiirleri okudu, Ülkü Uluırmak etkisi buldu ve yayımlanamayacağı kararına vardı.”
       Şaşırdım. Ülkü Uluırmak’ın yalnızca bir kitabı vardı bende; “Küçük Şeyler”… O tek kitabıyla beni, ben farkına varmadan etkileyen şairi okumaya başladım. Hiçbir etkilenme göremedim. Oğuzhan’a niye şaşırayım ki -yalnızca bir elçiydi o- Türkiye Yazıları’nın çalışma grubu kararına şaşırdım.
       Kavgacı biri değilimdir, susup oturdum, ama küstüm de. İşte bu nedenle Türkiye Yazıları’nda, çok istememe rağmen, yayımlanmış tek bir şiirim dahi yoktur. (Hangi şiirleri göndermiştim, onlar doğru düzgün şiirler miydi, işte burasını sahiden hatırlamıyorum. Belki de haklıydı çalışma grubu o şiirleri yayımlamamakta, bilemem; ama ‘Ülkü Uluırmak etkisinde’ diye bir saptama yaptıysa, işte bu saptamada haksızdı elbet.)
       20 küsur yıl sonrasıydı; ‘Kabasakal Gültekin İzmir’e gelmiş, evimize konuk olmuştu. Elbet eskileri ve Ankara’yı dahil ettiğimiz sohbetin bir vaktinde bunları anlattım Gültekin’e. Çok şaşırdı. “Ben çalışma grubuna daha yeni girmiştim; senin şiirlerinin Türkiye Yazıları’nın çalışma grubunda okunduğunu hiç hatırlamıyorum, okunsaydı hatırlardım, çünkü biliyordum seni” demez mi?
       Sakın yanlış anlaşılmasın, Oğuzhan Akay’la çok güzel bir dostluğumuz vardır. İlerledik, epeyi yaşımıza geldik. Onu son ziyaretimde mükemmelen ağırladı beni. Ben de yıllar sonra onunla yeniden birlikte olduğum için pek sevindim, evinde kaldığım gece, değerli eşinin doğumu çok yakındı, son kitabım yanımdaydı, neredeyse yola çıkmış olan kızlarına imzaladım.
       ‘Satır arası’ hiçbir şey demiyorum yani. Bütün namusumla  belirtirim ki ‘satır arası’ hiçbir şey demiyorum. Şunları  ekleyebilirim ama: Altı yıllık aradan sonra, şiirlerimi yayımlatmakta büyük zorluklar yaşıyordum. Yazko Edebiyat’a gönderiyordum, bir türlü yayımlamıyordu Memet Fuat.
       Ey bu satırları okuyanlar, söz buraya gelmişken anlatmamak hiç olmaz: Sinan, “N’apıyorsun, neler yazıyorsun şu sıralar?” diye sorduydu bana. Son yazdığım şiirlerden biri olmalıydı ve çantamdaydı demek ki, çıkartıp vermiştim. Sonradan öğrendiklerimdir: Günün birinde Vecdi Sayar uğramış Sinan’a. Benim şiiri görmüş.. ya da Sinan Vecdi’ye göstermiş şiiri.. Ne bileyim, belki de şöyle demiştir Sinan: “N’apabilirsin?”
       Vecdi Sayar o şiiri Memet Fuat’a götürmüş. Altı yıllık aradan sonra yayımlanan ilk şiirimdi, “Yol Şiirleri”.
       Oysa aynı şiiri epeyi zaman önce ben de göndermiştim Memet Fuat’a. Yayımlamamıştı.
       Belirtmeliyim, sonrasında Memet Fuat’ın yönetimindeki Yazko Edebiyat’ta var ettim, ben beni.
      Gelelim değerli Ahmet Say abi’ye: Benim Türkiye Yazıları ‘serüvenim’den, eminim, haberi bile yoktur.
       Ey okuyucu, hem ‘emekli’yim, hem de geldim ‘malum’ yaşa. Eh elim de kalem tuttuğuna göre, dile getirmeye başlayayım diyorum kimi anılarımı, kendi üslubumca. Bal gibi biliyorum, uzatan bir üsluba sahip olduğumu. Ola ki sıkıyorsam seni, Ramis Dara’ya şikâyet et, sınıftan atsın beni.

Akatalpa, Sayı: 112, Nisan 2009

Sina Akyol

Hiç yorum yok: