9 Ağustos 2013 Cuma

Ahmet Erhan Hakkında Yazılan Yazılar



İstanbul'a Ahmet Erhan gelmiş...


Ahmet Erhan
İstanbul'a gelmiş. Sırtında Ankara'nın o puslu pelerini, bir Hezarfen cinliğine sarınmış kanatlarıyla kendini Kale'den aşağıya salarak değil tabii. Başının içinde cuf cuf eden dertleri, peşine taktığı katar katar özleyişleri, şişesinin içinde lıkır lıkır azalan umutlarıyla bir karatrene binmiş de gelmiş. Ankara - İstanbul karatrenine...
"5 Nisa
n Perşembe günü tren Bostancı istasyonunda durduğunda inen birkaç yolcudan biriydim. Soğuktu. Küçük bir su şişesine Ankara'dan binmeden önce hazırladığım votka - soda karışımı sıfırı tüketmişti..."
Dün gece Firuza
ğa'da rastladım ona, yanında can dostu Ercan'la. 'Toplu Şiirleri'nin alt başğı olarak 'Burada Gömülüdür' diye yazılmasında ısrar etse de, o güleç, o yumuşacık gözleriyle, "Ben daha çok yazarım ey dünya, sen benden sıkılmış olsan da," der gibiydi âdeta. Ben içinde acaba bu şehre alışacak isteği kaldı mı diye düşünürken, o trenden ineli üç ay kadar olmuştu.
Yaz sarhoşu
Vakit gece yarısını devirip kalkıp gittiklerinde de, ağ
ır ağır dalarken Cihangir'in ara sokaklarına, sokak lambalarının ışığı altında ufalırken koca şairin bedeni, Ankara'nın kokusunu her yana saça saça bakıyor gibiydi karanlığın dibine doğru. Onların gidişinden saatler sonra, kahvenin sahibi çay ocağını kilitleyip, dışarıda bıraktığı, ağaçlar altında sereserpe yayılmış masalara şöyle bir göz atıp, "Sabaha bekleyin beni ha," diye mırıldanarak evinin yolunu tuttuktan da sonra, bir yanımda eski güzel günlerden bir Ankara yadigarı Yıldız, öbür yanımda daha ilk bakışta insanı kendi kuyusunun derinliklerine çeken gözleri, dehlizindeki karanlık noktayı örten inci gülüşleriyle yüzümü önce aydınlatıp, sonra buğulandıran bir erişilmez tanrıça, neredeyse sabah ezanını okumaya kalkan imamlarla randevumuz varmış gibi bol kahkahalı bir sohbete koyulmuşken, onun, masasının başına oturup sigarasını yakarak sıkı bir İstanbul şiiri yazmaya başladığını, belki de eski şehrini hayal etmemeye çalışğını düşünüyordum.
"yine de ho
şça kal şehrim, şehrim hoşça kal
sevgilin, o
ğlun, şairin... nankörün olayım."
Şimdi o, buz tutmuş kaldırımlarda dengesini kaybedip sendelemeye alışkın ayaklarıyla, dallarından pul pul kar dökülen caddelerinde kışı kovalayabilir miyim diye etrafına tekmeler savuran bir gecekondu veledi, adını hak eden bir güz mevsiminde, yıllar darbeye ve dipsiz karanlıklara dönerken yere düşş çam yapraklarını kaldırıp kaldırıp savuran kıyıcı bir Ankara rüzgârı, cümle şehir üzerindeki kalın paltoları, parkaları, kazakları naftalinleyerek gardıroplara kaldırıp onların yerine temiz gömlekleri ve askılılarını geçirirken "insanın kalbine kalbine vuran" deli bir ilkbahar yağmuru, sıcaklıkların bastırmasından ziyade öğrencileri memleketlerine döndüğü için çoraklaşan sokaklarında sıkıntısını Sakarya'nın biralarıyla soğutmaya çalışan bir yaz sarhoşu...
Şimdi o, henüz darbenin ayak seslerinin işitilmediği o yıllarda, İncirli Caddesi'nde korsan gösteri yapmak için kendisi gibi delifişek olan iki liseli arkadaşıyla birlikte trafiği kesen, fakat yakmak üzere yola yerleştirdikleri iki araba lastiğini, belki de bir benzinciden bir 7.65'in zoruyla doldurttukları bidonlarındaki yakıt sahte çıktığı için ateşe vermeyi bir türlü başaramayan, bunun üzerine, huzursuzlanmaya başlayan şoförlerin ürkek kornaları altında ikinci sırada duran kamyonun şoförünü indirip, yine kendi hortumuyla o kamyonun benzin deposundan sabırla mazot çeken ve bu sefer ters tarafını çevirdiği lastikleri o mazotla yakmayı başaran bir afacan çocuk...
Şimdi o, akşamları güneşin çaktırmadan battığı, saat sekizde sokaklarıyla caddelerinden bütün el ayağın çekildiği, gecekondularında ana caddeleri birbirini kollayarak ikili üçlü gezen devriye arabalarının, girintili çıkıntılı ara sokakları ise iyi kötü tabancaları ve nadir makinelileriyle daha iyi bir hayat isteyenlerin teslim aldığı, merkezinin ise bütün sokakları her an bir iç savaş çıkma ihtimaline göre planlanmış bir şehir olan Ankara'da, 'Görülmüştür' damgalı zarflarla bir fakültenin mektupluğuna boynu bükük bir çaresizlikle düşüp umut çekiştiren bir müebbet mahkûm, sokağa çıkma yasağının başladığı tekinsiz gece yarılarında asfaltı ezen paletleriyle içindeki idam hükümlüsünü o malum yokuştan çıkaran bir öfke yumağı.
"dönerim belki bir gün, papazın ba
ğı'nda martıların uçuştuğu bir gün oltamı kuğulu
park'ta unuttu
ğum bir gün belki oğlum
beni babalar günü'nde hatırlar sevinirim,
akasya kokularına bürünürüm" Firuza
ğa
kahvesi bir Ankaralı için Engürü'nün yerin
i tutar mı, bilinmez tabii; bilinmez ama, şimdi akşamın alacasında kahvenin masalarına kurulmuş, cıvıltılı bir topluluk halinde günün yorgunluğunu atmaya çalışan Cihangirliler arasına daldığınızda, çocuk yüzüyle size gülerek bakan bir Ankaralı şaire rastlayabilirsiniz orada!
Ahmet Erhan'dır o. Seksenli yılların kült ş
airi. Ahmet Erhan'dır o. Doğu Akdeniz'in dalgalarıyla beslenen evrensel yalnızlığın şairi.
Ahmet Erhan
İstanbul'a gelmiş. Ama ne de iyi yapmış, kalbinde Ankara diye bir dövme izi olanların ancak Etlik, Cebeci, Küçükesat, Demetevler şerbetiyle serinleyebildikleri bu koskoca yalnızlık şehrinde, Ankara'nın paltosundan çıkmayan kokusunu sırtına atarak gelmiş.
"ho
şça kal şehrim, asıl şimdi, artık şimdi hoşça kaldünya hâlâ dönüyormuş - öyle diyorlar..."

7 Eylül 2001, Radikal
Osman Akınhay

Hiç yorum yok: