12 Temmuz 2015 Pazar

ZEHRA BETÜL'DEN ŞİİRLER

ALICI KUŞ


                                               “küll-î cism”

I.
yeryüzü şekilleri mesela şu küçük dağ
bu gürültü içinde soğrulan bülbül avazı
yer altına kaçmış bir ave maria
ben yarattım diyen duyamaz şarkısını

gül ocağında bir kuş yuvası ceviz kabuğundan
içinde yedi çeşit kuş
yılanlar çıkamaz
sâba rüzgârı sadece, bir de ala üveyik
gömleksiz kuşun ağzında zeytin dalı:
bir daha hiç dönmeyecek. 
büyük yolculuk öncesi son kanat çırpışı

kır, bütün otlar, toprak
şehrin göbeğinde açan nevruz
kadınsa katmerli bir iri gül
katılaşmış dünya yuvarlağının dışında
can dilinden kutlu bir ninni
doğmamış bebeklere

her ağacın çiçeği mintanları geren domur domur emceklerdir,  delikanlı sevdasıdır
her arnavut kaldırımı hatırlar kaya olduğu günleri, kör olan gözler unutmaz kendini kör edeni… durmuş bir kalp dokunulduğunda yeniden atmayı dener…

ve biz severiz cızırtılı plakları, kırıp atmayız, saklarız, severiz üstünde duramayacağımız halde içinde can taşıyan şişkin sığınakları, tepeye çıkmayı değil, yolda olmayı, aşağılara doğru hep beraber tekrar be tekrar yuvarlanacak olmaları

II.

kibrit çöpleriyle kargalar gibi oradan buradan çalarak çırparak yapılmış bir evin, sonra evlerin, gemilerin, şehrin, köprülerin, dünyanın köküne kibrit suyu sıkmaktır, çekivermek temel direklerinden birini, severiz… her şey olağanken, yani bir sabah, çocuklar seksek oynarken, yoyo çevirirken ayağında, kimisi pazarda, işinde gücünde, sevişirken kimisi,  kimisi mesela mike kadın sevmezken, iskambil oynarken toz duman birden kocaman gri mantar gibi bir bulut, bir uğursuz alıcı kuş, aniden durmak gibi değildir, gibi değildir, herkes yerde yüzükoyun yatıp, ayaklarını sallayarak yan yana suluboya resimler yaparken, piyanoda bir vals ve kuşlar ve sulardır, sestir yumuşaktır, kristal bir bahar, mine çiçekleri ve fırfırlı güneş şemsiyeleri, küçük küçük dürbünlerdir, her şey yolundadır, yola tebeşirle çizilmiş seksek kareleri yalnız değildir bu anda.

sonra o büyük gölge

sonra bu, her yer sırılsıklam olmuş saç, her yer savrulan kırmızı elbise
kaldırımda köpeklerle yan yana uyumak
kimisi yatay kimisi dikey çizgili
sokak kedileriyle yan yana, durmak…
ama diri, çiçeği burnunda bir salatalıktır yine de, koyu yeşil kabuğu vardır ve hafif dikenlidir; diken  onun silahı, işte böyle Konstantinopolis’ten Tavşan adasına, mozaikli müzeye, Olimpos’a karmakarışık bir isyandır, horon vurmaktır

fakat sonra bu,

“ben seni sevdiğimi dünyalara bildirdim”

bir delikanlıdır
yerli yerindeyken hücreleri, dengesi içinde ve dışında gövdesinin bir yerinde, her şeyi, tıkır tıkır işliyorken sevinci, heyecanı göz kamaşması, kirlenmemişken, fasulye ayıklarken öğrenci evinde, kanı kalpten gövdeye ve beyne bir saniye sekmeden zamanında taşınırken
karanlık ara sokakta, tam fırının önünde,  ekmek kestiğimiz sıradan bir bıçak:

önce ışıldadı, yıldız gibi değildi, geceye bir çıngıraklı yılan kuyruğu değdi sanki ve bir kara delik… düşünmeye vakit yoktu, hızla büyüdü delik ve içine çekti bütün gezegenleri, ışıklı, sarı ne varsa hepimizi, gece huzursuzca kıpırdadı hayra alamet değildi bu seferki,   karanlığıyla karanlık işlere örtü olmak… … aldatılmış, hadım edilmiş bir adam oldu gece ağlama duvarı oldu kendine

sonra kara ellerinden kurtulup kaçarken köşede yine deli kanlı ve gece… hücrelerini yerinden etmek, elektronların, sodyumun, potasyumun, gözle görülemez kadar küçük ve nazik işleyişi, kapının ne zaman açılıp ne zaman kapanacağını ayarlayan hassasiyeti, iç huzurunu, iş bölümünü… sert eller ve ayaklarla ezerek o yumuşacık ve sakin dengeyi bozmak, derisini yırtmak, içini kanatmak…koca delik hiçbir şey olmamış gibi elbirliğiyle güzelce yamandı…bilmiyorlardı eskisi gibi dolmazdı çukur, bir iz, bir çizik mutlaka…

hâlâ her şey böyle karşı karşıya durabilmekteydi

sonra ince uzun kıpkırmızı bir çizgi…  kargalar göründü… kara haber
bu onun kalbinin bundan sonraki ritmidir ,  bu  sevr dağındaki mağaranın ağzı kadar büyük yara... kapanamaz artık örümcek ağlarıyla,  yuva kurmaz üstünde, süt vermez güvercinler

hepimiz işitiyoruz

“Ne kadar uzak olsak da çok yakınız
...
Ve başka hiçbir şey önemli değil”

derinden geliyor, yerin altından, yerin üstünden, her yerden,  neden duyulmuyor peki kör kurşunun sesi, o ölümcül tekme, nerede saklanıyor o sırtımıza inen yumruk şimdi

nerede ? nerede ?
nereye, nereye?
taklalar atarak uçuyor güvercin
ku, ku, ku ku!


III.

her ölüm soprano bir sessizliktir
vitrindeki kırılgan şeyleri oynatır yerinden
aynı anda uçak hızıyla dört bir yana saçılır kırık cam parçaları
kötü haber tez duyulur
öyleyse kim kısabilir bu zılgıtın sesini

sonra bir bildiriye imza atan kalemin sesi bu
tazyikli suyla, ki:

“suyun sabit durduğunu hiç kimse görmemiştir. Böyle olduğu için su üstüne bina kurulmaz ve kurulup kalamaz. Su, her şeyi alıp, gidendir” 

ayakları yerden kesilir ve sırt üstü birkaç metre geriye düşer şişman, orta yaşlı ve gövdesinin üst yarısı tamamen çıplak adam, anlaşılan o ki; öyle TV izlerken salonda kanepede, yarı uyuklarken, aniden kalkmış,  pantolonunu geçirivermiş, fırlamış sokağa... onun öfkesinde, onun korkusunda, Vaclav Havel’den bir şeyler vardır, Che’den bir acayip yakışıklılık,  İrene’den bir itiraf, Joan Baez’den kır saçlı bir güzellik, Aleksandra’dan bir işkence sonrası durgunluğu, bir Avrupa’ya giden tren bileti, wahşi atlardan bir yoldaşlık, bir bedel ödeme vardır…güzeldir … bu anda subcomandante Marcos ‘tur herkes

sandık kokar derileri yıkansa da çıkmaz, birbirine inanmanın kokusudur
boyun eğmezliğin sarı lekesi
gül ile bülbül incitmeden birbirini
yan yana durabilmektedir

IV.

onlar çapullara sinmiş eski eşya kokarlar
naftalin ve güve kelebeği
eski palto, eski etek
istediğinde çıkarıp atamazsın
eski elbiseler
terk edilişin hıncını alır, yok olmaya direnmektendir o koku

V.

bir harf önce upuzun bir O’dur belki
sonra bir hece, kelime derken cümle
sayfalar sayfalar dolusu
bir geçmiştir, kendi üstüne katlanınca
gelecek olmuştur adı

VI.
ve Helen… uzun uzun durmalı burada
yaşlıyken, kıskanırken, iyi bilirken solculuğu
ve nefes alamaz,  “el sallayamaz, boğulurken”
O’nun hikayesi başka

hangi yeryüzü şekli denk gelir böyle ölümlere
hangi
dağ
iyi gelir, hangi köprü
hangi tapınak alır acısını, hangi dua
hangi aşk örtebilir üstünü
ne renktir kesilen bir soluk
nasıldır kokusu körlüğün
nefesiniz yeter mi “düğümlere üflemeye”
ne demektir Neffâsâti fil ugad
siz bilebilir misiniz Zehra efendi

VII.

konuşmak değil
yürümek değil, katlanarak kendime
hızla yuvarlanmak
duvarlara çarpa çarpa dağılmak
hemen yapmak hemen
sanki hiç vakit yokmuş gibi
zamanın kesesinden ödünç istiyorum
vuruyorum kapısına içeriden sesler geliyor
The Doors doğuştan sevmezmiş uzun konuşmayı
uzun yaşamayı ve yalan söyleyenleri durmadan:

_ Father
_ Yes, son…
_ I want to kill you!

Zehra Betül

KENTTE SAKLI

birlikte öğrendik şehrin kara deliklerini
konuşulması ve susulması gereken yerleri vardı

dumanlar içinde kümbetler, çatı katları
konuştuk, kimse duymadı

dikenlerini çıkarmış kirpiler gibi yaşıyorlardı
kedi olsak sırtımızı kamburlaştırırdık
gerekli olduğundan değil, öylesine

birbirimize baktık ve gülümsedik

kurtarılmış bir yer aradık
tek başınalıklar
her şeyi bilenler
ve hep haklı olanlar olmasın içinde

komik birkaç laf sadece
saf yenilgi başım üstüne

tek kişilik kuralsız bir oyunken hayat
yoktan var edebiliyordu inanmak
nasıl bir oyunsa bu;
gözlerimiz sadece birer pencere
hurufat bakıyor ardından
A’yı atmayı değil gökyüzünden
yerli yerine koymayı saklıyor ellerinin karasında

sabahın sisi içindeydik
hurafe değil sadece bizdik 
kurşunsuz bir gece borçlandık hayata
bulun bizi başkasına söylemeyin
sadece pencereden giren gün ışığına

Zehra Betül

“KUŞ YEMİ”

I.

Demiştin ki bana:
sıradan bir şeye çok bakma
O
şey korkutur sonra seni

baktım, çok baktım
turgut’unkiydi, orhan’ınkiydi derken
bütün erkeklerin kederi:
en iyi kim doğurabilir kendini kendinden
bahisler yükseldi
toplanmış ateşin etrafında ellerinde mızraklarla ahali
herkes birbirinin aynası
yeryüzü kanasa da görünmez artık

seni bana bıraktığın kokudan bilirdim
tartılamaz bir büyük yalnızlıktan
orada yuvalanmak istedim, en içine sığınmak
hem çok seviyorduk kendimizi
nefret ediyorduk hem de çok
bir adım ileri değil, geri değil bir adım
ısrarla baktık
kabuk tuttu yüzümüz
korktuk


II.

demiştin ki bana:
susmanın anlamı değişince ve konuşmanın
bu büyük dünyanın içinde onu reddeden
küçük bir dünya olursun
senden başka hiç kimse sığmaz içine
buna yalnızlık deriz işte

öğrenemedim dilini
çatlamış toprak gibiydin. avutulmaz
güneydoğu illeri gibi
çıplak ayaklarını jilet gibi kesen buz
bir gece uyurken
suratına inen şamar gibiydin
tabanlarım yarıldı, yanaklarım alev alev
yalan dediğimiz gerçeğin aynıydı
bir uzatıp bir çekseydim ipi
hayır! yücelttim
bir dinim olsun benim de

tanrıya soyunmaktı, nefret ettim kendimden
dedim ki :
bir gün bir film izledim ve
pırrr !!!
sana verdiğim tüm gözyaşlarını, tüm yalvarmaları
inanmaları, anlaşmaları geri aldım, dedim
iyimserliklerimi bütün

bilinmeyen bir başa sardım filmi
değişme!
çünkü sevdiğimiz her şey
hiç başlamamışta kaldı

III.

durmadan, benimle değil, içindeki küçük dille
kendi kendine konuşuyor olmalı
durmaksızın susabilir mi yoksa böyle

hiç bir silahım yok
avunmak istemiyorum, yanılsamak  
katılaşarak ufalmak da
kendimle birlikte paramparça aşklar
ve köpekler geliyor aklıma

bunu derine,
müstevliyi sıratlarına yayan bir kokunun içine dik,
alejandro gonzálezdi:
köşeleri ve lekeleri keşfet dedi, bana

derken dünya eşkenar üçgenlerden ibaretti
tuttum birinin bir kenarını azıcık çektim
pencere önünde çiçekleri dizmek için denizlik
ve bir ağacın kovuğu oldu sevişmek için
bir kement gibi doru atın boynuna
kendini seyrederken suya düşmüş birine uzattım sonra
yükselttim bahisleri

yüzümdeki kabuğu kaldırınca;
kınar hanımın denizleri kanadı
hayatım kanadı
kendimden çıkardım kendimi
yenildim
ihdinas sıratel müstakim

IV.

bu şiiri böyle bırakma
“beni bıraktığın yerde bırakma”

gidilecekse yolun yarısını gitmek gerekti önce
çıktım yola
yol topraktandı
gördüm
sırtına biraz toprak bulaşmıştı
örtünmek için değil,
lekesiydi onun bu kırmızı
araziye uydurmak için değil,
farklı kılmak için kendini
avucuma aldım, o lekeli siyah taş işte
rengini derime bulaştırdı

neden değiştirmiyor bazıları renklerini
neden değiliz iki kişi
dölümüz kısır
çocuklarımız ölü

V.

anlamı değişmedi
güç demek: yalnızlıktan korkmamak değil
her şekilde hayatta kalmak demek
birlikte güçlüyse ötekiler
yalnızlık da kendini doğurur kendinden
hadi yürü, dedin

yürüdüm
aynı yerdeydi kaşımızdaki yara izi
kapanmadı üst üste
sırt sırta verip ters yönlere gitmek
kaf dağını aşmak gerekti
                                                                                                                                                                                                                VI.

sen belki bir bayram günü bir atlıkarıncasın
alnına sürülmüş bir damla kurban kanısın
sende gördüğümle senin kendini kurduğun farklı belki
ikimiz de şu titreşip duran yaprağı
farklı renkte görüyoruz belki
yeşillerimiz aynı değil
tomurcuklarımız, çiçeklerimiz
yerimiz, yurdumuz
gidişimiz, dönüşümüz

atları yerli yerine koyuyorsun
belki sen onları bir yere koy diye
senin yolun bunun için belki:
b e l l i  b i r  y e r e  k o y  d i y e  a t l a r ı

durmadan can sıkıntısı, durmadan ölmek
eksik olduğumuzu anlamaktan kaçmak için belki bu korku

var mıyım

VII.

birini yok etmek için susmak
yokluğuna katlanmamak için
ona dokunmamak
her şey bitmemişte, yarım kalıyor
her yarım bir son belki
her seferinde en baştan başlıyoruz
bir son yok belki
sonsuzluk bu demek
sonumuzun olmayışı


VIII.

konuşmalar, bakışmalar
sorduklarım yüzünden
sonra uzun uzun can çekişmesi
sonra tekrar soruyorum
yeniden susana dek seviniyoruz
bir dilsizin alfabesi bu
yeraltına kaçmış birinin
gözlerinde ışık var demek hâlâ
canlı bir yerleri kalmış demek
bu söylenmemiş onun en büyük şiiri

IX.

yalnızlığa tapıyorum. has olana.
sevişmeden mahremine giriyorum
yalnızlıklar iç içe geçiyor
ama zedelenmiyor orada

X.
bu yolların sonu yok dedim; bu yarımların bir sonu yok.
gitgide küçülüyoruz
benim hatam değil ki bu

sonra tekrar soruyorum
yeniden susana dek seviniyoruz
bilmediğim bir alfabe bu

XI.

dedim ki:
kaybetmekten başka ne kazanılır kayıplardan

küçülüp kendi içime döneceğim
her şeyimi kaybederek kazanacağım
az değil; bir “kuş yemi”nin sertliği

sayıklama değildi
kendimi boşalttım önüne

XII.

bıraktım artık
duvarlara vurdukça kanlı izler bırakan tarafımın
izini sürmeyi bıraktım orada tek başına
sessiz bir soru
yanıtsız bir karşılık
boş bir kağıt parçasıyım
çok istemeyi bıraktım artık

XIII.

dedim ki:
saatleri huzura ayarlama enstitüleri olmalıydı bu ülkede

her sevincin sonu
upuzun bir durma
bu güneşli cumartesi bile

O bir büyük :

 “içe dönük bakla”

XIV.

anlamı eski suskunluklardan dolduruyor dil
ağzından çıkacak hangi sözcük söyleyebilir
söylemediğinden daha büyük bir şeyi
söylenmemişten daha büyük ne söyleyebilirsin

dilim şişiyor
kaşmir kazak, kuş tüyü yastık, ipek şal
seninle birlikte kuzuları da emziriyorum
bitmedi, bu “hikaye seni anlatıyor”


XV.

dedi ki:
“çile sabırlı bekleyiş demektir”
“bataklıktaki kamış”

çocukken ince ince kıyılmış bu çocuk
hiç büyümüyor
durmadan mızrağının ucunu biliyor
suskunluğu bulaşıcıymış


XVI.

dedim ki:
neden - sonucu aştım da sana vardım
durdurmalıydı beni zorunluluklar
sonuç mu; yenilgi
o koku dişiliğim, korkutmasın seni, diyeydi
o iyot, o tuz, o uzak deniz
o kadın korkutacak diye
öyle temiz, öyle hiç gelsin sana, diyeydi.


XVII.

ağzını aç, konuşma, dilini ver bana
dilin gerçek
dokun bak, bunlar da..


Zehra Betül

NERKİS

filiz veren bir ağaç gibi
çocukluğumdan sürdüm kendimi
büyüdükçe kırılgan oldu dallarım

lekeli yüzüyle ortaya çıkıyor ay çıbanı
şifreli bir düzlükken
deliniyor gece
girintiler, çıkıntılar
içimde her geleni o sandığım içrek bir aşk

ille de dokunmak istiyorum çıplaklığınıza
ille de koklamak çenenizle boynunuzun bitiştiği yeri
dilimin ucunda kalanla kalbinize dokunmak

olmuyor, ortalarında çırılçıplak dururken
buğulanmış aynalar, gözlerimi çalıyor
böyle bir şeymiş demek ki üstünden sevişmek
saçlarım çözülmeden kalıyor

ey!
çıplaklık
ey!
kendisini yeniyle örten katmerlenmiş eski
tanrı artık sizsiniz
parmak izi toplayın, bulun yalancıyı

uslu durdum aynaların içinde
bir çok oldum
bir yok oldum, saçlarımda masallar
dinleyin anlatıyor peygamber devesi

min el aşk ene'l aşk

Zehra Betül

OL'URUM

gülüşüyoruz karşılıklı
incecik birer çizgi oluyor gözlerimiz
orada yuvalanıyor mermer kuşlardan artan sözcükler 

yalnızlığımızın ayak ucunda duruyor tarih
geleceğin ellerinden içiyor zehrini
rodin’in avuçlarından çıkma bir monica belluci

ortaçağ şehirlerini alıyorum yanıma
üstümü bir fahişenin el'iyle örtmüş ismimi
meydanları, köprüleri, cadı kazanlarını
öpülmekten yorgun düşmüş boynumu alıyorum
bir de limoni servi, fıstık ağaçları
atlıyorsunuz arkamdan
önce ol'uyorum sonra taylar

evet diyorum size
sesim siyah bir taştan çıkıyor bembeyaz
büyümüş çocukların korkusu olarak geliyorum
evet, süt doluyor günahlar
bir daha anlatıyorsunuz gözlerim sizin oluyor

biz kirlenmek nedir iyi biliyoruz
iyi biliyoruz suskunluklardan
kara dutları nasıl doğuruyor kavruk ağaçlar


Zehra BetülALICI KUŞ


                                               “küll-î cism”

I.
yeryüzü şekilleri mesela şu küçük dağ
bu gürültü içinde soğrulan bülbül avazı
yer altına kaçmış bir ave maria
ben yarattım diyen duyamaz şarkısını

gül ocağında bir kuş yuvası ceviz kabuğundan
içinde yedi çeşit kuş
yılanlar çıkamaz
sâba rüzgârı sadece, bir de ala üveyik
gömleksiz kuşun ağzında zeytin dalı:
bir daha hiç dönmeyecek. 
büyük yolculuk öncesi son kanat çırpışı

kır, bütün otlar, toprak
şehrin göbeğinde açan nevruz
kadınsa katmerli bir iri gül
katılaşmış dünya yuvarlağının dışında
can dilinden kutlu bir ninni
doğmamış bebeklere

her ağacın çiçeği mintanları geren domur domur emceklerdir,  delikanlı sevdasıdır
her arnavut kaldırımı hatırlar kaya olduğu günleri, kör olan gözler unutmaz kendini kör edeni… durmuş bir kalp dokunulduğunda yeniden atmayı dener…

ve biz severiz cızırtılı plakları, kırıp atmayız, saklarız, severiz üstünde duramayacağımız halde içinde can taşıyan şişkin sığınakları, tepeye çıkmayı değil, yolda olmayı, aşağılara doğru hep beraber tekrar be tekrar yuvarlanacak olmaları

II.

kibrit çöpleriyle kargalar gibi oradan buradan çalarak çırparak yapılmış bir evin, sonra evlerin, gemilerin, şehrin, köprülerin, dünyanın köküne kibrit suyu sıkmaktır, çekivermek temel direklerinden birini, severiz… her şey olağanken, yani bir sabah, çocuklar seksek oynarken, yoyo çevirirken ayağında, kimisi pazarda, işinde gücünde, sevişirken kimisi,  kimisi mesela mike kadın sevmezken, iskambil oynarken toz duman birden kocaman gri mantar gibi bir bulut, bir uğursuz alıcı kuş, aniden durmak gibi değildir, gibi değildir, herkes yerde yüzükoyun yatıp, ayaklarını sallayarak yan yana suluboya resimler yaparken, piyanoda bir vals ve kuşlar ve sulardır, sestir yumuşaktır, kristal bir bahar, mine çiçekleri ve fırfırlı güneş şemsiyeleri, küçük küçük dürbünlerdir, her şey yolundadır, yola tebeşirle çizilmiş seksek kareleri yalnız değildir bu anda.

sonra o büyük gölge

sonra bu, her yer sırılsıklam olmuş saç, her yer savrulan kırmızı elbise
kaldırımda köpeklerle yan yana uyumak
kimisi yatay kimisi dikey çizgili
sokak kedileriyle yan yana, durmak…
ama diri, çiçeği burnunda bir salatalıktır yine de, koyu yeşil kabuğu vardır ve hafif dikenlidir; diken  onun silahı, işte böyle Konstantinopolis’ten Tavşan adasına, mozaikli müzeye, Olimpos’a karmakarışık bir isyandır, horon vurmaktır

fakat sonra bu,

“ben seni sevdiğimi dünyalara bildirdim”

bir delikanlıdır
yerli yerindeyken hücreleri, dengesi içinde ve dışında gövdesinin bir yerinde, her şeyi, tıkır tıkır işliyorken sevinci, heyecanı göz kamaşması, kirlenmemişken, fasulye ayıklarken öğrenci evinde, kanı kalpten gövdeye ve beyne bir saniye sekmeden zamanında taşınırken
karanlık ara sokakta, tam fırının önünde,  ekmek kestiğimiz sıradan bir bıçak:

önce ışıldadı, yıldız gibi değildi, geceye bir çıngıraklı yılan kuyruğu değdi sanki ve bir kara delik… düşünmeye vakit yoktu, hızla büyüdü delik ve içine çekti bütün gezegenleri, ışıklı, sarı ne varsa hepimizi, gece huzursuzca kıpırdadı hayra alamet değildi bu seferki,   karanlığıyla karanlık işlere örtü olmak… … aldatılmış, hadım edilmiş bir adam oldu gece ağlama duvarı oldu kendine

sonra kara ellerinden kurtulup kaçarken köşede yine deli kanlı ve gece… hücrelerini yerinden etmek, elektronların, sodyumun, potasyumun, gözle görülemez kadar küçük ve nazik işleyişi, kapının ne zaman açılıp ne zaman kapanacağını ayarlayan hassasiyeti, iç huzurunu, iş bölümünü… sert eller ve ayaklarla ezerek o yumuşacık ve sakin dengeyi bozmak, derisini yırtmak, içini kanatmak…koca delik hiçbir şey olmamış gibi elbirliğiyle güzelce yamandı…bilmiyorlardı eskisi gibi dolmazdı çukur, bir iz, bir çizik mutlaka…

hâlâ her şey böyle karşı karşıya durabilmekteydi

sonra ince uzun kıpkırmızı bir çizgi…  kargalar göründü… kara haber
bu onun kalbinin bundan sonraki ritmidir ,  bu  sevr dağındaki mağaranın ağzı kadar büyük yara... kapanamaz artık örümcek ağlarıyla,  yuva kurmaz üstünde, süt vermez güvercinler

hepimiz işitiyoruz

“Ne kadar uzak olsak da çok yakınız
...
Ve başka hiçbir şey önemli değil”

derinden geliyor, yerin altından, yerin üstünden, her yerden,  neden duyulmuyor peki kör kurşunun sesi, o ölümcül tekme, nerede saklanıyor o sırtımıza inen yumruk şimdi

nerede ? nerede ?
nereye, nereye?
taklalar atarak uçuyor güvercin
ku, ku, ku ku!


III.

her ölüm soprano bir sessizliktir
vitrindeki kırılgan şeyleri oynatır yerinden
aynı anda uçak hızıyla dört bir yana saçılır kırık cam parçaları
kötü haber tez duyulur
öyleyse kim kısabilir bu zılgıtın sesini

sonra bir bildiriye imza atan kalemin sesi bu
tazyikli suyla, ki:

“suyun sabit durduğunu hiç kimse görmemiştir. Böyle olduğu için su üstüne bina kurulmaz ve kurulup kalamaz. Su, her şeyi alıp, gidendir” 

ayakları yerden kesilir ve sırt üstü birkaç metre geriye düşer şişman, orta yaşlı ve gövdesinin üst yarısı tamamen çıplak adam, anlaşılan o ki; öyle TV izlerken salonda kanepede, yarı uyuklarken, aniden kalkmış,  pantolonunu geçirivermiş, fırlamış sokağa... onun öfkesinde, onun korkusunda, Vaclav Havel’den bir şeyler vardır, Che’den bir acayip yakışıklılık,  İrene’den bir itiraf, Joan Baez’den kır saçlı bir güzellik, Aleksandra’dan bir işkence sonrası durgunluğu, bir Avrupa’ya giden tren bileti, wahşi atlardan bir yoldaşlık, bir bedel ödeme vardır…güzeldir … bu anda subcomandante Marcos ‘tur herkes

sandık kokar derileri yıkansa da çıkmaz, birbirine inanmanın kokusudur
boyun eğmezliğin sarı lekesi
gül ile bülbül incitmeden birbirini
yan yana durabilmektedir

IV.

onlar çapullara sinmiş eski eşya kokarlar
naftalin ve güve kelebeği
eski palto, eski etek
istediğinde çıkarıp atamazsın
eski elbiseler
terk edilişin hıncını alır, yok olmaya direnmektendir o koku

V.

bir harf önce upuzun bir O’dur belki
sonra bir hece, kelime derken cümle
sayfalar sayfalar dolusu
bir geçmiştir, kendi üstüne katlanınca
gelecek olmuştur adı

VI.
ve Helen… uzun uzun durmalı burada
yaşlıyken, kıskanırken, iyi bilirken solculuğu
ve nefes alamaz,  “el sallayamaz, boğulurken”
O’nun hikayesi başka

hangi yeryüzü şekli denk gelir böyle ölümlere
hangi
dağ
iyi gelir, hangi köprü
hangi tapınak alır acısını, hangi dua
hangi aşk örtebilir üstünü
ne renktir kesilen bir soluk
nasıldır kokusu körlüğün
nefesiniz yeter mi “düğümlere üflemeye”
ne demektir Neffâsâti fil ugad
siz bilebilir misiniz Zehra efendi

VII.

konuşmak değil
yürümek değil, katlanarak kendime
hızla yuvarlanmak
duvarlara çarpa çarpa dağılmak
hemen yapmak hemen
sanki hiç vakit yokmuş gibi
zamanın kesesinden ödünç istiyorum
vuruyorum kapısına içeriden sesler geliyor
The Doors doğuştan sevmezmiş uzun konuşmayı
uzun yaşamayı ve yalan söyleyenleri durmadan:

_ Father
_ Yes, son…
_ I want to kill you!

Zehra Betül

KENTTE SAKLI

birlikte öğrendik şehrin kara deliklerini
konuşulması ve susulması gereken yerleri vardı

dumanlar içinde kümbetler, çatı katları
konuştuk, kimse duymadı

dikenlerini çıkarmış kirpiler gibi yaşıyorlardı
kedi olsak sırtımızı kamburlaştırırdık
gerekli olduğundan değil, öylesine

birbirimize baktık ve gülümsedik

kurtarılmış bir yer aradık
tek başınalıklar
her şeyi bilenler
ve hep haklı olanlar olmasın içinde

komik birkaç laf sadece
saf yenilgi başım üstüne

tek kişilik kuralsız bir oyunken hayat
yoktan var edebiliyordu inanmak
nasıl bir oyunsa bu;
gözlerimiz sadece birer pencere
hurufat bakıyor ardından
A’yı atmayı değil gökyüzünden
yerli yerine koymayı saklıyor ellerinin karasında

sabahın sisi içindeydik
hurafe değil sadece bizdik 
kurşunsuz bir gece borçlandık hayata
bulun bizi başkasına söylemeyin
sadece pencereden giren gün ışığına

Zehra Betül

“KUŞ YEMİ”

I.

Demiştin ki bana:
sıradan bir şeye çok bakma
O
şey korkutur sonra seni

baktım, çok baktım
turgut’unkiydi, orhan’ınkiydi derken
bütün erkeklerin kederi:
en iyi kim doğurabilir kendini kendinden
bahisler yükseldi
toplanmış ateşin etrafında ellerinde mızraklarla ahali
herkes birbirinin aynası
yeryüzü kanasa da görünmez artık

seni bana bıraktığın kokudan bilirdim
tartılamaz bir büyük yalnızlıktan
orada yuvalanmak istedim, en içine sığınmak
hem çok seviyorduk kendimizi
nefret ediyorduk hem de çok
bir adım ileri değil, geri değil bir adım
ısrarla baktık
kabuk tuttu yüzümüz
korktuk


II.

demiştin ki bana:
susmanın anlamı değişince ve konuşmanın
bu büyük dünyanın içinde onu reddeden
küçük bir dünya olursun
senden başka hiç kimse sığmaz içine
buna yalnızlık deriz işte

öğrenemedim dilini
çatlamış toprak gibiydin. avutulmaz
güneydoğu illeri gibi
çıplak ayaklarını jilet gibi kesen buz
bir gece uyurken
suratına inen şamar gibiydin
tabanlarım yarıldı, yanaklarım alev alev
yalan dediğimiz gerçeğin aynıydı
bir uzatıp bir çekseydim ipi
hayır! yücelttim
bir dinim olsun benim de

tanrıya soyunmaktı, nefret ettim kendimden
dedim ki :
bir gün bir film izledim ve
pırrr !!!
sana verdiğim tüm gözyaşlarını, tüm yalvarmaları
inanmaları, anlaşmaları geri aldım, dedim
iyimserliklerimi bütün

bilinmeyen bir başa sardım filmi
değişme!
çünkü sevdiğimiz her şey
hiç başlamamışta kaldı

III.

durmadan, benimle değil, içindeki küçük dille
kendi kendine konuşuyor olmalı
durmaksızın susabilir mi yoksa böyle

hiç bir silahım yok
avunmak istemiyorum, yanılsamak  
katılaşarak ufalmak da
kendimle birlikte paramparça aşklar
ve köpekler geliyor aklıma

bunu derine,
müstevliyi sıratlarına yayan bir kokunun içine dik,
alejandro gonzálezdi:
köşeleri ve lekeleri keşfet dedi, bana

derken dünya eşkenar üçgenlerden ibaretti
tuttum birinin bir kenarını azıcık çektim
pencere önünde çiçekleri dizmek için denizlik
ve bir ağacın kovuğu oldu sevişmek için
bir kement gibi doru atın boynuna
kendini seyrederken suya düşmüş birine uzattım sonra
yükselttim bahisleri

yüzümdeki kabuğu kaldırınca;
kınar hanımın denizleri kanadı
hayatım kanadı
kendimden çıkardım kendimi
yenildim
ihdinas sıratel müstakim

IV.

bu şiiri böyle bırakma
“beni bıraktığın yerde bırakma”

gidilecekse yolun yarısını gitmek gerekti önce
çıktım yola
yol topraktandı
gördüm
sırtına biraz toprak bulaşmıştı
örtünmek için değil,
lekesiydi onun bu kırmızı
araziye uydurmak için değil,
farklı kılmak için kendini
avucuma aldım, o lekeli siyah taş işte
rengini derime bulaştırdı

neden değiştirmiyor bazıları renklerini
neden değiliz iki kişi
dölümüz kısır
çocuklarımız ölü

V.

anlamı değişmedi
güç demek: yalnızlıktan korkmamak değil
her şekilde hayatta kalmak demek
birlikte güçlüyse ötekiler
yalnızlık da kendini doğurur kendinden
hadi yürü, dedin

yürüdüm
aynı yerdeydi kaşımızdaki yara izi
kapanmadı üst üste
sırt sırta verip ters yönlere gitmek
kaf dağını aşmak gerekti
                                                                                                                                                                                                                VI.

sen belki bir bayram günü bir atlıkarıncasın
alnına sürülmüş bir damla kurban kanısın
sende gördüğümle senin kendini kurduğun farklı belki
ikimiz de şu titreşip duran yaprağı
farklı renkte görüyoruz belki
yeşillerimiz aynı değil
tomurcuklarımız, çiçeklerimiz
yerimiz, yurdumuz
gidişimiz, dönüşümüz

atları yerli yerine koyuyorsun
belki sen onları bir yere koy diye
senin yolun bunun için belki:
b e l l i  b i r  y e r e  k o y  d i y e  a t l a r ı

durmadan can sıkıntısı, durmadan ölmek
eksik olduğumuzu anlamaktan kaçmak için belki bu korku

var mıyım

VII.

birini yok etmek için susmak
yokluğuna katlanmamak için
ona dokunmamak
her şey bitmemişte, yarım kalıyor
her yarım bir son belki
her seferinde en baştan başlıyoruz
bir son yok belki
sonsuzluk bu demek
sonumuzun olmayışı


VIII.

konuşmalar, bakışmalar
sorduklarım yüzünden
sonra uzun uzun can çekişmesi
sonra tekrar soruyorum
yeniden susana dek seviniyoruz
bir dilsizin alfabesi bu
yeraltına kaçmış birinin
gözlerinde ışık var demek hâlâ
canlı bir yerleri kalmış demek
bu söylenmemiş onun en büyük şiiri

IX.

yalnızlığa tapıyorum. has olana.
sevişmeden mahremine giriyorum
yalnızlıklar iç içe geçiyor
ama zedelenmiyor orada

X.
bu yolların sonu yok dedim; bu yarımların bir sonu yok.
gitgide küçülüyoruz
benim hatam değil ki bu

sonra tekrar soruyorum
yeniden susana dek seviniyoruz
bilmediğim bir alfabe bu

XI.

dedim ki:
kaybetmekten başka ne kazanılır kayıplardan

küçülüp kendi içime döneceğim
her şeyimi kaybederek kazanacağım
az değil; bir “kuş yemi”nin sertliği

sayıklama değildi
kendimi boşalttım önüne

XII.

bıraktım artık
duvarlara vurdukça kanlı izler bırakan tarafımın
izini sürmeyi bıraktım orada tek başına
sessiz bir soru
yanıtsız bir karşılık
boş bir kağıt parçasıyım
çok istemeyi bıraktım artık

XIII.

dedim ki:
saatleri huzura ayarlama enstitüleri olmalıydı bu ülkede

her sevincin sonu
upuzun bir durma
bu güneşli cumartesi bile

O bir büyük :

 “içe dönük bakla”

XIV.

anlamı eski suskunluklardan dolduruyor dil
ağzından çıkacak hangi sözcük söyleyebilir
söylemediğinden daha büyük bir şeyi
söylenmemişten daha büyük ne söyleyebilirsin

dilim şişiyor
kaşmir kazak, kuş tüyü yastık, ipek şal
seninle birlikte kuzuları da emziriyorum
bitmedi, bu “hikaye seni anlatıyor”


XV.

dedi ki:
“çile sabırlı bekleyiş demektir”
“bataklıktaki kamış”

çocukken ince ince kıyılmış bu çocuk
hiç büyümüyor
durmadan mızrağının ucunu biliyor
suskunluğu bulaşıcıymış


XVI.

dedim ki:
neden - sonucu aştım da sana vardım
durdurmalıydı beni zorunluluklar
sonuç mu; yenilgi
o koku dişiliğim, korkutmasın seni, diyeydi
o iyot, o tuz, o uzak deniz
o kadın korkutacak diye
öyle temiz, öyle hiç gelsin sana, diyeydi.


XVII.

ağzını aç, konuşma, dilini ver bana
dilin gerçek
dokun bak, bunlar da..


Zehra Betül

NERKİS

filiz veren bir ağaç gibi
çocukluğumdan sürdüm kendimi
büyüdükçe kırılgan oldu dallarım

lekeli yüzüyle ortaya çıkıyor ay çıbanı
şifreli bir düzlükken
deliniyor gece
girintiler, çıkıntılar
içimde her geleni o sandığım içrek bir aşk

ille de dokunmak istiyorum çıplaklığınıza
ille de koklamak çenenizle boynunuzun bitiştiği yeri
dilimin ucunda kalanla kalbinize dokunmak

olmuyor, ortalarında çırılçıplak dururken
buğulanmış aynalar, gözlerimi çalıyor
böyle bir şeymiş demek ki üstünden sevişmek
saçlarım çözülmeden kalıyor

ey!
çıplaklık
ey!
kendisini yeniyle örten katmerlenmiş eski
tanrı artık sizsiniz
parmak izi toplayın, bulun yalancıyı

uslu durdum aynaların içinde
bir çok oldum
bir yok oldum, saçlarımda masallar
dinleyin anlatıyor peygamber devesi

min el aşk ene'l aşk

Zehra Betül

OL'URUM

gülüşüyoruz karşılıklı
incecik birer çizgi oluyor gözlerimiz
orada yuvalanıyor mermer kuşlardan artan sözcükler 

yalnızlığımızın ayak ucunda duruyor tarih
geleceğin ellerinden içiyor zehrini
rodin’in avuçlarından çıkma bir monica belluci

ortaçağ şehirlerini alıyorum yanıma
üstümü bir fahişenin el'iyle örtmüş ismimi
meydanları, köprüleri, cadı kazanlarını
öpülmekten yorgun düşmüş boynumu alıyorum
bir de limoni servi, fıstık ağaçları
atlıyorsunuz arkamdan
önce ol'uyorum sonra taylar

evet diyorum size
sesim siyah bir taştan çıkıyor bembeyaz
büyümüş çocukların korkusu olarak geliyorum
evet, süt doluyor günahlar
bir daha anlatıyorsunuz gözlerim sizin oluyor

biz kirlenmek nedir iyi biliyoruz
iyi biliyoruz suskunluklardan
kara dutları nasıl doğuruyor kavruk ağaçlar

Zehra Betül

Hiç yorum yok: