28 Eylül 2010 Salı

Hilal Karahan'la 'Gecikmiş Mumya' üzerine Söyleşi: 'Şair halkın, yaşamın içindedir'



Hilal Karahan'la 'Gecikmiş Mumya' üzerine Söyleşi: 'Şair halkın, yaşamın içindedir'


Bir doktor; bir kadın doğum uzmanı olan ve şiir yazmayı yolculuğa benzeten Hilal Karahan'ın kitabı GECİKMİŞ MUMYA şiirseverlerle buluştu. Mesleğinden ve yaşamından izler taşıyan kitapta, hayatın şiirle kesişen pek çok yönünü bulmak mümkün. Karahan'la Gecikmiş Mumya'ya dair konuştuk.

Berna OLGAÇ/ 19.08.2010/ Cumhuriyet Kitap

-Şair durmaz çalışır, kendisini geliştirir de, merakımdan soruyorum: Hilal Karahan bunca zamandır neler yaptı?

- Hilal Karahan'ın 2005-2010 arasındaki 5 yıllık süreçte yaşamı çok değişti. İki çocuk doğurdu, kadın hastalıkları ve doğum uzmanlığı ihtisasını bitirdi, Ankara'dan Karadeniz Ereğli'ye taşındı. Ayrıca doğum sonrası dönemde, her dört gebeden birinde görülen, bir çeşit bağışıklık sistemi rahatsızlığı olan, insanın tiroid fonksiyonunu tamamen bitiren, Hashimato hastalığı ve buna mukabil depresyonla mücadele etti. Hayatın, yaşamın, şiirin anlamını sorguladı.
Sanırım 3 yıl (2007-2009) hiç kitap okuyamadı, tüm kognitif fonksiyonları durmuş bir vaziyette neredeyse sıradan bir yaşama alışacaktı. Şiir yazdı elbette ama ne kendinden ne de şiirinden emin olamadığı bu süreçte, sadece yazmakla yetindi; hiçbir yerde şiir yayımlamadı.
Beş yılda Gecikmiş Mumya kırk kez silinip yazıldı. Cerrahlık obsesif yapar insanı, kanama var mı diye kırk kez bakmadan hastayı kapatmazsınız; ona benzer bir durum diyebilirim. Bu kitaptaki her bir dize kırk kez elden geçti, farklı duygularda, farklı bilinçlerde, farklı iklimlerde.
Kanama kontrolü uzun sürdü dosyanın kapanması için...

"ŞUURA ANCAK AŞKLA ERİŞİLİR"

- Bir kadınsın, şairsin, doktorsun; şiirlerinde belirgin bir şekilde soluduğumuz o yüce duygu olan 'aşk'tan bahsedelim mi biraz? Sahi 'kararsızlığın tanrısı aşk değilse nedir?'

- Aşk çoğul yürür bende, üst üste yerleştirilen tuğlalar gibi. Birini çekerseniz aradan ya duvar çöker ya da çekilen tuğla elinizi ezer. Hepsi sizin bir parçanız. Yaşadığınız hiçbir şeyi inkâr edemezsiniz, yaşamadıklarınızı da...
Günümüz medyasının, kavramların yıpratılıp içinin boşaltıldığı bu kapitalist düzenin bir dayatması olarak, aşk kavramının bir tür 'pazar filesi' gibi kullanıldığı kanaatindeyim. Her türlü tutku, korku, bağımlılık, şizofreni, depresyon, saplantı, halüsinasyon, zaaf, arzu, şehvet gibi durum, tutum ve davranış bu fileye doldurulmaya çalışılıyor. İlişkiler, file iplerinin arasından ayağa düşüyor.
Oysa anlaşılmalıdır ki aşk bir bilinç boyutudur, bir tür haldir, insanî mertebedir. Bu açıdan bakıldığında, aşkın ismi, cismi yoktur. Bu nedenle şekli, vesilesi, kıblesi, günahı, sevabı da olamaz aşkın. Çünkü bence aşk, insanın cismine değil, insanda ve nesnede görülen 'şuura' yakarıştır.

- 'Itır kokusu, yasemin çayı öğle vakti biliriz/ sade ve güneşli günleri seversiniz/ kapı önlerinde sessiz güler buluruz sizi.' Birinci çoğul ve ikinci çoğul şahıslardan sesleniş, baştan sona devam ediyor gibi aslına bakarsan. Bugün günümüz şairinde olmayan bir söyleyiş tarzı, zira birçok şair birinci tekilden ses veriyor ve 'ben''diyor, hep 'ben.' Seni biraz da farklı kılan bu olsa gerek, ne dersin?

- Yukarıdaki soruna verdiğim cevaba devam etmek istiyorum izninle, çünkü şiirimde bu biçemin nedeni aslında aşk ve şuurla ilişkili. Şuur kavramı, içinde her şeyi barındırır; onu anlayan ve arayan kişi sayısı kadar 'şuurun halleri' yansır bilince, insanlık tarihine: Teoloji, ezoterik ve batınî doktrinler, tüm kadim doğu öğretileri, yoganın temel kavramları, tasavvuf felsefesi, hepsi kendi dilinde şuuru açıklamaya çalışır.
Şuur ayrıca, gözün önünde bir perde gibi durup, nesnedeki gerçeğin görülmesini engelleyen en önemli unsur olan bilginin, idrak edilerek, ruha bir kalite olarak yansımış halidir. Nesnede ve insanda var olan, yaşamı anlamlı kılan bu şuura nüfuz edildikçe, şuurun da bilinmek istediği fark edilir: Yani hak edene, hak ettiğince, zamanı geldiğinde, alması gereken bilgi verilir.
Şuur ki bir bilinç boyutudur, ona ancak aşkla erilir. Bundandır şuurda 'birleşilir.' Nesnede görülen, idrak gücüyle içselleştirildiği sürece, şuurun 'bir parçası' olunur. İşte tam da bu noktada şiirin önemi vurgulanmalı: Nesnede görüleni, söze hükmederek dönüştürür, yeni bir nesnel gerçeklik yaratır şiir. Ancak bu nesnel gerçeklik, okuyanın idrak kapısıyla sınırlıdır.
Bu çoğul algılayışın bir sonucu olarak, şiirde özne ve 'ben kavramı'nı kullanmayı tercih etmiyorum. Şiir, insanda ve nesnede şuuru arayan, görüleni söze hükmederek dönüştürmeye çalışan bir iç denize, iç sözlüğe, birlik haline, 'bizden size' seslenir.

- Kısa şiirler yazmayı seviyorsun uzun şiirler kadar: 'Sizi yalnız gecelerde dinleriz/ sökülmüş ilmekleri seslerin.' Aslında haikuya yaklaşan bu tarz zor değil mi? Tam devamı gelecek mi diye beklerken, pat diye kesilen o ses...

- Ah işte o ses, şiir kırıklarının tanrısı. Bu görüldüğü farz edilen, insanın bakış açılarında eğrilen madde dünyasının, 'iç'im'e' seslenişini dinler bulurum kendimi yazarken. Çoğunlukla uysal bir dinleyiciyim. Düşünce kafesini kırmış, nesneyi bir şahit gibi izleyen, nesneye nüfuz eden bir dikkati var bende dizelerin...
Küçük farkındalıklar diyelim, kozmosun yap-bozunda küçük kareler... Bilgelik retoriği de var, mecazi deyişler de, kısa şiir kolajları da... Ben de bozuluyorum aslında, pat diye tam şiirin ortasında kesilmesine o sesin!
Bu tarz yazmak daha zor sanırım, çünkü dizeler ortada duruyor: Kendi imgesel derinlikleri dışında saklanacak bir yerleri yok. Ama cesur şairler var, Türk şiirinde son zamanlarda çok başarılı kısa şiirler okuyorum.

- Kitabının ikinci bölümünün de adı olan 'Şizofren Tragedya'da, bölümlenmiş şiirlerde ruhsal dalgalanma, hatta dağlanma, gerçek olandan uzaklaşma, sanki okurun da duygu ve davranışında farklılaşmasını beraberinde getiriyor. Bu şiirlerde acıklı olanın modern biçimle söylenmiş şekli var; gazete manşetlerinden, televizyondan, radyodan duyulan mahvedici haberlerden, otobüs konuşmalarından sarkan ifadeler yer alıyor. Biraz buradan hareketle konuşalım diyorum.

- Bir şair ne kendi iç denizinde ne de diğer şairlerle birlikte bir sanat komününde yaşamaz. Şair halkın, yaşamın içindedir. Trafikte küfreder, alışverişte pazarlık yapar, otobüse biner, çarşı-pazar dolaşır, hastalanınca hastaneye gider.
Gerçi şiirin sözcükleri seçiciliği de gerektirir. 'Soylu' sözcükler burada önemli... Onu diğer insanlardan ayıran, nesneye ve insana bakışının niteliğidir. Yaşamın içinde, yaşama şahit konumunda bakabildiği ölçüde, nesneyi görür ve yeniden yaratır: Estetik görüş için gerekli olan, o olaya müdahil olmadan, kendi tepki ve duygularıyla sınırlanmadan, nötr bir bakıştır.
Aslında bakmak ve görmek üzerine o kadar çok konuşulmuş ki... Bunu bir örnekle açıklamak istiyorum: Tıbbiyede ilk öğretilen kural, tıbbi bilginin yarısının, hayat boyunca hiç kullanılmayacağıdır; ancak bunun hangi yarı olacağı bilinemez! İşte şair de, hayatın hangi yarısında şiiri göreceğini bilemediğinden, her an uyanık ve dikkatli olmalı!

"ŞİİRİ SEYYAH GİBİ YAZIYORUM"

- Kitapta dikkatleri çeken bir şey daha var. Bazı sayfalarda figüratif şekiller yer alıyor. Sen buna dipnotta yer vermişsin 'Akshar Ganapati' fotoğrafları diye. Bunların belli ki bir önemi ve derinliği var. Biraz bizlere bunu paylaşır mısın?

- Shri Ganapati veya diğer adıyla Shri Ganesha, Hint mitolojisinin en güçlü karakterlerinden biri... Hindistan'da en çok sevilen Tanrı. Neredeyse her evin giriş kapısının üzerinde bir heykeli bulunur. Çünkü o tüm kapıları, yani ruhaniyetin girişini ya da diğer bir deyişle, insandaki enerji merkezlerini korur. O güç, bilgelik, saflık ve masumiyettir.
Bu nedenle, kitaptaki bölüm başlarına, onun sevimli bulduğum çizimlerini koydum ki, şiirin kapıları ve okuyanın şuuru bilme arzusu korunsun. Kitabımı her okuyan, o sevimli figürlerle, Shri Ganesha'nın en temel özelliği olan, çocuk neşesini bulsun.

- Kadın hastalıkları ve doğum uzmanısın; doktor olmak ve elinde neşter taşımak, şiirini nasıl etkiledi desem, neler söylersin?

- İnsanlar ikiye ayrılır: Doktorlar ve diğerleri... Doktorlar ikiye ayrılır: Cerrahlar ve diğerleri... Cerrahlık kesinlikle bir insanın karakterini değiştirir ve cerrahları birbirine benzetir. Bir salon dolusu insan bir arada olsa, iki cerrah birbirini uzaktan tanır. Hatta iki cerrah hiç konuşmadan birbirini dinleyebilir. Şaşırtıcı, öyle değil mi?
Görevim gereği farklı dönemlerde farklı kentlerde ve ülkelerde çalıştım. İhtisas döneminde, neredeyse her ay başka bir şehirde rotasyon yaptığımdan, bir alışkanlık olarak, büyük çantalarla dolaşırım. Her an seyahat çantam hazırdır, her an yola çıkabilirim. Her şehirde, her koşulda, yazı masama bilgisayarımı, telefonumu ve kitaplarımı yerleştirdiğim anda, orası benim evime dönüşür. Telefonum beni her coğrafyada çocuklarıma yaklaştıran bir nefestir. Her yerde uyuyup, her şeyi yiyebilirim. Günlük 2-3 rem periyodu (yaklaşık 3 - 4.5 saat) uyku yeterlidir.
Cerrahın ülkesi, dili, dini, kültürü olmaz, çünkü insana hizmet için yemin etmiştir. Gecenin en sessiz anında çalan bir telefon, tüm meslektaşlarım gibi beni de yeni bir yaşama kapı açmak için çağırır ve biz hiç yüksünmeden koşarız.
Çok farklı şehirlerin, çok farklı kültürlerin, çok yerde yaşamış olmanın ve tıbbi camiayla organik ilişkilerin, şiirime en önemli katkısı 'seyyahlık' olmuştur! Şiiri bir seyyah gibi yazıyorum; nesnelerin arasından hızla akıyor sözcükler. Bu nedenle sık sık boşluklar, kolajlar, anlam kırılmaları, ritimde sıçramalar oluyor, hızlı yaşantıma paralel şiirimde... Benim şiirsel metinleri bu kadar rahatlıkla parçalayıp, bu kadar kolaylıkla yeniden kolaj yapmamda, sanırım cerrah olmanın etkisi var.

"BİR FELSEFE SORUNU..."

- "Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar." Albert Camus'den yapmış olduğun bu alıntı dikkatimi çekti. Aşktan bahsederken, insan için bu intihar da neyin nesi oluyor Hilal? 'Yaşamın yaşamaya değmediği' hususundaki düşüncelerini de paylaş bizlerle.

- O alıntıyı yaptığın Gecikmiş Mumya şiiri, Sylvia Plath'in intiharının nedenlerini anlatmış olduğu "Lady Lazarus" şiirine hitaben yazıldı. Aslında o düşünceler benim değil, kendini üç kez öldürmeyi denemiş olan Sylvia Plath'in fikridir. Çok güzel bir kadın ve iyi yazan bir şairdi Sylvia Plath. Yaşamın yaşamaya değmediğini düşünmüyordu sanırım, sadece acıyı ve uyumsuzluğu yaşama nasıl sığdıracağını bilemiyordu. Lazarus sözcüğü de İncil'den alınmıştır; İsa'nın öldükten sonra dirilttiği Lazarus karakterinden. Ben o doğum sonu depresyon döneminde, empati kurduğum Sylvia Plath'ı ve onun "Lady Lazarus"unu anlamaya çalıştım o şiirde...
Kişisel fikrimi merak ediyorsan söyleyeyim: Her insan hayatının belli bir döneminde intihara yakın durabilir. Önemli olan, hayatın insana tekamül amaçlı verilmiş bir sınavlar bütünü olduğunu bilmektir. Bu nedenle intiharın, insan yaşamında pragmatik olmadığına, evrimsel süreçle ters düştüğüne inanırım. Hayat her koşulda yaşamaya değer, çünkü yaşamak öğrenmektir.

- Bir kadın doğum doktoru olarak dünyaya bir can getirirken birtakım olumsuzluklar da oluyordur şüphesiz. Ölüm kavramının, akşam ve gece imgeleriyle dizelerine yansıyışını ve şiirine kırılışını söyleyerek bitirelim...

- Akşam ve gece imgelerini ölümle birleştirmiyorum aslında. Onlar bir tür çözülme gibi benim şiirimde; insanın kendisiyle baş başa kaldığı anlardaki yüzleşmeler gibi...
Doğum da ölüm de hayatın iki kapısı; birinden girip öbüründen çıkıyoruz:
Her şey geçer, hayat kalır. Her ölüm, yeni bir doğumun kapısıdır...

Gecikmiş Mumya/ Hilal Karahan/ Mühür Kitaplığı/ 80 s.

Hiç yorum yok: