10 Haziran 2008 Salı

DOĞU ŞİİRLERİNDE BİR HÜZÜNKAR HİLMİ YAVUZ

DOĞU ŞİİRLERİNDE BİR HÜZÜNKAR

HİLMİ YAVUZ

Hilmi Yavuz şiirine bakıldığında yalnızlık ve hüzün temasının ağır bastığı görülür. Bu 1969’da yayınladığı Bakış Kuşu’ndan son yayınladığı şiirlerine dek böyledir. Hüzünkardır çünkü babasının mesleği nedeniyle Anadolu’nun çeşitli kentlerini görme imkânını bulmuş, pek çok olaya da tanıklık etmiştir. Tanıklık ettiği olaylar onu derinden etkilemiş eski bir taş ustası gibi dilin olanaklarından yararlanarak farklı bir şiirin sürdürümcüsü olmuştur. “ ehli tarik ” bir kadın olan annesi Vecihe Hanım’dan etkilense de çocukluk ve ilk gençlik yılları II. Dünya Savaşı yıllarına denk düşen Yavuz yokluk ve baskı ortamını da görmüş bunlar da onun düşünsel anlamda biçimlenmesinde büyük ölçüde rol oynamıştır. Tanıklık ettiği olaylar Türkiye ve dünya gerçekleridir. Yirminci yüzyılsa nerdeyse bir karmaşa yüzyılıdır. Sömürgeci devletlere karşı mücadele veren Türkiye, Cumhuriyet rejimini kurmuş “Avrupalı milletlerin ulaştığı medeniyet seviyesine ulaşmak” için ( ki bu şimdi bile söylenir ) olağan üstü çaba verilmiştir. Batıya karşın batının örnek alındığı Türkiye modelinde gelenekle kurulan tüm bağlar kopmuş, Doğu’ nun kültürel mirası da reddedilmiştir. Ne kadar doğulu ya da ne kadar batılıyız sorusu hep kafa karıştırmış, yaşanan ikilemlere hep bir yenisi eklenmiştir. Bir kimlik bunalımı ve aşağılık duygusu ise şimdi bile varlığını sürdürmekte, yaşanılan şu süreçte bir şeyler hala kafa karıştırmaya devam etmektedir. Kendini Türkiye gerçeğinin dışında tutmayan Yavuz, baskı, kırım ve kıyımlara karşı net bir şekilde kendini ifade etmiş, şiir geleneğimizin gür sesine yaslanarak zengin imge yığınları ile “geçmişle gelecek arasında, kopan bir halkanın birleştiricisi olmuştur”. Konu ile ilintili olarak Yavuz ( Zaman, 28 Mart 1989 ) şunları söylemiştir. “ … Kopukluklar, gelenekle olan bağımızı neredeyse sıfıra müncer kılmıştır. Dolayısıyla günümüz Türk şairi kendi geleneğinden yola çıkarak kendi şiirini inşa edebilmesinin asgari şartlarından yoksundur. Bir kere dilini bilmemektedir. Divan şiirini kendi sistemi içinde kavrayamamaktan doğan bir takım sıkıntılar vardır. Bu tür kopuklular, bizi ister istemez geleneğimizin dışına itmiştir.” O, kullanıla kullanıla yıpranmış ‘ gül ’ sözcüğüne yeni anlamlar yüklemesini de bilmiştir. (1) “ Şairin bu çabaya girme amaçlarından biri, geçmiş kültürü Marksist açıdan yeniden üretmek olduğu gibi, şiir – okur arasındaki kopukluğu gidermektir. Yahya Kemal’in ve Nazım Hikmet’in okurlarla ilişki kurabilmiş olmalarını göz önünde tutan Hilmi Yavuz, bir oturumda “Bana öyle geliyor ki geleneksel Türk şiirleriyle bağlantısını koparmamış, bu geleneği çağdaş anlamda özümseyerek yeniden üretmiş şairlerimiz ötekilere oranla okurla daha yakın ilişki kurabilmektedir.” der. 1952’de yayınladığı ilk şiirinden bu yana, değil geçmişi red etmek, ustaları Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Behçet Necatigil, Asaf Halet Çelebi gibi gelenekle moderni birleştiren bir yol da izlemiştir. Bu anlamda bakıldığında Hilmi Yavuz, Doğu Şiirleri’nde geleneği sürdüren değil, gelenekten yararlanan bir şair olduğunu gösterir. Gelenekle bağlarını koparmayan Hilmi Yavuz, şiirini İslam kültürü ile sınırlamış, Doğu Şiirleri’nde doğuyu da bir bütün olarak da ele almıştır. Bu bütün içinde coğrafi konum ve kültür birikiminin iç içe geçtiği görülebilir.

Nasıl ki Ahmet Erhan’a Alacakaranlıktaki Ülke kitabını içinde bulunduğu koşullar yazdırmışsa, üzerinde yaşadığımız bu topraklarda meydana gelen olaylar ve dünya gerçekleri de, Hilmi Yavuz’a dün ve bugün temelinde Doğu Şiirleri’ni yazdırmış; “ Hüzün ki en çok yakışandır bize” dizesini söyletmiştir.

Nail- i Kadim’den, Süleyman Nesip’ten, Tevfik Fikret’ten yüksek sesle şiirler okunan bir evde tek çocuk olarak büyüyen Hilmi Yavuz, nerdeyse babasının mesleği nedeniyle Anadolu’nun çeşitli kentlerini ( Biga, Orhan Gazi, Terme, Şebinkarahisar…) görme imkânı

2


bulmuştur. Çocukluğu bahçelerle yollarla özdeşleşmiş olan Yavuz, kendi gurbetine de yolcu olmuştur. Çünkü onun için doğu gurbettir; gurbet de doğu. Yavuz, Doğu’nun o büyük kalıtı içinde kendini bir anlamda zengin bir kültür mirası içinde bulmuş, onunla özdeşleşmiş ve elindeki malzemeyi de dönüştürmüştür. Söyleyeceklerini güncelin tuzağına düşmeden söyleyen Hilmi Yavuz, “ Doğunun Diyalektiği’nde 12 Mart ortamında gençlerimizin katledilmelerinden yola çıkarak, güncelin ardındaki değişmeyeni yakalamıştır”. Sanırız ki Hilmi Yavuz’u bugüne taşıyan da onun bu tavrıdır. İşte ona göre Doğu’nun kalıtı,

“ o bir nehir gibi kendimizin

nice ipek yollarına dökülüp

ve derin kollarına bir gonca

gül diye kapanıp ve tiftik,

safran ve kilim gibi onca

acılardan sonra, mağrur ve yitik

bir külliye benzer gurbetimizin

gide gide sonuna geldik”

dizelerinde gizlidir. Bize kendi gurbetimize, içimize de bakmamızda ipuçları veren Hilmi Yavuz için Doğan Hızlan, Harfler Kitabı’nda ( Eleştiri YKY.1996) şunları diyor: “ Yavuz, doğu sorununda, doğunun tarihsel macerasında ezelden ebede uzayan çizgide bilgi veriyor, bilginin kuruluğunu şiirselliğin, açıkçası söz sanatlarının yardımcılığı gideriyor. Doğu Şiirleri’nde tek cümleyle bilgiyi şiirsellik beziyor” Gerek coğrafyası gerek bulunduğu konum, doğunun hep biraz geri kalmasında etkili olmuş ve doğu kendi içinde kendine göre bir yaşam geliştirmiştir. Fakat bu yaşam biçimi geliştirme, biraz da kendine batarak ya da kendini acıtarak gerçekleşen bir gelişmedir. Kimi zaman yinelenme kimi zaman da ürkekliktir, bu gelişme sırasında doğu için söz konusu olan. Bu ürkekliğin fotoğrafları ya da diyelim ki doğunun fotoğrafları da, Hilmi Yavuz eliyle ustaca çekilmiş, farklı kesitlerden doğu sorununa bakılmıştır.

“ işte doğu, ki orda her şey

kendini yineliyor batarak

orda her şey batıdan batıyor

ve bir ay ışığı dahil olup gülümsememize

o doğu ki daim düşen bir yaprak”

Doğuyu bir bütün olarak ele alan Hilmi Yavuz, doğunun sevdalarını da kendi bütünlüğü içinde ele almış, sevdanın derinlerde bir yerde olduğunu, ancak kazmakla o cevhere ulaşılabileceğini söylemiştir. Adı geçen sevdalarda ki bunlar, büyük sevdalardır; şair kimi kez Leyla ile Mecnun kimi kez de Ferhat ile Şirin’den söz ederken, kendi ben’ine de göndermeler yapmış o sevdalarla kendini özdeşleştirmiştir. ‘ kalbimin, yani o yağmur’ gibi bir dizeyi yazması da işte bundandır. Ve aşk bir yaz kadar da haindir. Yazın kısa ve çabuk geçmesi, onu ölüm kadar hain olarak tanımlamasına da neden olur. Alıp başını giden sevgili, hain sevgili ya da ölüm kadar hain sevgilidir aşk. “ ölüm, bir yaz kadar hain / alıp başını giderse” gibi dizeler o türden dizelerdendir, şiirin kendi bütünlüğü içinde. İşte o büyük doğunun sevdalarına dair dizeler:

“ sevda derinlerdedir, oysa ferhat

üstünü kazmada dağın

kalbimin, yani o yağmur

ve acıdan ocağın

madenini, laciverdi ve mahmur

bir ağrıyla delmede

şirin”

3

Sevda susmaktır, ya ölüm? Doğuda, ölüm de bir başka sebeptir acıtmak için. Aşiretin ya da aşiret reisinin reaya üzerinde kurduğu egemenlik gibi, ölüm de bir başka egemenlik kurar insan üzerinde. Bu anlamda bakıldığında, aşk acısına benzer bir acı yaşatır sonlu insana zaman. Pusu kurar, ürkütür nerdeyse, soluk aldırmaz.

“ türküsü ki eşkıyaya geniş

ve bir kekliğe dardır

ovayı çelen bakışlı

ve bir fişekliğe dizilmiş

gibi omzu kuş nakışlı ağaçlarıyla

acıya pusu kurandır

ölüm bir aşirettir doğuda”

18 şiirlik tek bir bölümden oluşan Doğu Şiirleri’nde Hilmi Yavuz, “ hem reaya şiirinin, hem de kapıkulu şiirinin” özelliklerinden yararlanmış, kadın sorunsalına da değiniler yapmıştır. Ki bu; bugün dahi hem doğuda hem Türkiye ve dünya genelinde geçmişten günümüze taşınan bir sorun olma özelliğini göstermekte, kanayan bir yara olarak da iç acıtmaktadır. Okumamışlık, tarihsel süreç içinde geri bırakılmışlık, aşkını derininde yaşamak, eş, aile ve toplum baskısı… Bu belki de en yakınımızda, ama daha çok da doğuda yaşanan bir sorun olarak göze çarpmakta, varlığını sürdürmektedir. Yaşanan gelgitler, susmaklar, kendini ifade edememeler. Acıysa dokunan bir kilimdir, hünerli ellerde. Adları yoktur kadınların çağrılmaya, kayıtları tutulmamış bir nergis sapıdırlar boynu bükük. Ki burada erkek batan güne sahip çıkarken, kadının bir ağıt olduğu vurgulanmış, eril toplum içerisinde kadının içinde bulunduğu durum da ( buna biz temelinde şair kendini de katarak) özellikle vurgulanmıştır.

“biz batan güne sahip çıktığımızda

ay, bitlis’te sarı tütün

ya da bir akarsu imgesi

gibi yiğit ve bütün

bir ağıttır

kadınlarımızda


onlar hüznü bir çeyiz

çileyi ince bir nergis

ve gülerken bir dağ silsilesi

taşırlar

ve birer acıdan ibarettirler

kayıtlarımızda”

Doğu ile batı arasındaki uçurum büyüktür. Aşkları, ölümleri, gurbetleri ve pek çok şeyi ile. Çileyi bir kilim gibi duvarlarına asan kadınlar, incir kokuşlu göğüslerinde hüzün yüzlü çocuklarını çoğaltarak durmadan büyütürler. Van, Gevaş, Erzurum ve Kars’ta bir ekmeği ikiye, bir zeytini üç edip, dertlerini aralarında pay eden de onlardır. Parçalanmış lastik ayakkabılarıyla bir okul çıkışı… Yüzleri toza, elleri çamura bulanmış… İşte doğunun bebekleri, bu nedenle taş bebek değildir. Hiç taş bebek görmemiş ellerinde hüzün, alınlarında da ay bir çıban olup büyür. Doğuyla ve onun sorunları ile iç içe geçilmiş zamanda, nerdeyse sılayla gerdeğe girilmiş, ay iç acıtan bir şark çıbanına da benzetilmiştir. Bu nedenledir ki ona göre:

“ doğu’nun bebeleri taş bebek

değildir; yaşmaklı siirt’i

kınalı van’ı

sılayla gerdeğe girercesine

geçip gurbetin çobanı

4

ölüm, güz üşütür yüzlerine

ay, gecenin şark çıbanı”

Değildir. Hilmi Yavuz, Doğu Şiirlerini yazdığında yıl 1977’dir ve bu kitapla 1978’de Yeditepe Şiir Ödülü’nü almıştır. Bu tarihlerde, Türkiye bir yol ayrımındadır ve kopmalar baş göstermektedir. İşte, ister Bedrettin Üzerine Şiirler’de, ister Doğu Şiirleri’nde olsun, Yavuz güncelin tuzağına düşmeden, her iki kitabında da bu şekilde toplumcu şiir yazılabileceğini göstermiş, az önce yukarıda söylediğim gibi geleneği sürdüren değil de, gelenekten yararlanan bir şair olduğunu ifade etmiştir. Felsefeci kimliğini hiçbir zaman unutmayan Hilmi Yavuz için sorular da önemli yer tutar. Çünkü soru demek, bir anlamda cevabı da sorunun içinde aramak demektir. Soru doğudur. Ama sorunun da doğru sorulması gerekir. O da bunu şiirle yapar. Tütüne ve bakıra bir küf gibi musallat hamidiye alaylarını işaret eder şiirinde. Böylece kendini yollarla tanımlayan Yavuz, bir yaraya da parmak basar, önemli bir sorunun da altını yukarıdaki dizelerle çizer. Aşağıdaki dizelerde olduğu gibi, kendini yollarla tanımlayan şair ozanı da bir garip dervişe benzetir.

“ ve ozan bir garip derviş işte

acısı gevaş’ta, ağıdı muş’ta

kendini yollarla bezemiş”

Ki bu arada bu 18 şiirlik uzun bir bölümde, doğunun geçitleri, geçmek ve umuda ulaşabilmek için vardır. Ne ki, kalp bize sahip çıkmaz ama dağdır belki de, içimizdeki ateşi söndüren. Doğaldır ki, doğunun tarihsel macerasında, hemen hemen her şey, gerçeğin bir parçası olarak dizeler arasında yerlerini alır ve Yavuz’da bir arkeolog gibi kazısını yapar. İşte Zigana’lar, işte Kop:

“ve kalbimiz bize sahip çıkmadı

dağdır, kızılca kopup

ve döne döne düştü

döner dağdan sonbahar

hüzne geçit yok, ziganalar

ve kop’tan bu dönüşleri

bir sema ile geçtik”

Çocukluğun ya da yaşanılan kentlerin, insan ya da şair yaşamında ne denli önemli yer tuttuğunu hepimiz biliyoruz. Gidilen, gelinen kentler ve kimi kez derinimize çektiğimiz ahşabın kokusu, bizleri geçmişin o gizemli dünyasına çeker, adeta sarıp sarmalar. Hele ki gidilen bu kent, doğudan bir kentse eğer. Toza bulanmış yüzler, depremden çatlamış duvarlar ve kimi kez kerpiç evleriyle, doğunun bir başka yüzünü yansıtırlar bizlere. Bu yüz, belki de hiç görmek istemediğimiz iç acıtan bir yüzdür. Kim bilir kimler gelip geçmiş, kimler şimdi yüzüne bakılmaz hale gelen hanlarında konaklamıştır. Bir çerçinin ayak izlerine bakıp kaldığımızdır, belki de gözlerimizin daldığı şehir.

“siirt, rüzgarı saralı

gençliği yolgeçen hanı

bir kent, korkunun pirinci

gibi ayıklar zamanı

dilencisi, kör nergis

bir kent, ölü bir balı

gömer arıya peteksiz”

V.B.Bayrıl’ın, Yasakmeyve Dergisinde ( Mart- Nisan 2004) kendisine yöneltmiş olduğu “ Necatigil ilk şiirlerinde ‘yaşamak azaptır çoğu zaman’ demişti, siz ise “ bildim ki insan hüzün içindir” diyorsunuz… peki o halde; hepimiz “hüznümüzün müyüz” artık? ...sorusuna Hilmi Yavuz: “ Elbette biz şairler, hiç kuşku yok, hüznümüze ait’iz… der. Her bir şiiri, bir başka


5



şiirinin habercisi olan Hilmi Yavuz için nerdeyse hüzün olmazsa olmazı gibidir. Ki umuda yaslandığı dizelerde bile seçtiği sözcükler hüznü çağrıştırır. “açsın bir yufka gibi umudu /

türküleri yeniden yoğursun / közlesin ağıdı, melali” derken bile bu çığlık duyumsanabilir. İşte kimi kez yol olmayanı yürüyen kimi kez yolun yol olup yürüdüğü bir garip hüzündür onunki. Gurbeti ise kimi kez içinde yaşayan şair “uçsuz bir gurbete bağdaş kurduğunda” bu çok yakın olduğu hüzün onu yeniden içine çekecek adeta onu sarıp sarmalayacaktır. Bu nedenle, bir dizesinde “ şiir acıya çullanır” diyen Yavuz için eski bir hüzünkar demek de yanlış olmayacaktır. İsterseniz bu eski hüzünkarın, ya da diyelim ki acıyı hırka bilip giymiş hüzünkarın, şu dizeleri ile sonlayalım bu yazıyı:

“işte doğu, ki sen ki sanki

pir sultan ile baki efendiyi

sırmalı bir çiğdemde birleştirerek

rumeli kılan dize

işte doğu,hıl’ati güzün

ne zaman giydiysek o kadar hüzün

ve ağır, ürkek ve beyaz”


1) Sabit Kemal Bayıldıran, Günümüz Şiiri Üzerine Yazılar, S. 210 Can Yay.2004

BETÜL TARIMAN

* Bu yazı Betül Tarıman'ın izniyle yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok: