20 Ocak 2016 Çarşamba

"Abdülkadir Budak'a mektup" / Sennur Sezer


       Merhaba Abdülkadir Budak,

       Mesafe’yi okurken bir dize takıldı dilime: “Anne geç kalmıştır, şiir bitmiştir”. Şiirin bitmesi annenin önleyebileceği bir kazaydı sanki… Birden burnumun direği sızladı. Şiirini gün boyu düşünüp bitirememenin acısı mı, önleyebileceği ne çok kaza olduğunu düşünüp dünyadan sorumlu olmanın ağırlığı mı? Sen ki şiirlerini babalara yazarsın amacın bunların hiçbiri değildi belki. Belki de annelerin şiire yetişememesinin ağıtıdır: “Anne geç kalmıştır, şiir bitmiştir”.

       Seni daha çok Leylalarla anımsayacaktır Türk şiiri, gövdene işlediğin Leyla deseniyle. (Gövdene işlenmemiş bir yüz nasıl yansır gömleğine? Belki de yalnızca bir Ah sözcüğüdür, ya da bir gözyaşı izi: Leyla deseni. Leyla’nın kim olduğunu ve nasıl göründüğünü onun sevdasıyla Mecnun olan bilebilir.) Ustalarımızdan biri, bizdeki âşıklık yeteneğinin Mecnun’dan geldiği söyler. Gerçek âşıkların da bizler olduğu da… Mecnun’un yalnızca adı kalmıştır. (Bunca tutkunlukla övünmek genç şairin şanındandır.)

       Sevgili Abdülkadir,

       Şiirlerinde endişe sözcükleri cam kırıkları gibi ışıldıyor, uyarıyor boyna. Kimi zaman bir mermerin mezar taşı oluşunda değer yitirişine, kimi zaman bir kaplumbağanın kamyona yenilişinde. Ve beni yeniden inciten bir dize “Atarım içime yazmam bir daha”. Tutulması olanaksız bir söz bu bir şair için. Zamanın karşı konulmaz yıpratması mı böyle un ufak eden içindeki sevinci: “Bol gelirken gündüze gecenin elbisesi”.

       Daha dün Kayseri’de bir demet coşkuydunuz, bir heyecan. Yine bunaldığında dile getiremediğin istek mi yakıyor içini: “Bir dergiden söz açın, kitap çıkarmalardan/Yarışır gibi şiirler yazdığımız günlerden”. Duruldunuz mu? Ayrıldınız mı birbirinizden. Yalnız kalmanın büyüklüğü mü çöktü üzerinize. Mırıldandınız mı: “Zaten kan kaybetmeye alışkın bir adamım”. 

       Uzak kaldığınız şehirler çocukluğunuz gibi geri dönülmez ayrıntılara mı bölündü. Akşamüstü çay içtiğiniz bir bardağın elinizden kayıvermesi gibi… Boğazınızda bir buruk tat. Çocukların kucaklanmayı reddedişi gibi Doğu’da bir şehrin kapısından girmek gelmiyor içinden. Büyüdüğünü mü düşünüyorsun? Doğduğu şehre küser mi insan, ama işte yürek söz dinlemez, küsüyorsun. Ben bilsem de başkaları bilmez ki Sivaslı olduğunu. Sivas’ın tarihinde kan ile şiir birbirini yenilemiştir.

       Küsmen gereksiz, şehri değiştiremezsin, tarihi de…  Gömleğini değiştir. Bu kez bir Pir Sultan gölgesine düşmüş gül, alevlensin deseninde gövdenin. Gülleri sula, güvercinleri suvar, şiirle an arkadaşlarını küslük elverir… Unutma “Koklanmayan gül üşür!”

       Sevgili Abdülkadir Budak,

       Şiir içindeki çocuğu korumaktır belki. Lunaparklarla avutmak… Bir bardak ayran, bir sıcak börek yeme umuduyla sıcakta biçilen ot,  yaya yürünen yol. (Şiir yoksul bir çocuktur. Her şeye şaşmaya hazır… Sevinmeye hazır. Genç bir adamdır babası, babalığa doymadan ölmüş. Kokusu yitik, bayramlarda uzak uzak tüter.)

       Sevgisizlikten yakınan bir şairsin. Sevecenliği belli olanlardan mısın? Şiirinin sözcüklerini nasıl seçiyorsun, tınılarıyla mı? Ahşabın tınısını mı seviyorsun, metalin mi… Hangi madenin tınısı daha yakın sana. Gümüşün tınısı mı sıcak, çeliğin mi?

       Sevgili Abdülkadir Budak,

       Lanet Okuma Hakkı’n var elbet. Ama bence aşk dile düşmanlarına. Günümüzde gerçek aşk kadar yadırgı duygu mu var insanlarımıza. Tüketirse aşk tüketir yapmacıklığı.

       Sana, bütün şairlere olduğu gibi , aşk yakışıyor zaten, lanet değil.

       Sevgilerimle...


Sennur Sezer

Hiç yorum yok: