9 Ağustos 2013 Cuma

Ahmet Erhan’la Konuşma



Ersun Çıplak: Öncelikle futboldan başlamak istiyorum. Futbolcu olamayacağını anlayan Eduardo Galeano şu itirafta bulunuyor: “Yıllar geçti ve kimliğimi kabullenmek zorunda kaldım: ben basit bir ‘iyi futbol dilencisiyim’…” Sizin de bir dönem futbol oynadığınız biliniyor ve bir sakatlıktan sonra bıraktığınız. Bu günlerden bahseder misiniz biraz? Şiirden de tabii. Ne zamana düşüyor şiir; önce-sonra?
Ahmet Erhan: İster hırs deyin, ister –ki beni tanımayanlar tam tersini düşünür- sorumluluk bilinci deyin, gerek futbolda, gerek şiirde, gerekse onsekiz yıl süren edebiyat öğretmenliğimde hep işimi yapmaya çalıştım. Bunların içinde duygusal anlamda oğulluk, kardeşlik, kocalık, babalık gibi boyutlar var elbette. Ama burası çok önemli, en iyisini yaptım duygusu da yok içimde.
Tuhaf ama futbolla birlikte şiirin en azından tohumları vardı. Adana Erkek Lisesi, Seyhanspor, Adana Demirspor genç takımında oynadım. Sonra sakatlık geldi. Futbolu bugün de çok seviyorum; yapılan onca olan sakatlığa karşı… Neyse fazla uzatmayayım.
E. Ç. Edebiyata kendi adıyla girmeyenlerdensiniz, bunun nedeni nedir? Erhan Bozkurt’tan bahseder misiniz? Ara sıra söyleşilerde karşı karşıya geldiğiniz.
A. E. Evet, asıl adım Erhan Bozkurt; soyadımı neden kullanmadığım yeterince açık değil mi?… Adım da faul bence; hem Er-han (hem de Boz-kurt)
E. Ç. Ahmet Erhan şiirinin kan aldığı damarlardan bahseder misiniz?
A. E. Çok klişe bir yanıt olacak ama, hayata ilişkin her şey yazdıklarımı oluşturdu bana kalırsa.  Şu anda düşünüyorum da şiirden çok romanlardan, denemelerden, biyografi kitaplarından sanki daha çok etkilenmiştim gibi geliyor. Ama elbette ki bunların en azından fiziksel olarak eritildiği alan şiir. Yine de “Şiir yazmasam ölürdüm” gibisine herzeler yumurtlamadım hiç, kimbilir belki daha da mutlu olurdum yazmasam.
E. Ç. İlk kitabınız Alacakaranlıktaki Ülke ile 22 yaşında Necatigil Ödülü’nü aldınız. Eğer yanılmıyorsam bu ödülü en genç alan şair hâlâ sizsiniz. Bu durumun şiirinize olumlu-olumsuz ne gibi etkileri oldu?
A. E. Elbette ki olumlu olarak etkilendim. Şımardığımı söyleyemem ama, şiirimizin ilahlarının seçici kurul olduğu Necatigil Ödülünü hem de sözünü ettiğiniz 22 yaşında almak her şaire bir şeyler katar. Bu anıyı bence en iyi sevgili kardeşim Hüseyin Ferhad anlatır; ödül töreni boyunca bir perdenin arkasında saklanmıştım. İnsanlar plaketi vermek için uzun süre beni aramışlar. Günümüzdeki kimi genç şair/yazarların bazen yüzsüzlüğe varan sosyallikleri beni şaşırtıyor açıkçası.
E. Ç. Güncelden uzaklaşmama, değişen dünya, çağdaş yenilgiler ve şiirinizi mülk edinen melal, aynı zamanda geldiğiniz sınıfa yabancılaşmanın verdiği bir hüzün de var. Sizin hüznünüzle Ahmet Haşim’in ‘melâl’i arasında bir koşutluk var mı?
A. E. Evet, hep günceldeki kalıcıyı aradım; başka türlü dünyadaki değişime ayak uyduramazsınız zaten. Bunu beni yakından tanıyanlar iyi bilir, ben hala Bossa fabrikasında çalışan Ahmet İzzet’in, okuma-yazma bilmeyen Emine’nin oğluyum. Şimdi, Ankara Etlik Akşam Lisesi’nde öğrenciyken tek ya da toplu gruplarca kurşunlandım, desem –ki benim bile hâlâ aklım almıyor kimse inanmaz bu böyle.
‘melal’ hep vardı, yine de onun yanında varolan korku, arkadaşlık, yaşama sevgisi, fedakârlık gibi duyguları unutmamak gerekir. İddia ediyorum, bunca yıllık şiir tarihimizde hiçbir kuşağın gerçek şairleri birbirlerini bizim kadar sevmemiştir, dayanışma içinde olmamıştır.
E. Ç. Şiirlerinizde öyküleme ve buna bağlı olarak birinci tekil ağızdan konuşma hakim öğeler olarak göze çarpıyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
A. E. Doğrudan doğruya yola çıkınca bunun olması çok doğal. Ama en azından teknik olarak şiirimin çok çeşitlilik gösterdiğini düşünüyorum ben. Aslında bugün yarın 14. kitabım çıkacak, şiir olarak, şiir olarak, tek bir şiiri yazdığımı düşünüyorum. Bunun kendini tekrar etmekle bir ilgisi yok. Kişiliğim nasıl değişmediyse, ters oranda şiirimin geliştiğini, yeni kanallara taşındığını düşünüyorum.
E. Ç. 1980’den önce de şiir yazdığınız biliniyor. Bir milat olarak 12 Eylül 1980’den hep bahsedilir, sizin şiirinize nasıl etkileri oldu?
A. E. İlk kitabım Alacakaranlıktaki Ülke hemen hemen bütünüyle 12 Eylül 1980 öncesinde yazıldı. Kitabımın yazılış tarihinin 1981 olmasının nedeni, hem o gibi dönemin ağır koşullarından, hem de yayımcılığımızın o dönemdeki hantallığından kaynaklanıyor. Baktık ki olacak gibi değil, önceleri birkaç arkadaş birleşerek ‘Yeni Türkü Şiir Yayınları’nı kurduk. Şiir ortamı kış ortasında çilek bulmuş gibi sarsıldı. Zamanı gelince dağıldık ama, o hareket, daha sonra bir sürü taklidine rağmen son dönem şiirimizdeki en önemli şiir hareketidir. Bana gelince; bazı dangalakların yazılarında “12 Eylül Şairi” bile oldum. Onlar şimdi nerdeler? Gülümseyerek bakıyorum. Acı, çok acı yıllardı. Bu konuya girmek istemiyorum; bir ‘milat’ olduğunu da sanmıyorum.
E. Ç. Sosyalist gerçekçilikten yola çıkan kuşağınız daha sonraları çoğunlukla mistisizm ve geleneğin çekimine kapıldı. Fakat sizin şiirlerinizde bu tür etkilenim görülmemektedir. Mistisizme nasıl bakıyorsunuz?
A. E. Türk Şiiri; Fuzuli’den, Yunus Emre’den beri mistisizmle tanışık. ‘Sosyalist’ bir şairin ise bu yönelime sonradan sarılmasının kuşağım açısından çok yaygın olduğu düşüncesinde değilim. Elbette ki bu tür yönelimler olmuştur; yalnız bunu yargılamak bana düşmez. Yeni de değildir. Bizden önce; bir İsmet Özel vardır örneğin ki o yönelimden sonra doğru düzgün şiir yazamamıştır, kimse gösteremez. Sivas’ta yakılan kardeşlerimizin ardından, “Sırp uçaklarını çağırsaydınız bari!” diyerek bir terbiyesizlik örneği vermiştir. Son zamanlarda kendi şairlerini (Müslüman Şairlerden söz ediyorum) Milliyet Gazetesi’nde “Cahil Bunlar” diyerek aşağılama yolunu seçmiştir.
Saptamanız doğrudur; benim şiirimde mistik bir yönelim yok. Geleneksel şiirimizden beslenebilen bir moderniteden bahsedilebilir sanıyorum.
E. Ç. Ataol Behramoğlu’nun şiirinizle ilgili olarak yaptığı “genç insanın yaşadığı dramın bir çeşit güncesi” tespitinden yola çıkarak, şiirinizin, oluştuğu zamana bu kadar bağlı olmasını, şiirinizin kalıcılığı açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
A. E. Ben günce yazmıyorum elbette. Ama şiirimize ve diğer ülkelerin şiirlerine baktığımızda güncel olmadan tarihsel, yerel olmadan evrensel olunamayacağını düşünüyorum. Bu şiirin kalıcı olması buna bağlı.
E. Ç. Günümüzde yazılan şiir ve oluşturucuları hakkındaki görüşleriniz nelerdir? Yeni kuşaktan kimleri takip ediyorsunuz?
A. E. Günümüzde ben de yazıyorum, İlhan Berk de yazıyor, Hüseyin Ferhad da, ne bileyim Onur Caymaz da. Bunları söylerken ad verdiğim düşünülmesin. Değişik kuşaklar, değişik adlar.
Şimdi yeni kuşaktan kimleri takip ettiğim konusuna girersek, herhalde bu boyutta bir söyleşiyi tekrar yapmamız gerekecek. İşte o noktada, isim vermeden, beğendiğim şairlerin sayısının epey fazla olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca ben, yalnızca yeni kuşağı okumuyorum ki…
Yine de madem sordunuz, yeni kuşağın şiirimizdeki geleneksel çizgiye, bir bakıma hayat çizgisine pek meraklı olmadığını görüyorum. Şiire; Ece Ayhan ya da Yılmaz Odabaşı okuyarak başlanmaz. Bu şairleri sevmiyor muyum? Hayır, elbette seviyorum. Ama Ahmet Erhan okuyarak da başlanmaz.
E. Ç. Şiirinizi Türk şiiri içinde nasıl konumlandırıyorsunuz?
A. E. Bu soruya yanıt vermek bana düşmez.
E. Ç. Son dönemlerde eskiye oranla daha az görünmektesiniz. Yeni çalışmalardan da haber verebilir misiniz biraz da?
A. E.  Daha nasıl görüneyim bilmem ki? Medyatik bir şair olmadığım doğrudur. TV. Radyo programlarına sıcak bakmıyorum. Benim işim konuşmak değil, yazmak; yani gazeteler, dergiler… Şiirin özelliği; taşralı, dışarlıklı olmasıdır. Ne bir olay sanatıdır, ne de gösteri.
Yeni çalışmalar… Şu günlerde yine Everest Yayınları’ndan –adı bende saklı bir şiir kitabım çıkıyor. Gelecek yılın ilk ayları için bir deneme kitabı üzerinde çalışıyorum. Ömrüm yeterse, kısa, şiirsel anlatılar yazmak gibi bir derdim de var.
E. Ç. Alkole gelelim mi?
A. E. Bu konudaki soruyu sona bırakmanıza biraz şaşırdım doğrusu. “Seviyorum” demek sanırım basit bir yanıt olur benim gibiler için. Yine de bir alkol bağımlısı olduğumu anlamam için uzun yıllar gerekti. Ben de çoğu bağımlı gibi inkâr ettim. Ama bir gün geldi ki alkolün benim gerçek anlamda karşılık gördüğüm tek aşkım olduğunu anladım. İki kez ciddi anlamda alkol tedavisi gördüm. Bundan gocunmuyorum; ancak tavsiye ediyorum anlamı da çıkarılmamalı. Yine de, belli bir dozda alınırsa şiiri beslediğine inanıyorum.
Çok şey yazdım ve hakkımda çok şey yazılıp çizildi bu konuda. Yattığım iki hastanenin birinde panikatak, ikincisinde ise genetik bağımlılık teşhisi kondu. İkisi de olabilir ya da bu benim öznel seçimimdir. Açık olan bir şey varsa, dünyaya artık başka türlü dayanamadığımdır.
Teşhislerin ikisinin de yanılma payı su götürür aslında. Yedi kere kurşunlanan onyedi yaşında bir çocuğun ‘panikatak’ olması ne kadar doğalsa, aynı yaşta, babasının henüz ellibir yaşındayken alkolden ölmesi öyle bir ‘genetik’ doğallık taşır. Şunu da eklemeliyim ki; benim bağımlılığım bir süreklilik içermiyor. Uzun sayılabilecek sürelerde alkolü bırakabiliyorum. Yoksa Ahmet Erhan adındaki o mahluk fazla dayanamazdı. Umurumda değil: “İlkbahar gözyaşlarına aldırmaz!”
Yom Sanat, Kasım-Aralık 2003

Hiç yorum yok: