28 Haziran 2016 Salı

BABA ŞİİRLERİ

BENİM BABAM

benim babam
sevgilerden bir sur ördü gitti
sırtında uğuldayan bir dünyanın kaftanı
ela gözleriyle baktı acılardan emanet aldığı hayata
koynunda geleceğe dair umutlarının resimleriyle bindi doru atına
sol ayağını basarak üzengisine

benim babam acıdan kavıyla yaktı sevda çakmağını
Kafkasya'dan Macar ovalarına kadar


A.Uğur Olgar

*** 

BİR ÇOCUK-ADAM
      
-babama-

umarsızlığın yalnızlıkla yoğurduğu
cılız ve şaşkın dal kırılganlığından
Çayeli yağmuruyla çıktı sevgili babam
iç yolculuğunda kimsenin uğurlamadığı
gri bulutlarda bir çocuk-adam

dereleri yalınayak geçti, okula yalınayak
babam göl tuttu bulut ahbaplığından
önce komşular unutmadı onu sonra sis
mavi çocuk gözlerinde Derbent’li bir kız taşıdı
annesinden başka kimseye anlatamadı

çabuk büyüdü okul terklerinde erken işçi
annemle delifişek sevda, yorgun sevgili
çok kovuldu fabrikalardan, sarı sendikalardan
iki işsizlik arası, bir yokluk günü
sattı babam paltosunu kendi babasına
akşamları önce kar dinledi öksürüklerini

sonra biz dinledik, için için yoksul komşular
ve kentin erken uyanan bütün mahalleleri
o yenik düşmedi göğsüne güldü geçti
her Çarşamba koynunda bir Tom Miks
Konyakçı’nın içkisini Doktor’la birlikte içti

babam onurlu insanları sever
sevdi mi birini dağ gibi sever
ailede en küçük çocuk olduğunu bilir
süsler de süsler uçurtma yüreğini
hele bir de topaç aradı mı nasırlı elleri
kaytan gülüşüyle ıpıssız ve yepyeni
bakış sürüleri

11 Haziran 2000 / Kartal-İstanbul

“Şebnem” adlı kitabından
Aziz Kemal Hızıroğlu

*** 

YARA

babam için

soluk alınan an içinde ansızın
geçmişte anılırdı
geleceğe taşınan adlar

bıyıklı güleç adamlar, kocaman elleri
tütün kolonyası kokardı
bakışları kadar gururluydu sesleri
bıyıklı güleç adamlar, yürekleri kocaman
babamız, ağabeyimiz, arkadaşımız
bendim çocuk
şekersiz ve sessiz
çoktuk

süslerdi ankara’nın puslu akşamlarını
onların o kocaman kocaman gülüşleri
sevişircesine kavgaları
rakıları
türküleri
dev gibiydiler, gerçektiler
kollarına aldılar mı bizi dönerken
gece biten dost sohbetlerinden
yıldızlara hiç yakın olamadık bir daha
o anlardaki kadar

ağlamsamadan ağlayan çocuklardık
topraktı avuçlarımızdan ağan
uzaktık kıyısında yaşadığımız
balkıyan acılara
çocuktuk
devaydık birbirimize
oysa
gece koynunda saklardı gölgeleri
karanlık gözler gülüşleri soğutur
yarasalar sarkardı kirli sakallarından
kanlıydı sözleri
ölüm ışıldardı gözbebeklerinde
ellerinde acı çığlıklar
günü kan ile dağlardı zulm
bıyıklı güleç adamlar kanardı
her ölümde depreşirdi yaşam

dağlara adaklı avcılardı onlar
celbesinde kuş sesleri taşıyan
adımları dönülmeyen ayrılıklara gebe adamlardı
tekrarı yoktu sözlerinin
her nefeste gömüp
karanlığın korkak sessizliğine ölümü
iz sürdüler yollarında karanfil

bir gece çok korktuk
çocuktuk
şekersiz ve sessiz
çoktuk
götürdüler bıyıklı güleç adamları
babamız
ağabeyimiz
arkadaşımız
hayata bukağı takıldığı gün
efkârı ebedi çocuklar kaldık

Berdar Doğan

*** 

BİR YUDUM BABAM

Kalakaldım eşiğinde babamın
Gitme dedimse de uzağını bellerdi yüzü
Ne zaman gelse, bayramlarla gönenirdi kalbim
Bir beşiğim olsaydı da babam sallasaydı...

Uzak yollarım oldu sonra
Bin hasretli gecelerim
Özlemim doldu demli çayıma
Bir yudum olsaydı da babam olsa...

En çok maviyi sevdim
Babamın gözlerine bakar gibi
Ne zaman gözlerinde köpürse öfke
Sesine dolanırdı düşlerim
Bir gülüşüm olsa şimdi, babam koksa...

Buket Düzgen

*** 

HAYATTA BEN EN ÇOK BABAMI SEVDİM

         Hayatta ben en çok babamı sevdim.
Karaçalılar gibi yardanbitme bir çocuk
Çarpı bacaklarıyla -ha düştü, ha düşecek-
          Nasıl koşarsa ardından bir devin,
          O çapkın babamı ben öyle sevdim.

Bilmezdi ki oturduğumuz semti,
Geldi mi de gidici-hep, hepp acele işi!-
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi.
          Atlastan bakardım nereye gitti,
          Öyle öyle ezber ettim gurbeti.

Sevinçten uçardım hasta oldum mu,
40'ı geçerse ateş, çağ'rırlar İstanbul'a,
Bi helallaşmak ister elbet, diğ'mi, oğluyla!
           Tifoyken başardım bu aşk oy'nunu,
           Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu.
         
           En son teftişine çıkana değin
Koştururken ardından o uçmaktaki devin,
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için
           Açıldı nefesim, fikrim, canevim.
           Hayatta ben en çok babamı sevdim.

Can Yücel 

*** 

SİSLER ARASINDAN

Babam’a

Islak palto kokusunu
bir o zaman sevdim:

Yatağın kıyısına oturmuş,
serin elini
alnıma koymuştu babam.

Sisler arasından,
bir torba portakal
duruyordu masada.

Suda tablet…
Çözünen akşam,

ince şifa.

“Beni Böyle Değiştiren” adlı kitabından
Nazmi Ağıl

*** 

BİR DEMET ŞİMŞEK

dokundum naaşına içinde yoktun
alıp götürdüler öyle yokluğunu

kaldı çevrede vaktin alevli ahı
tabutunun içinde olmayan her şeyin kaldı

değneğindeki avucun alnında şapka tereğinin yarım gölgesi
kirazın kesik kolundaki sakun
göldeki apat ağ ve iskele
ve iskeleyi okşayan yeşil teni gölün
anneme uçan sesin ağaçların üstünden

alıp gittiler
toplayıp geldik nen varsa
bir demet şimşekti kalan

Nevruz Uğur

*** 

BABAMIN BIRAKTIĞI YERDEN SARIL BANA*
          
çok utanıyorum. dünyamı araştır diye
uzattığın ellerin, kazıcısı imgelerimin.
çok utanıyorum. yalpalayan yanlış
ifadelerimle kimbilir hangi sözcükleri
çarmıha gerdim. çok acıktım, çok susadım
çok kurudum. aynalardan şarkımı indir
babamın bıraktığı yerden sarıl bana !

hiç utanmıyorum. yaşamıyorum.
ölürüm söylemez söylenmezsem.
harabe gözlerimi, seninle yenilemezsem
kalbinin destanını dilenmezsem
söküklerime yaralarıma rüzgârını
dikmezsem. sürgünüm gittiğim yerden.
gel…babamın bıraktığı yerden sarıl bana !

çok utanıyorum. meğer tanımsızmış
zamanda birikmiş avuntum-gölgesiz-
kanımda harfler koşarken parça parça
kalbim açıkken suça, suç açıkken sana
rüya giriyor araya. umudu kalın, sesi kırık.
bir nehri sürükler gibi getiriyor seni.
her vazgeçişim yeniden yazdırıyor.
babamın bıraktığı yerden sarıl bana.

hiç utanmıyorum. kötülük’ün elleri belinde
sahip çıkıyor öznesine, nesnesine.
üç harfli bir mutluluğa sığındık.
gerçek’e vurmadan saat,  balkabağına
dönüşmeden hayat, çağlayana dönüştür bizi.
siyahın eridiği yerden beyazla. küstüğüm
yerden aşkla. belirsizlik dişlerini geçirirken
gövdeme, boylu boyunca uzan dünyama.
babamın bıraktığı yerden sarıl bana.

çok utanıyorum. ey dünyanın bütün
sözcüklerini giyinmiş sevgilim !
göğünde şiirleştir düşlerimi. kök sal
benliğime. hüznümün gizli tebessümü
başlangıç meridyenim babamdı.
döndüm, çizdim seni kendime.
sevinç çadırından düş yağmuruma
babamın bıraktığı yerden sarıl bana.

hiç utanmıyorum. bütün susma’ları çıkar
derinliğimizden ve  geleceğini gömüden.
hayallerini birer birer koy önüme. tozunu alır
öperim yeniden. ah! benim ahbilimim,
kalpbilimim, yeryurtbilimim. konuş yaralı
yalnızlığımıza. haykırsın tüm renkler.
zaten nerede görülmüş ki cennete
acısız gidebilen ve nerede
duyulmuş sözcüklerin sensiz imlediği ?
sussa gök. sussa toprak. ne olacak!
sıfatları sırtımızdan at !
babamın bıraktığı yerden sarıl bana…

çok utanıyorum. hiç utanmıyorum.
babamın bıraktığı yerden sarıl bana
kendine tamamla…


*metin altıok: ”anamın bıraktığı yerden sarıl bana”

2015

“Yokoluş Bir Sözcükse” adlı kitabından
Nisa Leyla


İZDÜŞÜMLER
                                          
babam’a

gecenin on ikisini geçiyor saat
aristo babamı anlatıyor boyuna
ve boyuna neler yaptıklarını
duvarların üstüne tırmanıyor ağaçların dansı

benim beynimde yalnızlığın çığırtkan sesi
kalkıp yıldızlardan özür diledim
kaç gündür kapkara bulutlu bakışlarım
babamı istiyordu platon’dan

kırmızı-yeşil cilt kaplı defterini
elime aldım babamın:
“bir zaferdir yaşamak
yaşarken ve ölürken yine yaşamak”

ölürken her insan bir şiirdir
yaşarken yüce bir şiir

dünyası debelendi durdu türbelerin
kiliselerin camilerin –rüyamda-

birden uyandım, uyandı gözlerim
gecenin on ikisini geçiyor saat
aristo’nun sevecen sesi:
“bir kırlangıç veya bir gün bir yaz meydana getirmez”

halbuki razıydım bir tek üzümüne meyvelerin
bir mevsimine bu dünyanın
gözyaşlarımı sildi bir ayağı kırık sandalye
teselli buldum ruhum da kırıktı

birden hastanelerden yüzlerce ölü sesi
direnişlerine katılamadım
iğneyle iplik yaramı dikmek istedi
izin verdim ,muhtaçtım

ne olurdu sanki dedim fotoğrafına babamın
iki elim iki elini bırakmasaydı
dörtte bir solgun asma yaprağı
“hayat bu “dedi

aristo dedim vallahi sevdim
seni sevdim, darılma
ama babamı daha da sevdimdi…

1992
Nisa Leyla

ÖZÜR DİLERİM

                            babam’a…

ben özür dilemeye çalışırken
                                                senden
rimbaud tüm hızıyla imdadıma yetişti:
“ben bir başkasıdır”
verlain’in çizgileriyle de selamlayacağını bizleri
öldükten sonra anladı mı
                    bildi mi
                    rimbaud (teşekkür isminden
                    teşekkür örneğinden                     
                    teşekkür rimbaud. bittin. tamam. üç nokta:…)

ben özür dilemeye çalışırken senden
zaman eğriydi, insanlar ve davranışlar
                     senden sonra her şey bıktırıcı bir adana
                     sıkıcı bir iskenderun’du

hani katlasam yokluğunu katlanacağım yokluğuna…
dergiler hayat hikayelerini anlatıyor
                                      ölümsüz eserler yaratanların
öykülerde hep tekdüzelik ‘’hep’’ bile hep !
                     (şu ünlem bile: ! ’’üüfff’’)
dolunay unutulmuş bir gökyüzünü
avuçlamanın mutluluğundaydı
ve sen, evet sen yanındaydın ay’ın ve hafif buruktun
özür dilemeye çalıştıkça senden bakışlarını kaçırdın
kendimi ararken seni buldum, korktum ağladım
büyüdü korkum büyüdü baş ağrım
senden, senden özür dilemek var ya, ne kadar zor !
tut ki nietsche’ye sığındım (felsefeye bayılırdın)
“ben ne değilsem erdemim odur” diye
corneille “erdemli görünün yeter “ diyordu
özürüme küstah bir kılıf mı giydireyim
                        senden özür dilemeye çalışırken
milan kundera’nın boğazından kaçmışçasına
anlattırayım mı hayatımı
her saçmalığımı baş yapıt, her kusurumu tarih yapsın !
tamam . kızmayın. tamam.üç nokta…

sevgi zorladı seni bana sevgi bağladı
ben özür dilemeye çalışırken senden
şiirler okudum, şiirler yazdım, şiirlere sığındım
her çağdan kirpikler silkeledim, kulaklar çektim
sana benzeyen her gölgeye sığındım
tek hatam bu affet beni
ne ellerim yeterli özüre, ne de sözcüklerim…
sana, devirli plaklardan paslanmış yüreğimi gösterebilirim
ömrümün fotokopisini yollayabilirim
öldürmenin anlamını bilsem kendimi öldürebilirim
ölmenin anlamını bilsem seni unutur giderim
senden özür dilemeye çalışırken
belki teselli bulur
parlak yıldızlar zapt ederim
ah ! elimde olsa geçmişe döner
bir viyana atölyesine kurulur
geleceğime nefis elbiseler dikerim
senden özür dilemeye mi gelmiştim
senden özür dilemeye…
kusurun ve özürün hangi yönündeyim
netliğini yitirmeden sözcüklerim çarçabuk
baba senden özür dilerim…

1991

Nisa Leyla

*** 

BABAM VE DAKTİLOSU

benim de babam öldü bir gün
annemden önce.
eksik kaldı sevgi sözleri
sözlüğümde,
ince yağmurları gözlerimin!

benim de babam öldü bir gün
kısa ve siyah saçlarıyla
yaşımın on dördünde.

daktilosunda son dilekçesi
bir arzuhalcinin;
içinde kalanları yazmış göğe.

Oğuz Tümbaş

*** 

BABAM

(çocukluğumda korkum gençliğimde öfkendin 
baba. evini ayaklandıran anarşistin oldum sonra)

inceydin dal gibiydin ellerin narin
öpesim gelirdi yanına sokulasım
oynardınız ben uzakta kardeşlerim yanında
beni hiç görmüyorsun sanırdım baba

amcam teyzem
dayım halam derken evde kavga
kalbim çocuk okul ilk
gelmezdim öğlenleri eve
buna da kızardın baba

sıcak soğuk yürürüz
ortaokul evden üç kilometre uzakta
üstümüzde naylon önlük
sırtımızda iki kat hırka
öğlen uzun dürümler çantamızda
zil çalar idris hoca yanımızda
azığımız yarı yarıya

ilk gençliğim özlem şehir ankara
gece fotoğrafın koynuma
sabahları ayak ucumda
ağlardım üst ranzasında parasız yatılının
gelmezsen ölürüm baba
sonraları gözyaşım dindi
maviye bulandım orda
ben MAVi derdim sen “baba baba”
ağladım ağrıdım acıttım seni ve kendimi
yürürken masmavi yollarda
bilmezdim kızın için korktuğunu
anladım baba
şapkasını kapıp gidenler bırakırken koltuğu
kasket giyen şapkalılara
şehir İstanbul
mezuniyetime bir yıl kala

gelin torun tosun
evime sığmıyorum diyor
annem sensiz baba
derdim ki babam yakışıklı sen çirkin
öyle pişmanım ki baba

bir üniversiteli beni sevesi
muhalifmişim
vazgeçmeden hiçbir şeyden kendisi
elinin tersiyle itmeden bir tek şeyi
henüz kıyısındayken bile dünyanın

ben dünyam dünya
kimler çıkmıyor orda karşıma
dostlarım da
paydaşlığımızın biri satmamaktı ruhu
en çabuk onlar teslim ediyor ruhunu
kirinden görünmez erklere baba

“bir kız bu kadar akıllı olmaz” dermişsin anneme
başıma gelecekleri biliyor muydun yoksa
eğilip bükülmedim ankaralarda ama
sevdanın rengi savaşmak oldu
aklım başımın belası baba

bazı babalar çalışkan
bırakacakları belki de bi dünya para
sen kendini bıraktın bana
inceliği onuru gözü gibi korumayı ruhunu
yıldızlar birer birer sönerken gökte
kararırken dünya
ceset adam ve kadınlar
çevirirken yeryüzünü mezarlığa
ben seni yaşıyorum kana kana
aşkı seçiyorum yürekteki namusu
verip almayı paylaşmayı doya doya
zulme ortak olmamayı
basmamayı zayıfın sırtına
ötekini anlamayı
sana çok teşekkür ederim

ruhun şad olsun baba

Ankara

Ekinsanat, S: 64, Haziran 2011
Kum, S: 62, 2011
“Bir Ömür Gezmesi”  adlı kitabından

Rabia Deveci

*** 

EFSANE

babamın ceketini havalandıran rüzgârı tanıyorum
o başka bir şehirdi, gidilip dönülen
biz burda akşamı konuşuyoruz birlikte
akşam, bir deniz dibi, güvensizlik öneren
orda kuşlar zamanı örtünmekte.

öylece beklemek neye yarar
ya trende okunup bırakılmış gazeteler
ya ölünün cebindeki anahtarlar
tanıdık bir ses, babamın çakmağı
ya da yaz göğündeki yıldızlar.

herkes geldi, niçin gelmedi babam
o başka bir uzaklıktı, unutulup hatırlanan
biz burda acıyı konuşuyoruz birlikte
acı, eski bir kaplan, yanımızda duran
orda kuşlar zamanı örtünmekte.

Salih Bolat

*** 

HİÇLİK ÇİÇEKLERİ

Hatırlarım nasıl rakı içerdi babam
Kutsal Kâse gibi koyardı kadehi masanın üstüne
Sonra yavaşça eğilirdi önüne başı,
Anlardım o zaman dalıp gittiğini uzaklara
Ve birden âni bir hareketle kaldırırdı gözlerini
Şaşırmış bir halde.

Bana öyle gelirdi ki
Nerede ve kim olduğumuzu
Yeni baştan anlatmak gerekirdi ona
Hayatın labirentinde dolaşan düşlerine
Zamanın ve mekânın çifte ilmeğini geçirmek
Ve kaldırmak ömrün rodeosunda devrilen ruhunu
Ancak bütün bunlara gerek kalmadan
Kendi bilincinin kayıtlarını
Tekrar keşfederdi kafasında.

Bir anlığına gidip gelen elektrik kesintisi gibi
Kısa bir karartının ardından
Yeniden yanardı düşünce sarayının ışıkları
Fakat bu defa daha parlak
Daha büyük, daha derin
Ve daha canlı olarak.

Hatırlarım nasıl şiir yazardı babam
Elleri bin bir renkli halılar dokuyan
Dokumacılar kadar hızlı hareket ederdi
Ak kâğıtlar üzerinde bazen gölgelenerek,
Kelimeler kâğıtlarla konuşurdu duyardım
Duyardım vahşi çığlıklarını fırtına kuşlarının
Zamanın uçurumunda yankılanan.

Küçük fiskelerle fırlatırdı parmakları
Masanın üzerindeki dağınık kâğıt parçalarını
Kâğıtlar sessiz bir şekilde havada pike yaparak
Ve kavisler çizerek düşerlerdi yere,
Gözlerim şiirle olan ilk bağlarını
Düşen bu kâğıtlarla kurardı,
Ne babam ne ben toplardık
Onları yerden.

Bazen de yanardı o kâğıtlar,
Düşlerde açarken hiçlik çiçekleri.

Volkan Hacıoğlu

*** 

KÜL

Ben babamdan öğrendim erken yaşlarda aşı yapmayı
Özünü veren her fidanın
Terleyip ağladığını

Dalın ince onurunu sevdim

Şiir ölüm tutmaz bilirim
Güneşin külünden doğar dirimin sesi
Kırık bir aşkı sararken yanar yüreğim

 “Sabır Masalı” adlı kitabından
Yelda Karataş


Hiç yorum yok: