28 Nisan 2014 Pazartesi

ONUR AKYIL



(25 Ağustos 1980, İzmir - )

İlk, orta ve lise öğrenimini üç ayrı şehir, beş ayrı okulda tamamladı. Üç üniversite, dört bölüm terk etti. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Dramatik Yazarlık Ana Sanat Dalı Dramaturgi Eleştiri Ana Bilim Dalı’ndan “Bernard Marie Koltes Oyunlarında Tematik Bağlaşım” adlı teziyle mezun oldu. Halen aynı okulda yüksek lisans çalışmalarını sürdürüyor. İzmir-İstanbul hattında yaşıyor.
Ünlem dergisinde yaklaşık iki yıl süreyle, genç ürünlerin değerlendirildiği ‘Arkadaşça’ bölümünü yönetti.
İlk şiiri 1999’da yayımlandı. Şiirleri, öyküleri, yazıları ve söyleşileri Akatalpa, Akşa-müstü Saat Beş, Akropol, Alaz, Arkadaş, A.Ş.K., Aykırı Sanat, Berfin Bahar, Birgün, Birgün Kitap, Birgün Pazar, Budala, Caz Kedisi, Deliler Teknesi, Dize, Eliz Edebiyat, Gard, Gediz, Hariçten Gazel, Hayâl, His-siz, İle, Kaburga, Kadıköy Underground Poetix, Kandil, Kara Kalem, Kuşak, Lodos, Mavi Liman, Öykü Gazetesi, Palto, Pankart, Pulbiber, Sınırda, Sıvadık, Şiirden, Şiirkent, Taflan, Ünlem, Varlık, Virgül gibi dergi, fanzin, gazete ve eklerinde yayımlandı.
Ödül: 2006 Rıfat Ilgaz Jüri Özel Ödülü, 2008 Ergün Günçe Övgüye Değer,  2008 Ali Rıza Ertan Şiir Ödülü, 2013 Nihat Akkaraca Öykü Ödülü, “Unutacak Kimse Yok” adlı dosyasıyla Urla Belediyesi ile Cumalı - Seferis Gökyüzü Kültür ve Sanat Derneği'nin birlikte düzenlediği 2014 Necati Cumalı Şiir Ödülü’nü aldı.
Yapıtları: Şiir: Vietnam Mektubu, 2008, Şiirden, İst.; Unutacak Kimse Yok, 2014, Şiirden, İst.; King, 2015, Şiirden, İst.; Komün, 2019, Şiirden, İst.
Öykü: Yalnızlık Yengen Olur, 2014, Kanguru, Ank.; Dün Gece Çok Gençtim, 2016, Can, İst.; İmparator ve Köstebek, 2018, Edebi Şeyler, İst.
Roman: Proleterler için Patafizik Dersleri, 2019, Can, İst.
Kaynaklar: Can Yayınları internet sitesi.



Hakkında Yazılan Yazılar:

1 ‘Yaz’mış..!  

       ‘Çaresiz değiliz hiçbirimiz, çare aramaktan şaşkınız’ diyenlerin öyküsünü yazmış Onur Akyıl. Ankara’da devletin, soğuğun ve aşkın sonsuz olduğunu düşünenleri unutmamış. Üç şehrin, Ankara, İzmir ve İstanbul’un içinde dönenleri not etmiş. Eğitimli, geçmişte sol gruplara katılmış, şimdi yetişkin, hayatın çemberine dâhil olanların öyküsüne eğilmiş. ‘Mananın kendi kendisini yarattığı bazı ender anlar’ içinde yakalamış insanlarını. ‘Az uzakta ikiye ayrılan bir yol gibi’ kendilerini bölünmüş hissedenlerin öyküleri aynı zamanda bunlar. Geçmişte kalmış, ama hayatları bugüne yığılmıştır insanların. Çünkü ne kadar kaçarsa kaçsın kişiyi ‘görür geçmiş’.
       Geçmiş, kitaptaki öykülerin ana yatağıdır. Bir rahim gibi hatırlayışlarla durmaksızın döllenir. Öykülerde tek tek bireyler anlatılsa bile, sembolik yükleri gerilimlidir. ‘İnsan işte; her şeyin başı, her şeyin sonu, bir kendinin ortası’dır sonuçta. Ortada olmak, ortada kalmak anlamına geldiği kadar, diğer insanların özlerini toplayan ayna niteliğine de bürünür. Bu yönüyle Onur Akyıl’ın yazdıkları uzun vadede sağlam metinler olmanın dışına çıkıp öykü olarak yaşama ihtimali taşımaktadır.
       Her hikâye, çokça, biraz da geriye dönüştür. Öykücü metni teknik bakımdan, öre öre, ileriye doğru kurar, geliştirir, genişletir. Önemli olan kısalık veya uzunluk değil, uzam ve kapsama bağlı çağrışım gücüdür. Şiirsel çağrışımdan duyurmakla değil anlatmakla ayrılır öyküdeki çağrışım. Akyıl, yer yer değil çokça, şiirsel dilin imkânlarına yaslanır. Öykü olmakta karar kılar sonunda. Geçmişe dönüşte, hafıza hep ana kaynaktır. Hayal gücünün değil hafızanın araya girmesi, gerçeklik duygusunu kabartıyor. Geçmişin güncellenmesi, pişmanlık, hasret, acı gibi duyguların ağır basması bir yana, tematik olana tek başına bel bağlamamak, asıl dile tutunmak önemlidir bu noktada.
       Akyıl, geçmişe el uzatırken sadece bireyleri değil bazen eşya ve zamanı da devreye sokuyor. İnsanı, kendi doğal ortamı açısından kavramak ve bu kavrayışı okura aktarmak noktasından gerekli gözükse bile bu tercih, ‘Dün Gece Çok Gençtim’deki öykülerde, canlı varlıklar olarak karşımıza çıkarlar. İnsanın dargınlığına, ‘neden böyle dargın olduğuna’ dayanak da olur. Zaten ‘sonra, yeniden neden dargın olduğunu hayat insana öğretecektir’ hep.
       ‘Korkunçsun insanoğlu, korkuncuz!’ diye konuşturur kişilerini yazar. Bu korkunçluğu akıl üstü, metafizik, gerilim katsayısı yüksek anlatıyla aktarmaz. Âdeta bu korkunçluk artık bir normallik hükmündedir ve büyük korkunçluğu oradan gelir. Üç arkadaş bir araya geldiklerinde, bunlar bazen iki kadın bir erkek, iki erkek bir kadın, eski iki sevgili, çok yakın eski iki okul arkadaşı da olabilirler, mutlaka iki kişinin bildiğini birisi bilmemektedir. Açık edilen sır da artık yazıdadır.
       Kırık bir dille, kesik kesik konuşmayı, sürçmelere aldırmadan ilerleyen bir sentaksı tercih ediyor Onur Akyıl. Rüzgârın ters çevirdiği şemsiye gibi kırık dili. Okkalı, belagate tutulmuş bir dil değil bu. Kesiklik, kısa cümleler öykülere ritim veriyor. Yazar özne ile okur özne arasındaki mesafeyi kısaltıyor. “İnsan bir şeyler anlattığına sevgilidir” derken, okuru da bir sevgili gibi önemsediğini, çıkarabilir miyiz buradan? Belki. Ben, ‘Dinliyor’ başlıklı hikâyedeki ‘Müsait’ beyi sevdiğimi söylemeden geçemeyeceğim. Hiç kendi dilinden öyküsünü dinleyemeyeceğiz Müsait Bey’in ama, eşinin ‘beklemenin ışığı’ altında ona yönelttiği nazar hem çok anlaşılır derecede hem de geçmişi, trajik bir bugün olarak şahsında somutlanması yönüyle çarpıcı.

24 Haziran 2016, Radikal Kitap
Ömer Erdem

1 Bir gecede yaşlanmanın öyküleri

       “Kaçacak yer yok aslında; eninde sonunda anlıyor insan, anlatıyor hayat. Öyle bir yere geliyorsun ki elinde, cebinde yalnız çaresizlik var, yalnız çaresizlik birikmiş. Dünyayı yaşamaya değil; anlamaya, anlatmaya soyunanların karşılıksız hayatları. Yeryüzüne serpiştirilmiş, delemeyen toprağı, tutmayan, kök salamayan tohumlar. Bilmeyen mutluluğu. Şehirlerde, kasabalarda, başka yerlerde yağmuru bekleyen; konuşmak, dövüşmek, sevişmek için bekleyen. Biz işte; sen, ben.” (s.59)
       Yukarıdaki satırlar, Onur Akyıl’ın Can Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı Dün Gece Çok Gençtim’den.* "Dün gece çok gençtim,” cümlesi aslında bir kısacık öykü. Tek gecede olan biten bir şeyler var ve o gecede neler yaşandığını; her biri sanki bu kısa zaman diliminin yoğunluğunun seyrekleştirilmesi, anlatının geniş zamana yayılarak yavaşlatılması girişimi olan öyküler anlatıyor.
       Bu öyküler, sonunda çoğunlukla yenilgi olan mücadeleler, tecrübeler üzerine olmakla beraber, yazarın aşka ve devrime değer verdiği kadar, yalnızlığı ve bekleyişi önemsediğini de duyumsatıyorlar.
       Yenme arzusunun eziciliğindense yalnızlığın ve içe çekilişin besleyiciliğinden yana, değerli yalnızlığın sonucunda gelen hesaplaşmanın neredeyse tüm öykü kişilerinde sürdüğü, sonrasında hesaplaşmanın daha romantik, kısık sesli itiraza dönüştüğü öyküler bunlar.
       Dinliyor adlı öykünün kahramanı 'Müsait' rakı masasında kurtarmaktadır memleketi. Sarhoş olup arkadaşları tarafından eve götürülür, “yengeye” teslim edilir. Yenge yıllardır Müsait’i kapıda, “postadan gelen bir mektup gibi” teslim almaktadır. Bir zamanların gözüpek devrimcisi Müsait’in kimliğinde çizilen, yenilmiş bir adamın portresidir ve öykü bir devrin panoramasını gözler önüne serer. Yine de umutsuzluk yoktur:
       “Yenilmiş, tükenmiş neferleri çok olsa da hâlâ dünyanın bir yerlerinde güzel günler için çoğalıyor binlerce başka anı…” (s.38)
       Onur Akyıl, ilk öykü kitabı 'Yalnızlık Yengen Olur’daki gibi, şiirsel, imgesel dilini korumuş ve öykünün anlatımcı yapısını bozmamış. Mırıldanırcasına yazılmış satırların atmosferinden çıktıktan sonra öykülerin aslında bir şey anlatmıyormuş gibi yazıldığını fark ediyorsunuz. Onur Akyıl’ın kendine özgü biçeminin başarısı, neredeyse sayıklama denebilecek bir dille kapsayıcı ve kuşatıcı bir anlatı dünyası kurabilmesinde görülüyor:
       “Olmayan onca şeyden sonra ne değişti? Baktığın, baktığım, baktıkları yüzler. Her şeyin ülke olduğu ‘yeni’ denen bir hayat. Ama artık uzaysız evler, daha az tedirginlik. Eskiyi serbest bırakmak senin için. ‘Kurtuluş’tan sıyrılmış bir Kurtuluş Parkı; şehrin göbeğinde şaşkınlık, mevsim, banklar. İşte o başka şeylere, en çok da gündelik bir işe benzeyen, benzettiğim hatırlamak. Öykü burada. Birkaç sözcükte; birkaç sözcüğün içinde gizli.” (s.87)
       Anomali adlı öyküde geçen yukarıdaki satırlarda yazarın kendisinin de belirttiği gibi öykülerin öyküleri, metinlerde içteki bir çekirdek gibi beliriyor ya da çekirdeğin çevresinde bir hale gibi yer alıyor.
       Yazarın şiirsel, akıp giden ritim yakalayan, anlatımcı, belki biraz sayıklamalı öykülerinde, kaybolmuş, yitik ya da böyle olmayı tercih etmiş bireyin kendisiyle, kurumlarla, devletle derdi var. Yani yazar, istediklerini lafı evirip çevirmeden söylüyor ancak okuru sözlerden oluşan bir büyülü atmosferin içine bırakarak yapıyor bunu:
       “Haz denen şeyin sona yerleşmesi bundan belki; biterken haz, sonlanırken. Her insan ustalaşmak ister insanda; ideoloji budur, devlet budur, ihanet budur. Görülmüş ama okunmamış kitaplar birikir öğlenleri raflarda, önünden geçilir bilginin ve anlamın… Durmadan suçlusunu aradığın şeyin, adı her neyse, bütün meselesi bu. Bir duvara çarpmakla, bir duvara yaslanmak arasında bu yüzden bir fark yok.” (s.88)
       Diğer yandan, kitapta, okumanın kendiliğinden ve sakin akışına kapıldığınız sırada sanki balyoz yemişsiniz gibi afallatan cümleler var. Bunu, okudukları kitaplarda altını çizecek satır bulamadığını söyleyen okura demiyoruz elbette; öykü ve şiir konusunda birikimli, yazının politik alandan soyutlanmış bir eylem olduğuna gülerek karşı çıkan, yazma eyleminin dolambaçlı yollarını en azından tahmin edebilen okur, cesur, çekincesiz, şiirden el alan daha dikey söyleme kayan şu cümleleri sevecek örneğin:
       “Sevişti sayılmaz yani kocasıyla; başka bir şey sevişmek; belki de en son kocalarla… Kocalar, babalar, erkek kardeşler, ağabeyler… Sevgililer daha masum. Kocalar düzenli ordu, sevgililer gerilla…” (s.15)
       “Salonda iki insan; baş başa, bir başına. Ey ışık, ey yokluğu insanın dedi boşluk; sanki evden Edip Cansever geçti.” (s.23)
       “Efendim aşk biraz polise benzer bir devrimci için. Olmadık bir yerde, olmadık bir gülümsemeyle kimlik sorar, dalga geçmeye yeltenir, beceremez, kızar; alır götürür.” (s.33)
       “Fakat sanki devlet dediğin bir polis mi Allah aşkına? Ya yengenin sabah sabah elin bıyıklı, soluyan adamını avlusunda görüveren babası?” (s.36)
       “İnsan en çok Ankara’da devletin, soğuğun ve aşkın sonsuz olduğunu düşünüyor.” (s.85)
       “Yaz dalgınlıktır.” (s.94)
       Onur Akyıl, genç kuşak öykücülüğümüz içinde özgüvenli ve farklı bir ses. Onun Dün Gece Çok Gençtim ile artık öyküde kendine has bir yer edindiği ve kendi özgün dilini, biçemini kurduğu görülüyor.

7 Temmuz 2016, Birgün
Zeynep Sönmez

1 Dün Gece Çok Gençtim

       Onur Akyıl’ın geçtiğimiz Haziran ayında Can Yayınlarından çıkan öykü kitabı, on bir öyküden oluşuyor.
       Öykülerinde, sosyoekonomik yapısıyla yaşanması gün geçtikçe zorlaşan kentlerdeki insanların yalnızlığını, sıkışmışlığını, tedirginliğini, güvensizliğini ve yaşama dâhil olamamasını dile getiriyor. Neoliberal politikaların, tüm değerlerini yıkıp yerine sadece tüketimi koyarak yarattığı kent insanın, yaşamdan nasıl soyutlandığını ve yaşama anlam katma becerisini nasıl yitirdiğini bu öykülerde bulabilirsiniz. Kitabın ilerleyen sayfalarındaki ‘Yarına Kaç Gün Var’ öyküsü tam da bu anlamda bir öykü. Öykünün bitiş cümleleri de, yaşanılan bu çıkmazların özeti gibi.
       “Başı sonu belli olmayan bu şehirde, başı sonu belli olmayan insanların, başı sonu belli olmayan mevzuları da böyleydi işte.
       Demek sonunda bitiyor her şey.”(sf:71)
       Akyıl’ın anlatım biçimi; kişinin kendisiyle hesaplaşması, kendisini anlamaya çalışması, bir iç döküş samimiyetinde olduğundan, denemeleri de çağrıştırıyor. Ayrıca, öykülerinin anlatımına, şairliğinden gelen şiir dili de yansımış. Kısa kesik ve vurgulu cümleler, öykünün anlatımcı yapısını bozmadan, ona şiirsellik katmış. Kitaba ismini veren ‘Dün Gece Çok Gençtim’ öyküsü şiir formunu duyumsadığımız öykülerden biri.
       “Dün gece. Nasıl oldu anlamak zor; koynunda Meryem’in, uzanmış yorgun. İçmişiz biraz; yeryüzü içmiş, öfkeler, kırgınlıklar, her şey sarhoş. Aldatıyor kocası; buluşuyoruz arada.” (sf:13)
       “Dün gece; bulvarda bir akşamüstü gençliğimiz; ev, içki ve sarılmak arayan. Yırtıcı heves.
       Dün gece ikimiz de..
       En genç ben.” (sf:18).
       Yazarın genellikle kişi anlatımları yaptığı öykülerinde belli bir mekân olmadığı gibi belli bir zaman da yok, hep kozmik zamanın içinde dolaşan öykülerinde kullandığı mecazlı dil de anlatımını zenginleştiriyor. ‘Dinliyor’ öyküsündeki; “Çatalda yaşlanıyor karpuz, kavuşamıyor bir türlü konuşanın ağzıyla.” (sf:29), ‘Yoğun’ adlı öyküsündeki; “Ülke de kırgın, büyüyor açlık.” (sf:39), ve “Gövdesi teni karamsar bu kızın” (sf:40) cümleleri mecazlı anlatıma küçük birer örnek.
       Yaşamdan koparılan, yalnızlaştırılan ve duyguları elinden alınan kentli insanın çıkmazını hissettiren ama ümidi de içinde taşıyan, anlatım tarzıyla, sanki bir şey anlatmıyormuş gibi yazılan bu öyküleri okuduktan sonra, yalnızlığında yiten insanlardan biri olup olmadığınıza karar vereceksiniz. Yalnızlığınızda yitmemek için de, Akyıl’ın, “Yenilmiş, tükenmiş neferleri çok olsa da hâlâ dünyanın bir yerlerinde güzel günler için çoğalıyor binlerce başka anı…” (s.38) mesajıyla, yaşama anlam verme zamanının geldiğini anlayacaksınız.

Dün Gece Çok Gençtim
Yazar: Onur Akyıl
Türü: Öykü
Basım Tarihi: Haziran 2016
Sayfa Sayısı: 94 sayfa
Yayınevi: Can Yayınları

* http://kitapeki.com/dun-gece-cok-genctim/
Sülbiye Yıldırım

Yazarla Yapılan Söyleşiler:

J  “Yalnız İnsanı Direngen Kılmalıyız”

       Edebiyatın şımarık çocuğu romanın dışındaki türlerin popülerleşme şanslarının gün geçtikçe azaldığı bir çağda edebiyatın “yalnız çocukları” şiir, eleştiri ve öyküyü kendine yuva eğlemiş bir yazar Onur Akyıl. Son dönem eserlerinde yalnızlık, direniş ve alt sınıflar gibi kavramlar öne çıkıyor. Akyıl, insanın kendine dönmesinin, yenilgiyle yüzleşmesinin dönüştürücü gücüne inanan bir yazar. “O yalnız insanın direnmesini sağlamalı / onu direngen kılmalıyız.” demesi boşuna değil. Geçtiğimiz aylarda ikinci öykü kitabı Dün Gece Çok Gençtim’i okuyucularla buluşan Onur Akyıl’la öyküleri, “ezberciliği”, yalnızlığı, lirizmi ve ironiyi konuştuk.

       Şiirlerinle tanınan bir edebiyatçımızsın. Arka arkaya çıkan öykü kitaplarınla farklı bir özelliğini de öğrendik. Şiir de öykü de yazan edebiyatçılara genelde öyküde şiirsellik atfedilir. Senin için de geçerli mi bu durum?
        Ezbercilerin öykülerime baktıklarında ilk söyledikleri şey bu oldu: Şiirsel / Şiirsel Dil. Söylenmiş bir şey ne zaman ‘geçerlilik’ kazanır? Herhalde bu son derece uzun ve karışık bir konu. O yüzden derini ve yüzeyi birleştirip, yüzeyin derinliğinde bir şeyler belirlemek en doğrusu olacak benim açımdan. Sanırım ilk söylenmesi gereken şey herhangi bir biçim / herhangi bir yöntem olarak dilin her şeyden çok dünyayı nasıl algıladığımızla ilgili olması. Şeyler karşısında seçilen söylemin / söyleme ve eyleme biçimlerinin tekliğe özgü olmadığının, her hâlükârda bir süreç olduğunun altı çizilmeli. Bu ne demek? Şunu söylemeye çalışıyorum; benim dünya karşısında sabit olmayan, kendini hep yeniden üreten bir dil anlayışım var. Yeniden üretilen / üretilmek zorunda kalan her şey gibi dilde böylelikle formunu bilinenin dışına taşımak durumunda kalıyor. Kısacası dil önce kendini anlamaya çalışıyor; üstelik benim dışında, yaratanın, yazanın dışında bir şey bu. Ama bunu bir yönteme dönüştürmek benim tercihim. Öyleyse ben insana dair şeyleri bulanık görüyorsam, bunu aktarma biçimim daha önce şiire yüklenmiş ve bir olanak olarak düşünülen anlam çarpışmalarını yazdığım her şeye sızmasını sağlayacaktır.
       En net ifadeyle anların ve olanların kendilerini ifade etme biçimleri sonsuzdur; yazan bu sonsuzluğun içinde gezinir ve sonsuzluktan parçalar koparır. İnsan öyküler anlattıkça sonsuzluğun azalması bundandır. Her şey hayata ve maddeye, somutluğa böyle döner. Ezberciler, insan yaşantısını bulanık okuma hevesimi şiir / şiirsel dil olarak değerlendirmeye devam edebilirler. Bence sakıncası yok; anlamak istiyorlar; normal.                
       Öykülerin kimi zaman karanlık bir atmosferde ilerliyor. Mesela Zeynep Sönmez: “Yenme arzusunun eziciliğindense yalnızlığın ve içe çekilişin besleyiciliğinden yana” buluyor metinlerini. Sana yalnızlığı yazdıran nedir?
       Otuz yedi yaşındayım ve dünya hakkında herhangi kesin bir bilgiye sahip değilim. Bu ‘bu dünya hakkında kesin bir bilgiye sahip olmama’ hali karanlık atmosferin sebebi olabilir. Hal böyle olunca KİNG kitabımdaki şu dizelerim, sizin sorunuza esaslı bir yanıt teşkil edebilir: insan yenmek için yaratılmamıştır / ölümdür bunun kanıtı. İnsan her hâlükârda mağluptur; ama dünya / hayat / yaşam üzerinde mağlupluğun anlamı ve içeriği değişebilir. Kısacası hakikat hakikattir ama hakikati algılamak hakikatle bir ilişki içinde değildir. Dolayısıyla insan mağlup. Bunu bilinemezcilik gibi, uhrevi bir alanda okumasın ve anlamsın kimse. Esasen söylemek istediğim o değil. Fakat, nihayet itibari ile hayat ölümden çok daha büyük bir boşluk. Bir lunaparka gitmek gibi yaz geceleri… Hal böyle olunca insan hayat üzere şeyleri en yakın noktadan / maddeden insandan yorumlamaya başlamalı diye düşünüyorum. Bu da elbette ‘yalnızlık’a dönüşen, onu kuran bir durum. Dürüst olsak ya… İnsan insana sadece ‘lazım’ olduğunda ihtiyaç duymuyor mu? Peki yalnızca ‘lazım’ olan bir şeye sonsuz bir değer ve kesinlik atfedilebilir mi? İnsanı kendinde anlamayı denemeli herkes; insanı başkasında anlamaya çalışmak yalan, dedikodu, aşağılama vesaire gibi lüzumsuz şeyleri ortaya çıkarıyor… Lunapark kazaları… Yalnızlık. Bu yüzden.
       Kimi lirik bir tarzda yazdığını söyleyebiliriz. Senin ifadenle “ezberci” bakışla şiir geçmişinin bunda etkili olduğu kanısı hâkim. Yalnızlık üzerine düşünmen mi etkili bu durumda? Yoksa “ezberciler” mi haklı?
       Yukarıdaki ifadelerimizi açmaya devam edelim öyleyse; her başka insanı kendiniz yapabilir misiniz? Kendinizi her bir başka insan yapabilir misiniz? Esasen edebiyat budur. İnsandan çağlar sonra yok olacak en kıymetli şey edebiyattır bu yüzden. Ne demek bu? Şu demek; edebiyat maddeye müdahale etmeden maddeyi dönüştürebilmenin tek yoludur. Şiir yazmış ve yazıyor olmanın, böyle bir belirleme karşısında herhangi bir kıymeti yoktur. Ayrıca şiir diğer edebi açılımlardan çok daha dışa dönüktür. ‘Çok yalnızım’ diye yazdığınızda kimse ‘Onur Akyıl çok yalnız’ diye okumaz, çok yalnızım diye okur şiirde. Ama Meryem’i anlatıyorsanız, Meryem çok yalnız diyorsanız, okuru / alımlayıcıyı önce başka bir hayata kapatmış / kilitlemiş olursunuz. Lirizm? Ki hepsi sonludur; sonsuzluktan parça kopararak.
       Lirizmle baş başa giden bir ironi de var öykülerinde…
       İşte o sonsuzluğu parça parça koparıp tüketmeye kalma cüreti ironidir. Sonsuzluktan sonlu küçük parçalar koparma işi / işlemi / eylemi. Dil burada Jean Valjean’ın kürek mahkumiyeti / kürek mahkumluğu gibi işler. İyiliğin oyukları; karanlığın, kötülüğün mahzeninde ancak oyulabilir. Kötülük deyince aklınıza ‘kötü’ şeyler gelmesin hemen; bir iyilikten başka bir iyiliğe istemsiz her geçiş kötülüktür örneğin; gelinen iyi geçilen iyiden daha bile iyi olsa…           
       Sadece yalnızlıktan bahsetmiyorsun. Toplumun dibine itilmiş karakterler yaratmışsın öykülerinde aynı zamanda. Öykülerinde dip sınıfları konu edinmenin sebebi ne?
       Ben bütün bu karmaşık laflarıma / düşüncelerime rağmen hayatı soldan okuyan biriyim. Bunun mutlak bir çözüm olması değil ama mesele; kendi şimdim bana eskiden saplanmayı denediğim ve beceremediğim her şeyin alt ve üst sınırların, üst ve alt sınırlar olarak rahatlıkla yer değiştirdiğini öğretti. Dipte kimse yok belki de… Tıpkı en üstte de kimse olmadığı gibi. Evet, sınıfsal ayrımlar vesaire, bu parçadan okunabilecek çok şey var bu doğru. İnsanlar inşaatlarda ölüyorlar, baskı görüyorlar, öldürülüyorlar… Bunun zaten tartışılacak bir tarafı yok. Siyasanın lunaparktaki tüm düzenlemeleri gece lehine değil, insan lehinde değiştirilmeli. Burada, belki de hayatımdaki tek netlik var; insandan ve emeğinden yanayım. Ama mesele ‘hikâyelerini anlatmaya’ gelince, kendi adıma başka şeylerin gerçeklikleriyle karşılaşmaktan korkmuyorum. Daha net bir ifadeyle her yer toplumun dibi… Her insan hikâyesi orada gerçekleşiyor. Çünkü temelde dip: insan.  
       Öykülerinin dikkat çeken bir yönü de sistem karşıtlığı. Sloganların arkasına sığınan bir karşıtlık değil ama. “Kocalar düzenli ordu, sevgililer gerilla” gibi cümlelerde kendini gösteren, toplumun iliklerine işlemiş iktidar nüvelerini hedef alan metnin altında yavaş yavaş ilerleyen bir muhaliflik. Bu tarz bir söylemi öykülerin içine yedirirken zorlandın mı?
       Nerede ve nasıl başladığını bilmiyorum ama sanırım düşünüyorum. Sistem? Sistem dediğimiz şey, bizim kendi kandırılma yeteneğimizle sınırlı. Slogan nihayetinde talep etmek değil midir? Öne çıkarmak ya da vurgulamak… Gedik böyle açılabilir mi? Benzer şeyler düşünüyoruz diye birinin / birilerinin iyi ya da doğru olduğunu nasıl ve ne kadar iddia edebiliriz? Eğer bir kütle olarak yaşasaydık o zaman bu konuda bir şey söyleyemezdik. Ama kütle değiliz. Öyleyse düğüm yeniden o yalnız insan gelip dayanıyor. O yalnız insanın direnmesini sağlamalı / onu direngen kılmalıyız. Üst insan, bir model mi öneriyorum; yaygın anlamıyla faşistleşiyor muyum? Hayır. Fakat şunu biliyorum, aslında bir çoğumuz gizli gizli bunu öneriyoruz, bir aynılaşmayı. Konuşabildiğin insanlarla bir araya gelmiyor musun mesela sen? Konuşamadığın insanları tercih etmelisin. O zaman bütün kitaplar, bütün büyük adamlar ve kadınlar daha anlaşılır, takip edilebilir izler bırakmış olurlar tarihte. O yüzden artık bağırmayı estim kendi adıma; coşkuyla yaşadığım her şeyi ve sonunda coşkuyu terk ettim. Sessizlik ve sakinlik herhangi bir şeyin coşkusundan ve hatta coşkunun kendisinden bile daha sert ve mücadeleci yapıyor insanı. Karda yürü ve izini önemseme.. Dolayısıyla öyküler de kendilerini kurdu; zorlanacak bir şey yok.
       Şiirden de kopmuyorsun, hem kendi verimlerini dosya haline getiriyor hem de şiir kritikleri yazmaya da devam ediyorsun. Şu an ne üstünde çalışıyorsun?
       ‘Proleterler İçin Patafizik Dersleri’ diye bir öykü serisi yazıyorum. Mihail adında bir kedinin Ulyanov adında küçük ve öfkeli, guguklu saatin içinden çıkan bir adamı yuttuğu bir öyküyle başlıyor bu seri. Ayrıca ailemden bir yakınımı nefret cinayetine kurban vermiş biri olarak LGBTİ arkadaşlarım için sürpriz bir şey yazıyorum… Yeni şiir dosyamı hazırlıyorum. Nihayet tezimle uğraşıyorum. İstanbul Tiyatroları; mekan / metin / repertuar bağlamında. Ve en berbatı yaşıyor ve büyüyorum. Lunaparkta. Ve son olarak eğer bitirebilirsem ‘İnsan Sivilde Sıkılır’ı ara ara çalışıyorum; yakalanıp götürüldüğüm askerlik anılarım…

* http://kitapeki.com/yalniz-insani-direngen-kilmaliyiz/
Doğuş Sarpkaya


Şiirlerinden Seçmeler:

BASMANE ENTERNASYONAL

gece ve milena cesaret ister, yalnızlıktan ve
sarhoşluktan daha başka şeyler bekler diğer
kadınlar.
 
basmane enternasyonal, bütün merkez komiteler
sarhoş, yarın ihtilal olmayacak ama bir ihtimalin yönü
değişebilir. kendimizi vurmak için, en sevdiğimiz, tek
sevdiğimiz şiiri unutabiliriz, her şeyi ama her şeyi
kaybetmiş olabiliriz, bir ip boynumuza sessizce
yerleşir, bildikleri gibi unutabilirler bizi, bir köşede kaç çiçek
durmadan bize açabilir.
 
alnımızdaki boşluk aşktan olmalı, vurulmak için insan
bir yeri saklamalı teninde. ihtilal insanın gizidir, eğer
gerçekten bir parça inandıysak hayata, son anda yeniden
hayat.
 
gece ve milena cesaret ister, okumadığımız hiçbir insan
kanamalı yeryüzünde: düşünmediğimiz hiçbir boşluk.

KAVİL

anladım onları; bir şehir işte bütün bildikleri,
yalnızca onların şehri, evlerine gittikleri bir şehir.

ne hatırası mümkün değil en fazla bir gökyüzü uzanılmış
bekleşen yapraklar altında elleri yüzleri ve dalgınlıklarıyla
uzağa gitmekti aslında, buluştular, kavuştular belki de, gördüm
bütün bu güzel şeyleri, yapayalnız; tanrıya şaşırıyorum. çünkü
hani şu susmak, anladığımız birbirimizi; unutmaksa.
korkuncu oydu, insanca her şey; insan yok. karanfil nerde; açışmda:
bir özlemi bileyerek nereye baktım, ne yana gittim, dönmüşüm;
yalnızca sabahları bir inanç yağmuru, perdeleri tutuşturup.
olsun diye açınca ben de ağzımı, tüten su. ne iyi yanlışım.

yazgısı onların beni topraktan sökmek, adımı bilmek, ihbar etmek,
gülün rengi kırmızı ne kadar kaçsam kırmızı, beni de bir eve bir gün
öğleden sonra parkıarında, eşliğinde ıslıkların.

anladım onları; bir şehir işte bütün bildikleri,
yalnızca onların şehri, evlerini bize vermedikleri bir şehir.
ki bir evimiz olsa yalnızca uyuruz güzel güzel; anmayız:
anılanlar hep yeniden ölür.

taptaze çiğdem; kavil.

VİŞNE LEKESİ

bir konuğum sadece: erkek ve yorgun
ten durgun; en kestirme yol günah: merhaba şehir
                           -artık ay büyürse yalandır-
ikiye katlanmış bir evin içinde çocuklar
anneler ve babalar kadar katılaşır
içindeki prens ölür öpülüp durdukça:
nereden kapansa kapı sen biraz dışarıda
kirli bir tabak gibi bırakır kalbini
yol yorgunu her şeyi bilen yazdan yapılma acı
birisi öldürülmüş gibi erkenden sabah
gözlerin küser kendiliğinden anlasan
uyanmazsın: perdeleri çektikçe bir aydınlık
aynanda çekirge sürüsü
yeni örgütlenmiş bir anlam:
bundan daha yalnız olamazsın

istediğin sessizlikse önce kalbimi durdur
sözün acısı: vişne lekesi

*1 Kasım 2019 tarihinde güncellenmiştir.

Hiç yorum yok: