9 Ağustos 2013 Cuma

Ahmet Erhan'ın Ardından Yazılanlar



ŞAİR AHMET ERHAN’IN ARDINDAN

Şimdi gökyüzünde en yakın arkadaşınla....

       Büyük Ekspress’te mermer masalardan gökyüzüne bakarken bir anda Ramazioni görünürdü… Babamın, “Sana İtalya’da birahane açacağım” diye kandırdığı “takma adı Ramazan”, bembeyaz ütülü gömleğiyle gevrek gevrek gülerdi. Ahmet Abi, yalnızca “Sula beni” diye seslenirdi, cepte ne kadar varsa… Yan birahaneden at yarışı oynayanların gürültüsü yükselir, kulaklarını diker, bir kere daha yatan oyununa hazin hazin bakardı… Bir çıksaydı! Öyle büyük hayallere yer yok mütevazı gönülde… Yannis Ritsos’la Atina sokaklarında dolaşılacak, Kazancakis’in El Greko’suna ağlanacak, Attila Josef’in mezarına gül bırakılacak! Ben, o yıllarda Büyük Ekspress’in önünde ip atlardım… Ya da peçetelerin üstüne resim çiziktirirdim… Sonra ağır aksak evin yolunu tutardık… Malum evde bekleyenler var…
       Kocaman bir aileydik. Akasyalı sokağa bakan küçük evimizin odalarının her birinden ya Ahmet Erhan, ya Akif Kurtuluş ya da Haydar Ergülen çıkardı… Sorumluluklar ortak… Belki de bu nedenle Ahmet Abi, eşi Kıymet Abla’yla birlikte her akşam ilkokulun kapısından beni almaya gelirdi… Eve gider, ödevimi yapardık… Bir 29 Ekim ödevi Atatürk şiiri ezberlenmesiydi… Bütün gün çalıştığımız şiir, Melih Cevdet’in “Atatürk’ün Saati”ydi… Oysa sınıf arkadaşlarım hamasetin yoğun olduğu şiirleri tercih etmiş, öğretmen de onları alkışlamıştı! Ne yalan söyleyeyim, bu dışlanmışlıktan dolayı bir an için bile burulmadım… Geçiniz!
       Her hafta sonu Ahmet Abi’nin annesinin Etlik’teki evine giderdik… Can oğlu Deniz yoktu o zaman… Henüz dünyaya gözünü açmamıştı! Kapıdan içeri girer girmez mutfaktan yapılan yemeklerin kokusu bizi karşılardı… Büyük bereketli masada bir ağız vişne dolusu gülüşürdük… Oysa dışarda seksenli yılların soğuk iklimi kasıp kavuruyordu ortalığı… Bu nedenle gülüşlerimiz hep yarım kalırdı! Hayatımız hep “Bugün de ölmedim Anne”ydi… İlk bayrağı alan Ahmet Abi’nin canım annesi oldu… Onun ölümünden sonra da hepimiz azar azar öldürüldük… İyi ki görmedi başımıza gelenleri…
       Küçükesat’a taşındığında küçük bir köpek almıştı kendine… Küçücük köpek, adı Ayışığı, bir anda, deve dönüşmüştü... Kapıda konuklarını önce Ayışığı karşılardı… Telefonda, mutlaka “Bana gelirken Eleni Karaindrou’nun bir kasetini alsana” ya da “Şu Aleksiou’ya bir baksana” talimatını verirdi. Yunan müziği acılarımızın sesidir.
       Ahmet Abi, o uğursuz günü, 2 Temmuz’u hiç unutmadı! Oturduğu sandalyeden saatlerce kalkamadı. “Behçet, babam, kardeşim, çocuğum” demesi boşuna değildir. Sonra kalamadı Ankara’da… İstanbul’a taşındıktan sonra da bir mülteci gibi sürdürdü hayatını… Gönlünde geçmişin acısı… Sanırım en son Ankara’ya babamın anısına verilen Behçet Aysan Şiir Ödülü’nü almaya geldi! Bir an önce de gitmek istedi… Bir tek, “Nihat Genç nerede?” diyebildi… Hani Engürü kahvesi, hani tavşan kanı çay, hani atkestaneleri? Onunla maç izlemenin tadı bile başkaydı… Ahmet Abi, Adanademirspor’un eski sol beki… Vur topa!
       Şimdi bana o içten, canlı “Kuzum” diyen ses yok… Ölümünü öğrendiğimde karşı kıyıdaydım… Gelirken bir avuç toprak ve uzo getirdim sana… Geç kaldım yolcu etmeye… Oysa sen Ankara’na dönmüştün… Şimdi gökyüzünde en yakın arkadaşınla, Behçet’le buluştun… İyi bakın birbirinize… Son konuşmalarımız bu… Ben… Kuzun…

Cumhuriyet, 08 Ağustos 2013
Eren Aysan

Hiç yorum yok: