2 Kasım 2016 Çarşamba

BELGİN GÜNAY


(1980 - )


       Şiirleri, Akatalpa, Denizsuyukasesi, Mor Taka, Mühür, Şiirden vb. gibi dergi, fanzin, gazete ve eklerinde yayımlandı.

Şiirlerinden Seçmeler:

EPİNEPHELUS MARGİNATUS

Aynada gözlerime baktığımda,
Uçsuz bucaksız sessizliği duydum.
Sorular sordum öfkeme;
Karanlık balığına krater göllerinin,
Dilsiz cevherime.
Nice olduğunu anlattım ona,
Tözden bir evren düşlediğimi söyledim,
Şeklin gayb olduğu.

Dedi ki “Kandırmayın kendinizi Lord’um”;
“Eni sonu siz de herhangi budala fanisiniz
Bu kol ve bacak, kelle ve gövde ambarında.
Kendiliğinden ve benliğiniz uğruna var olmak
Değil meseleniz.
Bu denli dallandırıp budaklandırdığınız acınız,
Salt leziz bir av.
Kabul edin,
Ben değilim sizi var eden şey;
Varlığınızdan duyduğunuz utanç
Ve korku..!”

EVDEN UZAKTA

“Masal bitkileri sarıyor kafamızı,
kendi mitine tapıyor herkes;
Babil, yıkıldı çoktan!”

Souad; Benimle gelir misin?
Bu akşam ayrılıyorum şehirden; eve giden son şiirle.

Benim de pırıl pırıl bir çöl yaşıyor içimde,
Evimi ellerinde taşıyan.
Ayakları deniz, köpürüyor,
Yemişler yüklü bir nehir dökülüyor
Narin bileklerinden,
Yüzüne çarpıyor suyunu.
Sırtını mavi saçlı dağlara yaslamış
Avuçlarında telleri.

Sedir ağaçlarım da vardı üstelik,
Çakıl taşlarım,
Kertenkelelerim.
Göğsünü dağ rüzgârlarıyla dolduran güzel mağaram;
Şimdi sen ol.

Souad; Bana öyle bir söz bağışla ki;
Burada olmayalım artık.

HASTANE BAHÇESİNDEKİ BANK

sarp kayalıklarla ıslak longozlar arasında koşuşturan,
diyeceklerini portakal kabuklarına diyen,
bıçaksırtı kız çocuğu, şehirlerarası atlıkarıncalara abone.
acıt beni, güneş görmedik kutuplarımı acıt,
bu bizi götüren, ambivalan topografyası mazosch dudaklarımızın.
muhtacım dalgalanmaya, tüm küreme sıçrıyor ikililik çünkü,
çarpışan gezegenlerin sesini dinle, o benim
kavlim, bozmam inadımdan tertemiz o benim ağrıyan yanım.

atlarıma yer açtın ki indim çıktım yokuşlarını dört nala ben
ve eski bir lunapark türküsü döküldü yere,
"beni kimse anlamıyor" makamından;
işte buna sallarım kalçalarımı, işte tozlu yollara düşemeyen biz,
ne verdin bana; bahar ayları taze nane kokusu,
lavaboda sebze yıkayan masumiyeti kollarının,
saçların sandıkta.

eksik kalıyor tüm kollar bana, yok kucaklayabilen dikenlerimi;
biz buraların unutulmuş melekleriyiz, rüyadayız deliksiz,
hatırlamadıkça kendimizi başka da kimsenin gelmeyiz aklına
emin ol, unut kendini. bulurum belki diye, onaylamak için
kabuğumda açılan yarıkların yanıtlarını, acıt beni,
acıt, kabarsın suları kendine kanıt aramaktan yılmayan bedenimin.

HORTLAKTA

Kem geldin cefa getirdin hortlağım!

Kimsenin anımsamadığı bir alfabeyle
Yazıyor öyküsünü şeyler,
Tenime ateşle kazıdığım kan harfler
Ellerini gırtlağıma götürüyorlar yine,
Lanet kutsal mancınığını hazırladı:
Dışarıya, en dışarıya fırlatılacağız...
Üzerine kusulmuştur sahici ışığın, karadır ışık,

Ateş ise ıslak, soğuk ve dışkın.
Elbet yakacağız şimdi tenimizi
Onlar öğrendiler yüzmeyi, kurtuldular tufanlardan
Alevler sarsın artık bizi!

Kül, Ağustos 2002       

İÇKUMSAL

güneş tepede, çamur bulanığı sarı bir yaz günü.
köprünün üzerinden dereye atlayan beyaz donlu çelimsiz oğlanlar
yırtıyor öğlen uykularını.

boklu dere, küçük balıkçı motorlarını ufka kavuşturuyor
gölden denize, denizden göle, şehrin yorgun ama gülümseyen kenarlarını,
kuytu çizgilerini taşıyor motorlar.

dört başı mamur bir yarınsızlık,
suyu evin bellemenin yüreğine serptiği naif emniyet duygusu,
suya güvenmenin ve bağlanmanın meyvesi,
hürriyetle yürüyen bir iç ferahlığı ve istavrit.

bir adam, bir yengeç bırakıyor teknenin kıç aynasına
yüzme öğretmeye çalıştığı küçük kız korkar da suya girer belki diye,
oltaya dolaşıyor kız, iğneler bacaklarını kanatıyor telaş edince.
göz yaşlarının sonu mutlu, şehrin en denizci mahallesinde
bir çocuk daha yüreğini yumuşatacak dalgalara yürüyor.
yüzen, balık tutan, sıcak lakırdılar eden insanlar,
tükenmeye yüz tutmuş bir düşte yaşadıklarından habersiz,
kendilerini yazıyorlar.

sonra seslerin rengi soluyor, serinliyor.
bahçelerinde solucanları, salyangozları, ballıbabaları tanıdığımız loş evleri,
cılız banliyö ağaçlarını, hayatı boyayan yosun kokusunun göğsüne
çelikten dev hançerler saplanıyor, göğü değil belleklerimizi deliyor.
dipten bir sızı tarıyor kıta sahanlıklarımızı,
kumsal artık sahiden içimizde.

İPEK DİLİ

dünyadan uzak
karanlık bir köşede
şakıyan birbirimize dokunurken
yalnızca ikimiz arasında akan o dil
aşkın ipeğini dokuyan dil
bizim olurdu hayat, öğrenebilseydik
onun örümceğiyle konuşmayı

gözlerimi araladığımda beliren naif yüzün
ruhumun madencisi
bir mağaranın derinliklerine inerdi
başında lambasıyla

kendi karanlığımdan da bir parça vardı sende
yaralarıma denk düşen yaraların da

gözlerimi araladığımda yüzündeki bakış
aradığım kadını yerine koyup
ruhuma ağırlık eden adamı içine çekiyordu

sen ki istesen martılara kanat olur
istesen lodosa binip gelirsin
yoksun ya yanımda sabah pencereden zihnime süzülen rüzgarda
şimdi bekliyoruz zamanın yorulup evcilleşmesini ya
bize ne gerekse, hepsi ipek dilinde yazılıydı bir zaman

KAYIP DÜNYA

Dünyanın var olduğu zamanlarda benim
canım yanardı ve ölmediğimi anlardım
uyurken kediler, ilk yağmurlar, fırtınalar perdeleri şişirirken.

Kırtikoz kadınlar vardı ki hepsi birer turunç bahçesi,
ıssız tepelerde, fırdolayı diken ve içi kan dolu hendekler...
Arada bir kıyıya vurup parıldayan omuzlarıyla
ağlardan aklı yuğar, şehveti toplarlardı.
Göçebe balıklarsa ruhları kayıp adamlar,
ölümleri o kokulu çiçekleri içlerine çekerken oldu,
kadınların memelerinde açan.
İşte ben turunç kokusuna aldandım.

Adını bilmediğim en temiziydin korkularımın,
kalbimin bir köşesinde sessizce çağlayan
yabani, yabani, yabani bir su.
Sessizliğin ülkesini yıktım ben
senin sadece gidiş biletli iki kişilik söylencendeki.
Kendimi hangi bahçeye eksem
ne kök saldım ne rüzgâra kattım tohumumu,
belki kırılır düşer diye görmediğim zincirlerim
talan ettim ne varsa bana sahip olan ve sahip olduğum.
Sen o talanın içinden geçen bir yolcuydun.

Akatalpa, Sayı: 132, Aralık 2010

VARSIN SEN

Yaz ortası, sesi ilk oklarını fırlatır gibi sabah güneşi,
alacakaranlık serininin hemen ardı, bozkırda kadife zaman,
kayalar kızıla çalmaya başlıyor, dağları tırmanıyor Akdeniz kokusu.
Birkaç saat sonra benimle konuşan o surların dibinde
çimenlere uzanıp kitap okuyacağımı,
kemiklerimin ısınacağını müjdeliyor ışık.
Turunç çiçekleri beni bekliyor.

Açlığımın içinden geçip geldim sana, yoksunluğu yırttım,
öfkem hatırladıkça yeşerdi sokaklar ve
onlarca ciğeri dumanlı ve soğuk kenti yıkadım.
Bir hayaletsin, okşuyor nefesin omuzlarımı, kaçıyor
efsun, sen yitiriyorsun kendini, ben buluyorum!
Dinle, daha korkunç ve daha güzel ne var,
hem var olmayan hem de camdan bakan şövalyelerin
sevişmesinden, sevmesinden gözleri çakmaktaşı iki delinin birbirini?

Kimse inanmıyor artık ağaçlara sarılmanın kerametine,
ben direniyorum, ağaçlıktan başka hünerim yok,
ormandan başka evim. Haritam sonsuz sarhoşluğunsa sevgilim,
ben bozkırda taşan bir iç denizim, kuru çalılar arasında ağaç.
Yol ısınıyor, ışıyor ağladıkça ben, diyorsun ki çok uzaklarda gözlerin,
yanında, aydınlık tarafındayım, bana sarıl.
Şırıldıyor, dinle, saçlarını okşadığım yerde küçük nehir.

Akatalpa, Sayı: 124, Nisan 2010

VODOU DAVULU

mutfaktadır iki kadın, biraz fasulye, biraz pirinç
derken rahvan giden bir at arabasındadır yüreğimin kilidi
açılır kafes, kanlı cevher boşanır yola
bir çayıra çıkarız kentin orta yerindeki o mağaradan
her yanda köpekler, ballıbabalar.

rüyalarını bana postala sevgilim
onlar ki çaresizliğimizin şarkıları
bir tutam çimene yüz sürer kedi
bilmem hangi tutsak çayırın şehvetidir
bu bende büyüyüp duran.

dummm dum dum du dum dummm
taşlar anlatıyor ben dinliyorum
orada bir ben varmış kendini çağırıyor
hanidir gitmeye korkuyorum.

ayaklarımı geri alıyorum anne, beni yürüme artık!
mutfaktadır üç kadın ve akşam güneşinde kızarır patlıcanlar
en alâ cinayet masasıdır bu ohhh...

tam tamm tamm ta ta tammm
beni içine çekmeyen toprak
yazının düzünde ıssız bırakan rüzgar
kıyısında durup incisine el sürmediğim her derya
kabuğunu delip geçemediğim her yumurta
bin asırdır hayaletler izledim buzlu camlardan

şimdi ben size soyunuyorum!

Hiç yorum yok: