Ersun Çıplak: Öncelikle futboldan başlamak istiyorum. Futbolcu
olamayacağını anlayan Eduardo Galeano şu itirafta bulunuyor: “Yıllar geçti ve
kimliğimi kabullenmek zorunda kaldım: ben basit bir ‘iyi futbol dilencisiyim’…”
Sizin de bir dönem futbol oynadığınız biliniyor ve bir sakatlıktan sonra
bıraktığınız. Bu günlerden bahseder misiniz biraz? Şiirden de tabii. Ne zamana
düşüyor şiir; önce-sonra?
Ahmet Erhan: İster hırs deyin, ister –ki beni tanımayanlar tam tersini düşünür-
sorumluluk bilinci deyin, gerek futbolda, gerek şiirde, gerekse onsekiz yıl
süren edebiyat öğretmenliğimde hep işimi yapmaya çalıştım. Bunların içinde
duygusal anlamda oğulluk, kardeşlik, kocalık, babalık gibi boyutlar var
elbette. Ama burası çok önemli, en iyisini yaptım duygusu da yok içimde.
Tuhaf ama futbolla birlikte şiirin en azından tohumları vardı.
Adana Erkek Lisesi, Seyhanspor, Adana Demirspor genç takımında oynadım. Sonra
sakatlık geldi. Futbolu bugün de çok seviyorum; yapılan onca olan sakatlığa
karşı… Neyse fazla uzatmayayım.
E. Ç. Edebiyata kendi adıyla girmeyenlerdensiniz, bunun nedeni
nedir? Erhan Bozkurt’tan bahseder misiniz? Ara sıra söyleşilerde karşı karşıya
geldiğiniz.
A. E. Evet, asıl adım Erhan Bozkurt; soyadımı neden kullanmadığım
yeterince açık değil mi?… Adım da faul bence; hem Er-han (hem de Boz-kurt)
E. Ç. Ahmet Erhan şiirinin kan aldığı damarlardan bahseder
misiniz?
A. E. Çok klişe bir yanıt olacak ama, hayata ilişkin her şey
yazdıklarımı oluşturdu bana kalırsa. Şu anda düşünüyorum da şiirden çok
romanlardan, denemelerden, biyografi kitaplarından sanki daha çok etkilenmiştim
gibi geliyor. Ama elbette ki bunların en azından fiziksel olarak eritildiği
alan şiir. Yine de “Şiir yazmasam ölürdüm” gibisine herzeler yumurtlamadım hiç,
kimbilir belki daha da mutlu olurdum yazmasam.
E. Ç. İlk kitabınız Alacakaranlıktaki Ülke ile 22 yaşında
Necatigil Ödülü’nü aldınız. Eğer yanılmıyorsam bu ödülü en genç alan şair hâlâ
sizsiniz. Bu durumun şiirinize olumlu-olumsuz ne gibi etkileri oldu?
A. E. Elbette ki olumlu olarak etkilendim. Şımardığımı söyleyemem ama,
şiirimizin ilahlarının seçici kurul olduğu Necatigil Ödülünü hem de sözünü
ettiğiniz 22 yaşında almak her şaire bir şeyler katar. Bu anıyı bence en iyi
sevgili kardeşim Hüseyin Ferhad anlatır; ödül töreni boyunca bir perdenin
arkasında saklanmıştım. İnsanlar plaketi vermek için uzun süre beni aramışlar.
Günümüzdeki kimi genç şair/yazarların bazen yüzsüzlüğe varan sosyallikleri beni
şaşırtıyor açıkçası.
E. Ç. Güncelden uzaklaşmama, değişen dünya, çağdaş yenilgiler ve
şiirinizi mülk edinen melal, aynı zamanda geldiğiniz sınıfa yabancılaşmanın
verdiği bir hüzün de var. Sizin hüznünüzle Ahmet Haşim’in ‘melâl’i arasında bir
koşutluk var mı?
A. E. Evet, hep günceldeki kalıcıyı aradım; başka türlü dünyadaki
değişime ayak uyduramazsınız zaten. Bunu beni yakından tanıyanlar iyi bilir,
ben hala Bossa fabrikasında çalışan Ahmet İzzet’in, okuma-yazma bilmeyen
Emine’nin oğluyum. Şimdi, Ankara Etlik Akşam Lisesi’nde öğrenciyken tek ya da
toplu gruplarca kurşunlandım, desem –ki benim bile hâlâ aklım almıyor kimse
inanmaz bu böyle.
‘melal’ hep vardı, yine de onun yanında varolan korku, arkadaşlık,
yaşama sevgisi, fedakârlık gibi duyguları unutmamak gerekir. İddia ediyorum,
bunca yıllık şiir tarihimizde hiçbir kuşağın gerçek şairleri birbirlerini bizim
kadar sevmemiştir, dayanışma içinde olmamıştır.
E. Ç. Şiirlerinizde öyküleme ve buna bağlı olarak birinci tekil
ağızdan konuşma hakim öğeler olarak göze çarpıyor. Bu konuda neler söylemek
istersiniz?
A. E. Doğrudan doğruya yola çıkınca bunun olması çok doğal. Ama en
azından teknik olarak şiirimin çok çeşitlilik gösterdiğini düşünüyorum ben.
Aslında bugün yarın 14. kitabım çıkacak, şiir olarak, şiir olarak, tek bir
şiiri yazdığımı düşünüyorum. Bunun kendini tekrar etmekle bir ilgisi yok.
Kişiliğim nasıl değişmediyse, ters oranda şiirimin geliştiğini, yeni kanallara
taşındığını düşünüyorum.
E. Ç. 1980’den önce de şiir yazdığınız biliniyor. Bir milat olarak
12 Eylül 1980’den hep bahsedilir, sizin şiirinize nasıl etkileri oldu?
A. E. İlk kitabım Alacakaranlıktaki Ülke hemen hemen bütünüyle 12 Eylül
1980 öncesinde yazıldı. Kitabımın yazılış tarihinin 1981 olmasının nedeni, hem
o gibi dönemin ağır koşullarından, hem de yayımcılığımızın o dönemdeki
hantallığından kaynaklanıyor. Baktık ki olacak gibi değil, önceleri birkaç
arkadaş birleşerek ‘Yeni Türkü Şiir Yayınları’nı kurduk. Şiir ortamı kış
ortasında çilek bulmuş gibi sarsıldı. Zamanı gelince dağıldık ama, o hareket,
daha sonra bir sürü taklidine rağmen son dönem şiirimizdeki en önemli şiir
hareketidir. Bana gelince; bazı dangalakların yazılarında “12 Eylül Şairi” bile
oldum. Onlar şimdi nerdeler? Gülümseyerek bakıyorum. Acı, çok acı yıllardı. Bu
konuya girmek istemiyorum; bir ‘milat’ olduğunu da sanmıyorum.
E. Ç. Sosyalist gerçekçilikten yola çıkan kuşağınız daha sonraları
çoğunlukla mistisizm ve geleneğin çekimine kapıldı. Fakat sizin şiirlerinizde
bu tür etkilenim görülmemektedir. Mistisizme nasıl bakıyorsunuz?
A. E. Türk Şiiri; Fuzuli’den, Yunus Emre’den beri mistisizmle tanışık.
‘Sosyalist’ bir şairin ise bu yönelime sonradan sarılmasının kuşağım açısından
çok yaygın olduğu düşüncesinde değilim. Elbette ki bu tür yönelimler olmuştur;
yalnız bunu yargılamak bana düşmez. Yeni de değildir. Bizden önce; bir İsmet
Özel vardır örneğin ki o yönelimden sonra doğru düzgün şiir yazamamıştır, kimse
gösteremez. Sivas’ta yakılan kardeşlerimizin ardından, “Sırp uçaklarını
çağırsaydınız bari!” diyerek bir terbiyesizlik örneği vermiştir. Son zamanlarda
kendi şairlerini (Müslüman Şairlerden söz ediyorum) Milliyet Gazetesi’nde
“Cahil Bunlar” diyerek aşağılama yolunu seçmiştir.
Saptamanız doğrudur; benim şiirimde mistik bir yönelim yok.
Geleneksel şiirimizden beslenebilen bir moderniteden bahsedilebilir sanıyorum.
E. Ç. Ataol Behramoğlu’nun şiirinizle ilgili olarak yaptığı “genç
insanın yaşadığı dramın bir çeşit güncesi” tespitinden yola çıkarak,
şiirinizin, oluştuğu zamana bu kadar bağlı olmasını, şiirinizin kalıcılığı
açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
A. E. Ben günce yazmıyorum elbette. Ama şiirimize ve diğer ülkelerin
şiirlerine baktığımızda güncel olmadan tarihsel, yerel olmadan evrensel
olunamayacağını düşünüyorum. Bu şiirin kalıcı olması buna bağlı.
E. Ç. Günümüzde yazılan şiir ve oluşturucuları hakkındaki
görüşleriniz nelerdir? Yeni kuşaktan kimleri takip ediyorsunuz?
A. E. Günümüzde ben de yazıyorum, İlhan Berk de yazıyor, Hüseyin Ferhad
da, ne bileyim Onur Caymaz da. Bunları söylerken ad verdiğim düşünülmesin.
Değişik kuşaklar, değişik adlar.
Şimdi yeni kuşaktan kimleri takip ettiğim konusuna girersek,
herhalde bu boyutta bir söyleşiyi tekrar yapmamız gerekecek. İşte o noktada,
isim vermeden, beğendiğim şairlerin sayısının epey fazla olduğunu
söyleyebilirim. Ayrıca ben, yalnızca yeni kuşağı okumuyorum ki…
Yine de madem sordunuz, yeni kuşağın şiirimizdeki geleneksel
çizgiye, bir bakıma hayat çizgisine pek meraklı olmadığını görüyorum. Şiire;
Ece Ayhan ya da Yılmaz Odabaşı okuyarak başlanmaz. Bu şairleri sevmiyor muyum?
Hayır, elbette seviyorum. Ama Ahmet Erhan okuyarak da başlanmaz.
E. Ç. Şiirinizi Türk şiiri içinde nasıl konumlandırıyorsunuz?
A. E. Bu soruya yanıt vermek bana düşmez.
E. Ç. Son dönemlerde eskiye oranla daha az görünmektesiniz. Yeni
çalışmalardan da haber verebilir misiniz biraz da?
A. E. Daha nasıl görüneyim bilmem ki? Medyatik bir şair olmadığım
doğrudur. TV. Radyo programlarına sıcak bakmıyorum. Benim işim konuşmak değil,
yazmak; yani gazeteler, dergiler… Şiirin özelliği; taşralı, dışarlıklı
olmasıdır. Ne bir olay sanatıdır, ne de gösteri.
Yeni çalışmalar… Şu günlerde yine Everest Yayınları’ndan –adı
bende saklı bir şiir kitabım çıkıyor. Gelecek yılın ilk ayları için bir deneme
kitabı üzerinde çalışıyorum. Ömrüm yeterse, kısa, şiirsel anlatılar yazmak gibi
bir derdim de var.
E. Ç. Alkole gelelim mi?
A. E. Bu konudaki soruyu sona bırakmanıza biraz şaşırdım doğrusu.
“Seviyorum” demek sanırım basit bir yanıt olur benim gibiler için. Yine de bir
alkol bağımlısı olduğumu anlamam için uzun yıllar gerekti. Ben de çoğu bağımlı
gibi inkâr ettim. Ama bir gün geldi ki alkolün benim gerçek anlamda karşılık
gördüğüm tek aşkım olduğunu anladım. İki kez ciddi anlamda alkol tedavisi
gördüm. Bundan gocunmuyorum; ancak tavsiye ediyorum anlamı da çıkarılmamalı.
Yine de, belli bir dozda alınırsa şiiri beslediğine inanıyorum.
Çok şey yazdım ve hakkımda çok şey yazılıp çizildi bu konuda.
Yattığım iki hastanenin birinde panikatak, ikincisinde ise genetik bağımlılık
teşhisi kondu. İkisi de olabilir ya da bu benim öznel seçimimdir. Açık olan bir
şey varsa, dünyaya artık başka türlü dayanamadığımdır.
Teşhislerin ikisinin de yanılma payı su götürür aslında. Yedi kere
kurşunlanan onyedi yaşında bir çocuğun ‘panikatak’ olması ne kadar doğalsa,
aynı yaşta, babasının henüz ellibir yaşındayken alkolden ölmesi öyle bir
‘genetik’ doğallık taşır. Şunu da eklemeliyim ki; benim bağımlılığım bir
süreklilik içermiyor. Uzun sayılabilecek sürelerde alkolü bırakabiliyorum.
Yoksa Ahmet Erhan adındaki o mahluk fazla dayanamazdı. Umurumda değil:
“İlkbahar gözyaşlarına aldırmaz!”
Yom Sanat, Kasım-Aralık 2003
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder