19 Aralık 2016 Pazartesi

SALİM NACAR


(1982, Adana - )


       Şair Talip Nacar kardeşi.Cumhuriyet Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu (2007). Adana’da bir lisede edebiyat öğretmenliği yapmaktadır. Sivas’ta çıkan “Edebi Düşünce”, “Başkalarının Hayatı” (6 sayı; Sayı: 1, Mart-Nisan 2011) ve “Edebi Müdahale” (6 sayı) dergilerinin  yayın kurullarında yer aldı. Halen “B Planı” dergisini (Sayı: Ocak-Şubat 2013) çıkartıyor.
       Şiirleri, yazıları ve söyleşileri Akatalpa, Ardıçkuşu, Ayna İnsan, B Planı, Başkalarının Hayatı, Derdimiz Bakmaklar, Hacı Şair, İtaki, İtibar, Japonya, Kaçak Yayın, Karayazı, Nordik, Şiar, Ücra, Varlık, Yitik Düşler, Yolcu vb. gibi dergilerde yayımlandı.
Yapıtları:
Şiir Kitapları:
& Aralık (2010, Karahan Kitabevi, Karayazı Şiir: 3, 94 s.)
Kaynaklar:



Şiirlerinden Seçmeler:

Yayımlanan İlk Şiiri

YÜZÜNÜN ADIMLARINI ÇAĞIRMAK

bütün bir fırtına halinde başlayan gün
ezberi kuvvetli sabahlar aydınlığı gibi
karışıp dursam adına adımlarına
kendini kurmaya dururdu yeniden sokaklar

                              adamların omuz başlarında
                              geceyi nöbetleyen silahlar var
                              çünkü geçildi tüylerle ikliminden
                              ilk aşkın, eski çocukluğun
                              büyümeye doğu
                              yalnızlığıyla
                              ilk kan

akışını durduramadı
dua ediyordu belki
aralanıyordu kapılar
kararlılığından

a- geriniyor gövdesinin üzerinden
tüm damarları bir ‘a’ halinde

yalvarmasını durduramadım
halbuki inanmıyordu
gecenin ondan esinlendiğine

b- beni içime götüren adımların değil kolların
                              GÜLMELERLE-İÇ GEÇİRMELERLE
                              KURULAN
                              CENAZE EVİ
                              Yaslı yatsıları yaşlıların
                              ÇEKİP ALSAM SENİ İNANDIKLARINDAN
(kurtulur mu?)… (kurtulur)
yüzümün üzgün mağaraları izin vermez ama
kendini savunmasına yüzümde bir yabancının

bir gürültüyle, bir yarılmayla, bir hiçlikle
incecik beli yırtılabilir yaralarının
bazen benzeyip iç içe geçmiş odaları
ortasında bir ışık duruyor.
(hayır. hayır eriyor ışık durmuyor)
çıkıp gelir en zarif sinirlerle
iniltilerle
                              KENDİ SESİNE VURGUN BİR KADININ
sabahlığından.
üzerinde gecikmiş merhabası
bir çeşitlilik selamının.

c-                           İNCECİK BELİ YIRTILABİLİR YARALARININ
kaygı bağırmıyorsa çığlıklarının zora koşulduğu
pazar yorgunluğunun ve durgunluğunun
gözleriyle konuşmuyorsa başladıktan sonra
                              yerini alır
                              suskun
                              bir çocuk sesi.

(diner. gizlediği sesi sonsuz kıyılardan kıyıya vuran
gitmelerden. aramıza gerilen perdenin
perde oluşundan dünyayla aramızda.)
                              BİR ADAMIN AYNASINA
                              VURUYORKEN GÜNEŞ
(diner mi?)… (diner)
nöbetim
sevgilim
esaretimi uzatma yüzünde.

d- günün saygın sofrasında keder
esrimiş gururları gözevlerinde
ödevlerini uzatmış büyük inanmaya
sözleri geciken bir dinginliği
hırka bürünmeye yönelten
adamların kaderi
yürümeyi öğrendiğim
gezindiğim.

benzetmem kendimi onlara ben
açlıkla yamanmadım henüz

ama uykusunda
sorgusunu tamamlayan çocuk
yine de bir bütündür
dünyanın diğer yarısına karşı

onlar balkonlara duran ölümlere karşı
geniş çarşılara gömülecek olanlar
kandil sabahında, korkuyla uyananlar
                              ÇEKİP ALSAM SENİ İNANDIKLARINDAN
(boğulur mu?)…. (boğulur)
okyanusa kavuşan nehirlerin dalgınlığı.
                              içinde

birleşmenin ve ayrılmanın.

ABDAL’IN DÜŞÜ

ya kimlere ayan oldu bu kalın düş
ayrılık çeşmesinde soluklanan abdal
gemiyi koy ver bu dingin denize
bir dön de bak yastıklar tertemiz
bir dön de bak bıraktığın ize
tayfaların unuttukları son gülüş
hançerlerle oyalanırken düşecek
gibi sarkık
içimize

ayrılık vakti kimin silahı çekik
göğüs hizasında canlanan inkâr
aşka rağmen piyano aşka rağmen ilk
bakanlar uğuldar sanıyorlar şarabı
oysa demlenmekte ırmağa doğru
dalgınlığın ortasındaki şenlik

ya bütün darmadağın
ne bekçilerden geceyi
kurtarmaya yeter sanat
şairlikle uğraşıyorum
içim rahat
ne vazgeçtiğim de teselli
ne unutuşum da hayat
yarım bir kafiye gibi
aklım da büyüyor
aklıma inat

abdalından sonra aklını bulan gölge
ne senin yaralarına sofu olurum
ne de sofranda bir bakır tas
gölgeyi bulduğun yerde bir çalı
dibi belki de
belki de yüzündeki
ağır maskede düşten uyanan yas

ilyas ve hızır abdalın iki koynu
koynum neden boş ya benim
boynum neden boş ya benim
yetiş ibrahim
yetiş ibrahim
bitir ismail’in düşündeki oyunu.

bir de baktım ki dönmüş abdal
sudan çıkmış balık gibi
ağların gölgesinde ağlamaklı
lodosun inadında kesif
gibi içinde bir liman saklı

ya yoksa gittim bir sudan okudum kendimi
ya baktım yazıların su geçirmez yüzüne
alıştım ya koynum yurt tutuyor denizin geçmişine
bir ter damlasıydım bak şimdi şuracıktan
bir çocuğun koynundan besmeleyle
aşkın talihine düştüm
aşktan

yaz gemilerin battığı kaynakta
suların en suyu
gözlerin en gözü çağlamakta
bir kadının göğsüne akmakta
yeryüzünün en güzel huyu

ya yaraları saran için son bir ırmak sesi
ya kavuştuğun ırmağa bol bir elbise
gibi üstüne bol denizden gerili mavi çarşaflar
altlarında sonsuz halıları çinileyen atlaslar

abdal’ın düşü bir düştü yalnız
düşten düşe bir düştü yalnız
baktı koynunda bir hemze geziyor
bir damla büyüyor kadının koynunda

o kadar derin gördü ki kuyuyu
abdal o kuyuya bir düştü yalnız

ya kimlere ayan oldu bu kalın düş
ayrılık çeşmesinde soluklayan abdal
yer yatağında bir taze ölü
bir incelik korkusu günlerin bahçesinde
öyle uzun seyiriyor ki gözü
bin yıldır hatırlıyor gibi
bin yıldır tutulmayan
sözü

ya ben bir kez bahçeye girsem
abdal’ı görür müyüm
uyandırsam onu bir kesin düşten
şenliğe çağırsam insanlarla bir
ama koyun koyuna insanlarla bir

olur mu olmasak hiç birimiz
olur mu olmasak her birimiz birden
olur mu abdal’a yurt koynum
olur muyuz olmasak
ne sen
ne abdal
ne ben

ARALIK

ellerinle baktın ve bir göğü gördün
sesim sırasızdı tanrım
saçlarınla örttün o mutena denizi
bir derin izi kazımakla kuytu
bir çeşmeyi onarmakla sessiz
bir gülü tanımakla yorgun
kalabildin nasılsa bunca zaman

mutsuzum ne diyebilirim ki
varolmanın bir nedeni de bu belki
bir kez kaybetmiş olmakla bir kuş tanrım
nasıl kandırır göğsüyle inceltmesini dünyayı
sen yataklar kötülüğünce hissiz
bir kez dünya dediler adımla kötüye çıktım bilmezdim
                                                                   tanımazdım
bir somut çiçek dönüp dururdu hançeresinde
başkalarının gözleriyle gördüğü şeye
sendeki o korkuluk eşlik ederdi hayal gibi bir evden
kaybetmiş olmakla nasıl tanışır bir kuş tanrım
keşke yalnız bunu anlasaydım

BARBARLARIN İSTİFASI

 I.

ilk kez roma’da gladyatör çarşılara doğru
bir otomobil merakıyla truva dedi, senet karşılığında
yılbaşıydı, merasimler, ordular, tulumbalar
şehzadebaşından rahvan bir atlı,
kuş tüyü yastıklarda gurbeti ezberlerken
baktı ki uykusundan uyandı şehir.


roma’da her gladyatör üzerinde arap entarileri
tek kumaşın altında def-i hacet için
salkım saçak armutlar taşıdı bin yıl.

küçük elli büyük yüz, her çağda o mistik ve sidik kokan söylence.

tarık bin ziyad ey!
yakıyorum gemileri, çoğu kez çanakkale
çoğu kez endülüs, meydanın orta yerinde
tarihe bir gladyatör de rumeli’den rum’dan varsın
ispanyol arabı varsa etnik kuşkulardan kuşlar havalansın hey!

gladyatör yeni kıtada denendiğinde def-i hacet için
taştan oyulmuş bir mağrip istedi çaşıtlardan
çünkü rivayettir, o çocuklar yaktığında
yeni kıtanın eski sahiplerini
gövdelerine yazacakları lahitten
taşlara musa dökülecektir.

olacak ki soldan esen rüzgâr hurma dallarını üşüttüğünde
lale devrinde kara mustafa paşa,
sokak aralarında kemale ererken
alnı açık bir zulümle malum eksiltili divan,
şimdi bile okunaklı parıldıyor

gladyatör ve ne mutlu!

her sabah takriben sekiz sularında
içilen yeminler bir taslak oluşturacak kadar çok
ve generalim aynı zamanda kendisi tarih hocamdır
halay başına geçtiğinde
tüm atlaslar ters çevrilip yeni karaya sokulurdu

tuvalet duvarlarında medeniyet simsarları
tosunun torunları en cevdet paşa halleriyle
tarih-i kadim’e şerhler düşürürdü.
fikret duysa promete’yi şehirde bir tıkırtıya dönüştürdüklerini eğer
işte yedi kocadan arta kalmış fahişe çok ecnebi bir tahlildi diyecekti
bütün müsteşrikleri doksan beşe doğrudan çakarak.


II.

ben tarihten kalmayı fikret’ten kalmaya yeğlerim.

III.

gladyatör sabah uyandığında lezzet testleri
akşam uykuya döndüğünde konserveler
posta trenleri, ekspreslere doğru artık artan bir yoğunlulukla
hava trafiklerine doğru artan bir yoğunlulukla
bir gladyatörü bitkin ve dişlerinin arasında bir et parçasını
kürdanla temizlerken bulmak ihtimali artan bir yoğunlulukla
çoğalsa bile düşler alnı açık koşular da diye hala
toz kondurmayabiliriz tarihe
ve öğretmen atamalarına devam!

umumi helâlar umumiyete geçiş ücretli
peçeteler ücrete dâhil ve kolonyalar
kolonileri hatırlatıp gözleri dolduracak kadar
alkol komasında ümit burnuna çektiriliyor.

yahudi doğmuş olsaymışım.
şu ölürken bacakları şehvetle titreyen atın
kasıklarını neye doğru sulandırdığını bilirdim.

seçmen kütüğü başında tırnaklı bir gladyatör
yurttaşlar rujla ilgili her ikilemin kavşağında
parmak uçlarında roma nişanı
yanaklarında osmanlı tokadı tahvil senetleri
zulümlerde tavan yapıyor
özgürlük diasporası.

fikret kuş gibi ötmeyi deniyor aşiyan’da
devr-i istibdat’ın matem kuşlarıyla bir olup
ve akif tavrı yekpare bir ses bütün seslerden
gladyatörün parfüm kokularına dadanmasını
birden unutuyorum.

helâların tarihi yazılacaksa eğer bir gün
en verimli çağı olacak bu
latince sıçmayı öğrenen gladyatörün

IV.

şimdi ve her zaman için
herkes biraz ortodokstur
taharet söz konusu edildiğinde

 Karayazı, Sayı: 3

DÜŞDÜNYA

iyi ki bir yapraktan fazlası
düşerken çıkardığı seslerden babam
baharı gözet, dili yudumla, ağrıyı çöz
belki tersinden de okunabilir
çölü geçen sunakta sayılı zaman
ne zaman yağmur şehre ilişse
alırım koynumda keder
taşınır öfkenin kalabalığına
duvarlara sessizce birikirler

bazen uzun gidilir kısaysa bile yol
razı oldum hayattan: sen kalmaya hazır ol!

aşk herşeyin parçası –ne kaldı kumanyada
bir odanın dört yönü –bir de çeltik tarlası
pirinç mi haksızlık mı saatler mi ki birden
dili yok bir anneye perdeler hazırlarken
baktım ki hep varım ben birden iki olmaya

bazen uzun ölünür, kısaysa bile hayat
geri durdum düşümden: gerisi hep küsürat!

bir cezm birleştirir güzü tafsilatıyla
acı sırası geçmiş bir çocuğun yanlışları
masada oyalanır: düş, ölüm ve begonya
bir yağmur şehre ilişse
ilişirim yorgan çeken kışların ben de
o mahur tabiatına
beni bulur, bulaştırır -bir yapraktan fazlası
kimse kurtaramaz artık
ele düşen son yazı

kısaysa bile rüya bazen uzun düşülür
sen kalmaya hazır ol:dünya altımdan çekilir!

Akatalpa, Sayı: 142, Ekim 2011

HAKİKATE UZANAN ELLER KIRILSIN

yapma canımsın!
üzgün çocukları ırmaklar karşılamaz
kırışır astarına serdiğim yalan
özrüne inanırım inançsız kalmanın
sahiden sevgilim bunları hakikat
bellemişsen kurtar beni bu kaygıdan
bilmem benden başka neleri sakladın

kelebek tozdur, artık inanamazsın
bahar arıza falan içtenlik bahsinde
ürkünç kuşlar birikirken şiirin bahçesinde
göğsünü aç oyalanayım biraz
ben isterim ki bu hüzün bahsinde
hakikate uzanan eller kırılsın
gövdesi daha fazla nem almıyor diye
bu sağlam duvarı öylece yıkamazsın


Akatalpa, Sayı: 124, Nisan 2010

Hiç yorum yok: