9 Haziran 2008 Pazartesi

ŞİİRİN ERKEKLERİNDE YALNIZLIK VE ERİLLİK

ŞİİRİN ERKEKLERİNDE YALNIZLIK VE ERİLLİK
ÜZERİNE BİR DENEME


“Her oğlun yüreğinde bir katil yatar
Mı dersiniz Freud Hazretleri?
Yoksa önce kurban sonra mı katil yatar
Babanın bağrına oğul dayar mı hançerini”
Yusuf Alper

Aristoteles’e göre kadın, “ bazı özellikler kendisinde eksik olduğu için” kadındır, St.Tomas’a göre, “ kusurlu erkektir” Freud kadını, kişiliksiz bir hadım olarak tanımlar, İncil, Havva’nın, Adem’in kemiklerinden yapıldığını söyler. Havva, kışkırtıcı, kötü kadın, Meryem ise masum, bakiredir. Fransız yazar Benda’ya göre, “ erkeğin gövdesi kadından ayrı olarak tek başına anlam taşır, oysa kadının gövdesi tek başına anlamsızdır… Erkek kendini kadınsız düşünebilir ama kadın asla” Kadın hakları, kadınlar tarafından talep edilmeyen, onlara verilmiş bir hak olarak sunulur. Fransız Devrimi’nin hazırlayıcılarından biri olan, tutsakları isyana kışkırtıyor gerekçesi ile oyunu yasaklanan Olympe de Gouges, devrim tarihi yazılırken hep unutulur. Osmanlı kadın hareketleri, hiç anılmaz. Almanya’da felsefe tarihinin Hildegard von Bingen ile başladığını söylemek nedense kimsenin işine gelmez. Sanat ve edebiyat sadece erkeklerin ilgi alanına girer. Kadının yaratıcılığı doğum ile sınırlıdır. Kadın, kendine özgü yaradılışından dolayı, iyi eş ve anne olabilir ama iş hayatında bedensel güçsüzlüğü ve duygusal yönelimleri yüzünden, erkeklerin çalıştığı işlerde çalışamayabilir. Çünkü erkek bunu, en başından belirlemiştir. Bu, binlerce yıl öncesinden gelen bir süreçtir. Yerleşik hayata geçilmesi ile başlayan süreç, günümüzde de sancılı bir şekilde sürmektedir. Şimdiden geriye dönüp baktığımızda, erkeğin kendi yarattığı dil ve kavramları ile konuştuğuna, varlığını sürdürdüğüne tanık olunduğudur. Erkeğin kendi yarattığı dil ve kavramları ile konuşmasında, ödipal dönemin etkisinin büyük olduğu söylenebilir. Anneyi yücelten oğul, bir zaman sonra, ona duyduğu cinsel duygularla, babanın karşısında yer alır. Babayı rakip- düşman olarak gören oğlun bu tavrı uzun sürmez. Kendisinin duygularından dolayı cezalandırılacağını düşünen oğul, Yusuf Alper’in demesiyle, “ hızla bu duygularını bilinçdışı çöplüğüne iter. Bu kaygı oğlanı babaya yaklaştırır, onun gibi bir baba olma yoluna girer. Annesi yasaktır. O duygular ayıptır, günahtır, toplumdışıdır. Böylece çocuğun superegosu gelişmiş; çocuk artık küçük adam olmuştur.” (1) Bu şekilde şekillenmiş dünyada, kadının yeri peki nedir? Bu noktadan kadına baktığımızda, kadın, kadını nasıl tanımlar? Deborah Tannen, Dünden Bugüne, Erkekleri Dinlemek başlıklı yazısında; “ hala izleyicileri kadınlar, gösteriyi ise erkekler oluşturuyor” der. Şair Fatma Nur ise, kadın gözü ile bir kadını, yani annesini seyyar bir lamba olarak tanımlar. “ çok kızkardeşli akşamlarda / seyyar bir lambaydı annem odalarda” demesi de belki onun bundandır. Elbette, bu örnekleri olabildiğince çoğaltmak mümkün. Fakat çoğalttığımızda, bu tablo bizleri ürkütebilir. Bu ürkütücü gerçek karşısında insan, donup kalabilir. Erkeğin çıkar ve ilgi alanlarına hizmet eden bir dünyada, doğaldır ki hazırlanan anayasalarda, erkeklerden yana bir tutum izler. Erkek merkezli bu dünyada, çoğunluk erkek mutlu, kadınsa mutsuzdur. Asıl tartışılması gerekende sanırım burada budur. Kadının mutlu olmadığı, sömürüldüğü bir dünyada, her şeyin paylaşılarak güzel olabileceği gerçeğinden yola çıkarak, erkeğin de mutlu olabileceğini söylemek mümkün değildir. Çoğunluk yazılan şiirlere baktığımızda, bu gözlemlenebilir. Yıldız Cıbıroğlu, Ahmet Cemal’in, “ Kıyıda Yaşamak” adlı kitabı üzerine yazdığı yazıda, şunları söyler: “ Tanrı yanılmıştı, erkek bedeni içinde kadın ruhunun gelişeceği bir kader yazmıştı roman kahramanına, anne, babanın yanlışlarını oğla ödetmişti. O zaman, Prometheus gibi Tanrı’ya başkaldırmak gerekmez miydi? Medyatik ve “ cıvıklaşmış” haber dışında, erkeklerin bu konudaki suskunlukları, dertlerinin üstüne bir perde gibi örtülmüş, örtüldükçe acısı derinleşmiştir. Kemikleşmiş yanlışlar yüzünden belki de bütün erkekler gizli yaralar almışlardır az ya da çok. Yazınımızda buna karşın ne yapıldı; erkek yazarlar yakın zamanlara kadar bu konunun ciddiliğiyle orantılı bir edebiyat eseri yarattılar mı?” Ben kendi adıma, bu anlamda yazınımızda tek tük çalışmalar dışında, bir şey yapıldığını sanmıyorum. Bu nedenle bu yazı ile burada ben, şiirimizde, erkek egemen söylem ve bunun altında yatan yalnızlık temasını sorgulamaya çalışacağım. Sorun belki de sistemin sorunu, yalnızlıksa hepimizin.
Tam da bu noktada, acı ve yalnızlıktan yola çıkarak, şiirin erkeklerinde erillik ve yalnızlık konusu akla gelebilir. Çünkü iktidar olan yalnızdır. İktidar olmak bunu ister. Tabiî ki bu da beraberinde, binlerce yıllık sürecek yalnızlığı beraberinde getirir. Fakat bu, iki başlı bir yalnızlıktır. Bu iki başın bir ucu, kadını işaret eder. Ama daha önce bu alanda, kadınların binlerce yıldır yoksandığını söyleyerek. Çünkü çok değil, batı edebiyatı antolojilerinde bile kadın yazar ve şairlerinin adlarının geçmesi, ancak yirmi otuz yıl içinde olmuştur. Bu tabiî ki, kadının daha önce yazmadığı anlamına gelmez. Olsa olsa, bu işin erkek tekelinde olduğunu gösterir bize. Bu nedenle de, kadının zayıflığı üzerine kurulu yaşadığımız dünyada, çoğunluk erkek edebiyatından söz edilebilir. Örneğin; Charletto Bronte, yazdığı şiirleri eleştirmesi için, Robert Shouthey’e gösterdiği zaman, şu cevabı almıştır: “ Edebiyat bir kadının asıl işi olamaz, olmamalıdır da” Bu acı gerçek karşısında, insanın ürpermemesi mümkün değildir. Tarihsel süreç içerisinde kadınlar, nasıl bedenen güçsüzlüklerine, akılsızlıklarına inandırılmışlarsa, erkeklerde güçlü ve üstün varlıklar olduklarına inandırılmışlardır. Bu yazın alanında da kendini göstermiş, erkekler bu alanda erillikleri ile biçimlenmiş yalnızlıkları ile rahatça dolaşma imkânı bulmuşlardır. Bu rahat dolanım içerisinde erkek şair aslında yalnızdır. Hüznü merkez edinen erkek şair, iyi şiirlere imza atmakla birlikte, ataerkil bakış açısıyla kadını, yazdığı şiirin içine hapsetmiş, kadın da erkeğin şiirinde yer almıştır. Bunu şimdi örneklerle, onlardan alıntıladığım dizelerle açımlamaya çalışacağım. İlk örnek Süreya Berfe’den. Berfe, Kalfa adlı şiirinde; “ birbirine benzeyen devrimci kızlarla arası iyi değil / onları erkeksi ve fazla ukala buluyor / sevmiyor onların bayıldığı türkücüyü / kurdukları cümleleri yadırgıyor / çok sigara içtiklerinden / çok konuştuklarından yakınıyor” diyor. Burada, erkeğin güçsüz kadın ihtiyacı içerisinde olduğu savı gerçeklik kazanıyor. Erkek devrimci kızları fazla ukala buluyor, kurdukları cümleleri yadırgıyor. Çünkü kadının zayıflığı üzerine kurulu düzen bunu gerektirir. Yani erkeğin tekelindeki kadını. Bunu da Oya Batum Menteşe şu sözleri ile açıklar; “Kadının zayıflığı üzerine kurulan sosyal yapılaşma, cinsiyete göre iş bölümü; yani kadının evde, erkeğin dış hayatta odaklaşması sonucunda, kaçınılmaz bir şekilde farklı erkek ve kadın kültürleri oluşmuştur. Erkeğin hâkim kültürünün içine, kadın hiçbir zaman girememiş, az da olsa girmeyi başaranlar “ erkeksi” olmakla suçlanmışlardır. Bu nedenle Turgut Uyar’ın şu dizeleri ilgi çekicidir. İşte Uyar’ın Göğe Bakma Durağı adlı şiirinden alıntıladığım dizeler; “ Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat / Durma kendini hatırlat” Bu dizeler pek çok şeyin göstergesidir de aynı zamanda. Daha çok da belki, ezilen kadının, egemen kültürün simgesi erkeğin… Burada erkek, yani Turgut Uyar seçen durumunda, kadın da seçilen konumundadır. Çünkü kadının seçme lüksü yoktur. Kadın, erkek için güzel olmak, onun tarafından beğenilmek durumundadır. Bunu da sistemin bir parçası olarak yerine getirir. Erkek de egemenliğini sürdürür. İlhan Berk’in, Ben Senin Krallığın Ülkene Yetiştim adlı şiirindeki dizeleri bu anlamda önemlidir. Dizelerde, erkeğin yöneten konumda olduğu göze çarpar. Erkek kraldır. Kadınsa ülke. Hatta zenci. Beyaz adamın üstün olarak görüldüğü süreçte, zencinin ikinci sınıf vatandaş olarak görülmesi, bu anlamda yadırganmamalıdır. İşte İlhan Berk’ten alıntıladığım dizeler; “ ben senin krallığın ülkene yetiştim /kaldım gölge tanımayan güzelliğinle” ya da “ sen o çıktığım sularsın, zencim benim” demesi bundandır. Orhan Murat Arıburnu’ndan alıntıladığım şu dizelerde, bu nedenle burada ilgi çekicidir. Erkek, karar verme mercii tavrını sürdürür yine. Ona süslenen kadın, onun için gülsün, elbisenin darını erkek için giysin ya da giymesin istenir. Giyilecekse onun için giyilecek, zevkten çıldıracaksa o çıldıracaktır. Peki ya o ne yapacaktır? Muhtemelen tavrını değiştirmeyecek, yöneten tavrını sürdürecektir. İşte Orhan Murat Arıburnu’nun Havva’nın Kızı adlı şiirinden dizeler; “bacak bacak üstüne koyma / ortadan ayırma saçlarını / gülerken deli edersin / gülme / esvabın darını giyme / hele kapının önünde durup mehtaba karşı / elini elime verme” Ona Nevzat Çelik’te Anımsamak Kuşları adlı şiirindeki şu dizeleri ile katılır; “ ne mümkündü görmemek hissetmemek / incecik parmaklarında aşkla tüterdi / değer değmez dudaklara / bütün sigaralar erkekti” Aslında buradaki “ bütün sigaralar erkekti” ifadesi çok şey ifade eder. Çünkü her şey gibi sigarada erkeklere mahsus bir şeydir. Öyle düşünülür. Erkek elinde sigara ile dolaşır, göze batmaz, ama ya kadın? Bununla birlikte, erkek tarafından zayıf görülmüş, güçsüzleştirilmiş kadın, onun gibi olarak ya da erkek gibi tavır sergileyerek, kendini güçlü kılmaya çalışır. Bu, çoğunluk alışıldık bir şey olarak karşımıza çıkar. Siyasete soyunmuş kadınların, kullandıkları beden dili, ( erkeksi) bu anlamda önemlidir. Kadının yazdığı şiirde de, bu tarz yaklaşımlara bazı dizelerde rastlanılır. Kimi kez, kadınların farkında olmadan kullandıkları söyleme, “ acemden gelme ipeklileriyle / övünen bir eksik etek, bir yarım akıl” dizeleriyle, Lale Müldür eklemlenebilir. Nazan Öncel’in bir şarkı sözünde, “ sokarım politikana” demesi ise dikkat çekicidir. Ama her şeye rağmen yalnızlık… Metin Altıok’un, Sarıl Bana adlı şiirindeki şu dizelerde olduğu gibi… “ Bu yaşa geldim içimde bir çocuk hala / sevgiler bekliyor sürekli senden. / insanın bir yanı nedense hep eksik / ve o eksiği tamamlayayım derken, / var olan aşınıyor azar azar zamanla. / anamın bıraktığı yerden sarıl bana” Çünkü erkek iktidarını oluştursa da yalnızdır. Her ne kadar iktidar bunu gerektirse de. Erkek, bunun bedelini ağır öder, dolayısı ile kadın da. Ve belki de binlerce yıldır süregelen çatışmada burada başlar. Çatışma ama yalnızlıkla örülmüş bir çatışma. Bu yalnızlık ise Evler’in şairi Necatigil’in Evler şiirine şu şekilde yansır; “ Yeni yeni tüterken ocakların dumanı / - kadın en büyük kuvvet erkeğin işinde - / Erkekleri kaçtı, kadınları kaçtı / Evler dilsiz şikâyet, kaçmışların peşinde” derken yalnızlığından, evlerin içindeki yalnızlıktan ve aslında erkeğin kadına olan ihtiyacından söz eder. Çünkü kadın erkeğe destek olmak için vardır. Onun arkasını toplayacak, işlerini kolaylaştıracak, özel kararlar vermesini sağlayacaktır. Bir anlamda, erkeğin varlığı kadına bağlıdır. Kadın ise, kendine öğretilmiş değerlerle, kendine güvensiz bir şekilde, erkeğinin peşinden gitmeyi kendine çoğunluk görev bilmiştir. Bu görev bilinci de, erkeğin varlığını sürdürmesinde, krallığını yaratmasında etkili olmuştur. Şiirin erkeklerinde erilliğin yoğun olarak gözlemlendiği şairlerden bir tanesi de Nazım Hikmet’tir. Nazım Hikmet, Mavi Gözlü Dev, Minnacık Kadın ve Hanımelleri adlı şiirinde, kendini ya da kendi özelinde başka erkekleri, kadını da bulunduğu konum itibariyle açıklar. İşte şiirden dizeler; “O mavi gözlü bir devdi / Minnacık bir kadın sevdi. / Kadının hayali minnacık bir evdi, / bahçesinde ebruliii / hanımeli / açan bir ev” Dikkat edilirse burada erkek mavi gözlü bir dev olarak verilmiştir. Erkek koruyan, kollayan özelliği ile ön plana çıkmaktadır. Kadınsa minnacıktır ve tek hayali de minnacık bir evdir. Çeyiz yapan kadın, pembe panjurlu ev düşleyen kadın… Bu nedense hiç değişmez. Yerleşik hayata geçildiğinden bu yana, rollerin kesinleşmesi ile birlikte durum böyle olagelmiştir nedense. İktidar birilerinin eline geçmiş ve o da bu iktidarı, yalnızlaşması pahasına kullanmıştır. Yine Nazım Hikmet’le devamla, onun Kızıl Saçlısına başlığı altında yazdığı şu dizeler oldukça dikkat çekicidir; “ Pembe yanaklı al dudaklı bir karım olursa eğer… / olursa 24 ayar ahlaklı… / anama bakar gibi bakar… / İlaha tapar gibi taparım… !” Erkek kadının el değmemişini, bakirelik gibi, toplum tarafından kadına biçilmiş rolle kutsanmış bir kadını istemektedir. 24 ayar ahlaklı kadın olmazsa, kadın sevilmeyecek ya da ona tapılmayacaktır. Günümüzde olanca hızıyla devam etmekte olan töre cinayetleri göz önünde bulundurulduğunda durumun önemi sanırım daha bir anlaşılır. Güç erkeğin elindedir, o, ol derse olur. İşte bu güç, Dağlarca’nın Ak Türkü adlı şiirine “ “baba dağlar” şeklinde yansır. “ … Baba dağlar uzakları bekler / Gece ulu gece gelirdi en son / Durur idik uykulara / Güler idi yıldız bacı” Dağ yüksektir, yüksekliği onu güçlü kılar, Gecenin karanlık olması ile nerdeyse eş değer bir duygudur bu. Dağ ile bir baba görüntüsü çizilmek istenmiştir. Bunun yanı sıra, bacı ile de yıldız eş değer tutulmuştur. Çünkü yıldız bir parıltıdır uzakta. Kadında ancak parıldar, ışığı egemen güce göre güneşten daha azdır. Şeref Bilsel’de, Safran adlı şiirinde, erkek gözü ile kadını, yani annesini şöyle tanımlar; “ orada babam… telaşlı, yeni ayrılmış / yağmurdan, tütün ve merhamet kokuyordu / anam hiçbir şey yapmıyordu / ölmekten başka / aç aç bitmiyordu kapılar / anamdan öğrendim saklı kalmayı / beni merak etti bahçeler / ısırgan otları nasıl kendi içine bağırırsa öyle bağırdım, çünkü zehir tene varırsa / ölür” yukarıdaki dizelerde kadın, yani anne görüntüsü bin yıllık süreci içerisinde verilmiş, kadının susmaktan başka bir şey yapmadığı, daha çok da saklı kalmayı tercih ettiği, özellikle vurgulanmak istenmiştir. Ki, neolitik döneme bakıldığında bile, göze çarpan bir şeydir bu. Kadın onca saygı görmesine karşın, onun, ‘ egemen olduğu ama yönetmediği’ antropologlar tarafından ifade edilmiştir. Tam da bu noktada, kadın at, avrat gibi bir takım şeylerin kutsal sayıldığı bu coğrafyada, yine tüm olumsuzlulukların kadının üzerinden, ona atfedilmiş, küfür niteliği taşıyan bir takım sözcüklerle gerçekleştiği gözlemlenir. Yakın tarihimize baktığımızda en azından gözlemlediğimiz budur. TV kanalları da, gösterime giren dizilerle bunu destekler. Hırçınlık ve öfke, yükselen milliyetçilik, halkların birbirine kırdırılması… Bu anlamda bakıldığında Cem Karaca’nın, bir zamanlar söylediği bir şarkı sözünden alıntıladığım; “ at bizim, avrat bizim, silah bizim, şan bizim” sözleri, tamı tamına söylenenlere uygun düşer. Süreç içerisinde, erkeğin metalaştırdığı kadın, yine erkeğin dizelerinde, onun, eril narsizminin bir parçası olarak var olmuştur. Bu da kadının, kendini kayıp bir ada olarak görmesinin nedenidir. Fakat her şeye rağmen vardır. Hem de doksanlardan itibaren, edebiyat ve hayatın her alanında kendini var ederek. Kendini gösterir ama şairin dizelerinde, şu şekilde yer almaktan, kendini kurtaramaz. Cihan Oğuz, Mehteran Bölüğüyle Enternasyonal adlı şiirinde, şu dizeleri söyler işiten kulaklara; “ Bizi bize o diye tanıtıp kandırdılar ya / Kimliksiz olmamız bu veçile / Şimdi ne kadar konuşsak o kadar suskunuz / Kelimeler aslına rücu etmeye korkan birer orospu çocuğu / Her satıra zorla vesika etmişler masum halini” der. Cemal Süreya’da ondan farklı değildir. Onun bir şiirinde kente, kibar ve fahişe gibi sıfatlar yakıştırılır. Kişne Kirazını ve Göç, Mevsim adlı şiirindeki göze çarpan dizeler şunlardır; “ Kent, / Kibar ve fahişe sıfatlarla / kuş barsaklarında tembelleştirdiğin ilkeyi” Burada, Ahmet Telli’de, Su Çürüdü adlı şiiriyle anılabilir. Yetmişli yılların toplumcu şairi Ahmet Telli, ezilen insan görüntülerini, şiirine resmederken, aynı hassasiyeti şiirinde göstermez, gösteremez. Bu da onun dizelerine, şu şekilde yansır; “ Kaşarlanmış bir orospu gibi / durmadan çarpıyor bir delikanlıya” dizeleri erkeğin erilliğini, yalnızlığını göstermesi bakımından önemli olmakla birlikte, bir de araya sistem sorunu girer. Gittikçe yalnızlaştırılmış erkek, kendi açmazını, kamuoyuna yansıtır. Kamuoyuna yansıtılan şiirlerden bir tanesi de, şair Abdülkadir Budak’ın, Aile Reisi adlı şiiridir. Abdülkadir Budak’ın Aile Reisi adlı şiiri, bu anlamda önemlidir. Çalışan, tek maaşla ailesini geçindiren, sonunda, vahşi kapitalizmin diliyle konuşan, bir şair tiplemesi ortaya çıkar. Bu sistem içerisinde erkek, ailesini geçindirmek zorunda kalmış, ezilen ama egemen gücü simgeler aslında. Şiirinin adının Aile Reisi olması ise bu anlamda ilginçtir. Çekinmesiz, belki de kendi olağanlığı içinde hayatın, şair içinde bulunduğu sistem ile özdeşleşmiş, kendi gerçeğini, bir anlamda eril düzenin onun üzerinde kurduğu baskıyı, acıyı dillendirmiştir. İşte, Aile Reisi adlı şiirden dikkat çeken dizeler; “ Değişmek diyordunuz o da oldu sonunda / Et yok ama yapılır iskeletin hesabı / Vahşi kapitalizmin diliyle konuşurum / Bu benim tarzım değil bu benim acım / Varlık nedenim ailem ama yoruldum” der. 70’li yılların toplumcu şairlerinden İsmail Uyaroğlu’da, ataerkil bakış açısıyla, kadına bakan şairlerden yalnızca bir tanesidir. Onun, Düğme adlı şiirindeki şu dizeler bu bakış açısı ile yazılmış, ondan, yani kadından, kendini tanıması istenmiştir.“ Eteğini kaldır. Karanlığını tanı / Haydi artık soyunup yatsana / Kızsın ne güzel kan olur her yer” Yine o dönem şairlerinden, Erol Çankaya’da, erkek egemen söyleme yaslanarak, şiir yazan şairlerimizdendir. Çankaya, Korku adlı şiirinde; “ Neler oluyor dışarıda? / ozalite çekilmiş bildiriler, fabrika girişlerini süslüyor / Yiğit ve erkekçe bir ses ilk satırlarda: / ‘ yurttaşlar’ ” der. Şiirimizin önemli ismi Ahmet Erhan’da, egemen söylemden kurtulamaz. Kendisine öğretile gelenle varlığını sürdürür. Çünkü erkeğin var olabilmesi, kadının onun arkasında, yanında olması ile ilintili bir şeydir. Kadın doğurur, erkeğin sevdiği şeyleri sever, susar ve erkeğini mutlu eder. TV kanallarında, ünlü erkeklerin arkasında duran kadınların, kendileri ile yapılan röportajlarda mutluluklarını, erkeğin bir adım gerisinde durmaya borçlu olduklarını söylemeleri ile durum daha da vahim bir hal alır. Ahmet Erhan’ın Sunu adlı şiirinden alıntıladığım dizeler bu anlamda önemlidir. “Yaşamı benimle bölüşecek”, “ Sevdiğim şeyleri sevecek” , “ Çocuklar doğuracak” derken Erhan aslında, burada kadına biçilmiş rolü de ifade eder dizelerinde. Erkeğin sevdiği şeyleri sevmek, istemese de ona çocuklar doğurmak… Yapılan her şey nerdeyse erkekler içindir. Bu da, Ali Cengizkan’ın dizelerine kendini hissettirir. Ali Cengizkan, sevilen şiiri Solfasol Otobüs’ünde, sevdiği kızın, özellikle kızoğlan kokusunu duymak ister. “ Bu otobüs en kalabalık, / Yollarda hemen her gün kaza, / Ama olsun, biz yine ona binelim. / Şöyle geç, hem biraz daha sokul, / Duymak isterim o kızoğlan kokunu” Cemal Süreya’nın, İngiliz adlı şiirinde ise, tuhaf bir böbürlenmenin kokuları hissedilir. ( Ki bu cinsellik anlamında alınmalıdır ) Dizelere bakıldığında bu tuhaf koku şu şekilde kendisini gösterir; “ Ayakta duran kadınlar olur ya / Meryem bunlardan / Üç türlü ayakta duruşu var / Birini yalnız bana kullanıyor / - Güzel mi bari / - Hem de nasıl” Gücü elinde tutan erkek, çekinmeden yazar. Bu belki de, onunla yani erkek ile içselleşmiş, olağan bir durumdur. Bin yılların etkisiyle yazmıştır hissettiğini. Yazsın tabi de kadının da çevresine tel örgüler örmesin, gerçeğini gözden kaçırmaması dileği ile. Fakat nedense, erkekler için geçerli olabilen bir takım şeyler, kadınlar için pek geçerli olmaz. Erkek göğsünün güzelliğini, bacak aralarını birkaç kişi dışında, rahat bir dille yazabilen şair kadın, nerdeyse yok gibidir. Erkekse rahattır. Tam da bu noktadan bakıldığında, erkek şairlerin, şiir cumhuriyetinin geniş bozkırlarında rahatça dolaşabildikleri gözlemlenir. Serkan Işın’ın severek okuduğum İyi Bir Şeyhin Telesekreter Mesajı şiirinden alıntıladığım şu dizeleri, bu rahatlığın ürünüdür; “ belli bir göl, bir su yolu, bir hayat / bir bina; yolları ile geliyor fırtına; / bozum, leş gibi kokan hayalarım, / evet ya işte / insanlar hemen yanımızda! Şimdi ve burada” ya da Cevdet Karal’ın, Siyah Kar Lekesi adlı şiirinden alıntılanan şu güzelim dizeleri, erillik kokmasa da, olsa olsa rahat bir söylemin ifadesidirler. “ serin tapınaklara girdin durulmadın / serap öldü, rüzgâr saldı / kumdan atlarını, bu son kum / sal / dı ya / ne sandın / şehvetli bir dua / gibi boşaldın / kasıklarından hayatın” Erillik, rahatlık bir yana sonuçta insanoğlu yalnızdır. Bu kadın ya da erkek de olsa. Bununla birlikte toplumsal olayların insanı ya da şöyle diyeyim şairleri de etkilediği bir gerçektir. Her ihtilal sonrası ortaya çıkan özgürlükçü ortam, değişik şair tiplerinin ortaya çıkmasında da etkili olmuştur. Örneğin 27 Mayıs hareketi, 12 Mart Muhtırası, toplumcu gerçekçi şairlerin ortaya çıkmasında etkili olmuş, ne ki bu şairler savundukları eşitlikçi sisteme, yazdıkları şiirlerle ters düşmüşlerdir. Burada, ters düşmelerinin altında, bin yılların, onlar üzerinde yarattığı, kemikleşmiş etkiyi aramanın mümkün olabileceği, bu nedenle de bu şairlerin “erkek” ya da şöyle diyeyim erkek şiirleri” yazmış oldukları dikkat çekebilir. Bunun; yani o dönemde yazılan şiirlerin, şimdi bile okuyanlar üzerinde yaratacağı olumsuz etki bir yana, sürecin devam ettiğini, kırılma yaşansa da gözden kaçırmamak gerekir. Kısaca, demek istediğim belki de, şimdiden geriye dönüp baktığımızda, binlerce yıl ötesinden gelen, bir yalnızlık teknesinin şimdi de var olduğudur. Terazininse ayarı bozuktur. İbrenin ucu hep erkeği göstermektedir. Bunu, edebiyat dünyasını kıstas olarak düşündüğümüzde, gelinen noktada en azından erkek şiirinde, eril söylemin az çok kırıldığı, “ kalemin erkekliği temsil ettiği günlerden, sayfanın kadın yaratıcılığını temsil ettiği günlere gelindiği” dikkat çekici bir şekilde hissedilmektedir. Ne ki aşılacak çok yol vardır.

1) Yusuf Alper, Şiir ve Psikiyatri Kavşağında, Okuyanus Yay, s. 69, İstanbul 2001

BETÜL TARIMAN

* Bu yazı Betül Tarıman'ın izniyle yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok: