23 Kasım 2016 Çarşamba

RECEP YILMAZ



(1963, Pelitçik köyü, Göynük / Bolu - )


       İlkokulu köyünde, ortaokulun 1. sınıfını Eskişehir 19 Mayıs Ortaokulu’nda, 2. ve 3. sınıflarını Sarıcakaya’da, liseyi devlet parasız yatılı lise olarak Eskişehir Atatürk Lisesi’nde okudu. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Ekonometri Bölümü’nü bitirdi. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde (Hukuk Fakültesi) mali hukuk dalında yüksek lisansını tamamladı. 1989 yılında Maliye Bakanlığı’nda Stajyer Gelirler Kontrolörü olarak başladığı denetim elemanlığı görevinden 2000 yılında Gelirler Başkontrolörü iken ayrıldı. Halen İstanbul’da serbest çalışmaktadır. Evli ve iki çocuk babası.
       İlk öyküsü ile ilk şiiri 1981 yılında Eskişehir’in günlük gazetesi Sakarya’da yayımlandı. Şiirleri, öyküleri ve yazıları Akatalpa, Berfin Bahar, Ekin Sanat, Galapera Öykü, Kurşun Kalem, Lacivert, Patika, Sanat Yaprağı, Sincan İstasyonu, Tmolos Edebiyat, Varlık, Yaşam Sanat vb. gibi dergi ve fanzinlerde yayımlandı.
Yapıtları:
      Deneme Kitapları:
& Karanfiller Kanarken (2016, Cross Yayıncılık)

Şiirlerinden Seçmeler:

AH SÜHEYLA! MUTSUZUZ!

Dusenberry demedi mi görecelidir gelirin etkisi diye
Süheyla’yı ve asla fındıkkıranları ilgilendiren bir konu değil
Bakarsın bu gidişle erkek sakaların seslerini de bozabilir
Ah Süheyla! Bilsen, bunlar Şakir Abi’nin umurunda bile değil
Kızınca birilerine “Ağzına sıçtırtma!” deyişin var ya! Doğallığın!
O güzelliğin bakmışsın beklemediğin şekilde bir şiire girebilir

Süheyla gidecek yerimiz mi var, ne yana baksan zebani ve alev
Kızılcık ağaçlarını, oğlakları sevdim diye beni suçlayabilir misin?
Herhangi bir çiçeğe bastım diye cebelleşecek bir durumumuz bile
olmadı. Henüz kumunu dökmemiş ortaçağın böbrekleri gibi
sancılıyken nefes aldığımız memleketin kentleri biz mutsuzuz
Ah Süheyla! Gülüşün sazlıklarıma düşen ay ışığı, iyimserliğim
Menevişli akşamüstlerindeki söyleşileri hâlâ sevmekteyim

Bak Süheyla! Bir kenarda garipsemiş çocuğun durumuyuz
Ezik domatesten bin beteriz bu insan tezgâhlarının arasında
Parıltılı bir hançer saplı ki kan damlıyor döşü yaralı günlerden
Üstelik kriz zamanlarının gücenik yanlarına düşenler var ya
Ne emperyalizmi bilirler ne de tinsel gerilimle baş etmeyi
Hep hamur işi ürün yerler de azıcık Platon falan okumazlar

Süheyla! Politikacıların söylediklerine inanmayacaksın
İşin gerçeği şu: Kandırmacadır iktisat bilimi. Yatar kalkar
emek sermaye tüketim diye geveler de kıt kaynakları unutmuştur
Üstelik bütün gençler Giffenci. Yanıltmaçlarında inadına işsizler ki
bu cendereyle kimse baş edemiyor. Hem kurabiye tutkunu anneler
hamurlu elleriyle ağlıyor şimdilerde. İt ürür kervan yürür, Süheyla
Şakir Abi tasalarını unutmak için sepet örerdi, bilirsin
Yusuf Dayı bütün zamanların en iyi nalbandıydı Allah için

Ağustos 2015

Berfin Bahar, Sayı: 222, Ağustos 2016

GÜZ

Usumun pusuna salınıp uzayıp giden pan flüt ezgisi
Rüzgârın dalgasıyla gizemli sonsuzluğa sürüklüyor

Dal eğilmiş. Sarı benizli yaprakla bakışıyoruz, umarsız
Öykülerini suskunluğa gizleyen utangaç iki yavukluyuz

Bu yıl güz erken mi geldi, ben mi mevsimleri kısalttım
Yoksa kısırdöngüler mi bitirir başı göğe değen gençliği

Turnalar göçtü. Dostlardan bazıları erkenden ve apansız
Hayat çürük tahtaymış meğer aniden basmaya gelmiyor

Eh, güz bu! Varıp yalınlığıma çekileyim diye siftinirken
Kapıda kedi, yapıda karga, pencerede ben, üşümekteyiz

Ekim 2014

Akatalpa, Sayı: 181, Ocak 2015

İÇİMDEKİ RÜZGÂR

Bilmem ekinler yeşil seremoniler serer mi gayrı ömrümüze
Bak! İşte hâlâ gülümsemen gibi güzel esiyor bugün de rüzgâr
Eskisi gibi ne de menevişli akıyor dere, değil mi? Tıpkı sen!
Güneş bilgeliğiyle keyifli, çay içiyor daldırıp bardağını suya
Bakışı alaycı, muzipçe saklanıyor boşa gümbürdeyen buluta
Sesin çağlıyor, harman yerine dönüyor sözlerinin bereketi

Kardeştik seninle, hayat ağacının dalında tazecik iki filiz
Çiçeğe durmuş çocukluğun güzel düşlerinden geçip gelen
Gün açardı önceleri sen gülünce ben sevinince erikler çiçekti
Havalar soğurken neden birer bit yeniği girdi her işin içine
Usulca sinelim diyedir kuytuya belki de bu kötü kandırmaca
Hele sağanak başlasa, solucan toprakta kımıldasa, ötse kuğu
Bir de haziran gelse, çekilse gözlerini göl sanıp inen o buğu

Yaz bitti! İçimin sürgünlerinden ufak umutlar örsem az gelir
Ne desem nafile! Kişi içini eşeleyip yaratıyor asıl gurbetini
Sahi, diyorum, hangi taşlı tozlu yolları çizmiştik tinsel tuvale
Anıların kan sızan yazgısından derleyip sersek bütün keşkeleri
Gençliğin ateşi sönmüş içimiz ıslak köze dönmüş toprak kuru
Ah, ne çabuk unutmuşuz uçsuz bucaksız o derbeder günleri
Çaresi yok, karakalem resimlere benzeyeceğiz bundan böyle

Hele, kan revan, ejderhanın iri dudaklarından döküldüğünde
Acılanır neye değse, bulanır gölet, kanlanır yer, gölgeler ağar
Biz gene hayat ağacının dalında olgun kardeş meyvelerizdir
Kırağı düşmeden her tümceye ve yerin serinliğine gitmeden
Bir umut: akıl durulur da yine başlar mı insanlığın kardeşliği
Kim bilir acılarla dağlanır gene bir yerde buluşuruz belki de

Biliriz ki, hâlâ hayat ağacının dalında kardeş meyveleriz biz
Sesin su, nefesinde serinlik, saçların çağlayıp karışıyor ırmağa
Hâlâ gülümsemen gibi güzel esiyor bugün de içimdeki rüzgâr

Ekim 2013

Akatalpa, Sayı: 189, Eylül 2015 –

PRAG’DA

 Prag şehri yaldızlı bir dumandır- N.H.

Prag’da, bir öğle vakti; uçmaktan yorulup suya inen göçmen
kuşlar gibiydi insanlar. Gotik yapıların dışları bakımlıydı,
açık pastel renklerle; içlerinde böcekler gezinen bütün oda
duvarlarının kesif küf kokularında muhakkak eski masalları
saklıydı barbar şövalyelerin ki, ruhları başlarını uzatıyordu
pencerelerden ve sarışın kızlar bir düşe girer gibi
geçiyorlardı dar sokaklardan. Ihlamur ağaçlarının çeşidine
şaşırırken ben, sarı saçlarını Vltava Nehri’ne bırakmıştı
kentin ışıkları, sularda gümüşi yaldızlar oynaşırken
uzaklardan gelmiş insanlar tekne gezilerinde ağır ağır kendi
hayallerine aktılar.

Onu gördüm, güneş soluktu, domuz çevirmelerin dumanları
ve kokusu karışıyordu ağır ve rutubetli havasına caddelerin.
Merhaba dedim güzel kıza turistik eşya dükkânında ve
“Merhaba! Nasılsınız?” diyerek şaşırttı beni ve “Ben
Kırgız’ım!” dedi. Cemile’dir bu diye geçti aklımdan, bir de
kesin Aytmatov’un bozkırlarından gelmiştir al bir atın
terkisinde diye düşündüm, en güzel aşk hikâyesinin tanıdık
kahramanına gülümserken.

Kafka’nın Prag’ı nere dedim, Aytmatov’un bozkırları nere?
Bir de paslı raylardan Nâzım geçer eski bir vagonda, fena
hâlde zatürre, ta 1957’lerde. Hâlâ Slavia Kafe’de dostu
Tavfer’le yarenlik ederken arada bir Vltava Nehri’ne,
İstanbul’u, Boğaziçi’ni hayal ederek öylece bakar kalır,
sılada yoksul bir evin dumanı gibi tüter yüreğinde özlemi,
dalıp giden mavi gözlerinde acı biber yakıcılığında ayrılığın
burukluğu; haram edilmiş bir arzuyu düşler gibi; gördüm
desem?!

Kaldırımların kibar dilencileri, dar sokaklara sığınan yoksul
bir adam, pardösüsüne saklanan bir suçlu… Ticari metaa
dönüşmenin kin ve nefreti nereye baksan duvar yazısıydı
kimselerin görüp okumadığı. Sevgilim sen hep bir imge
kadar yanımdaydın ve ben gür yapraklarına saklanmış
ıhlamur ağacı kadar sakin; dünyanın bütün kimsesizleri,
ezilenleri, sömürülenleri kadar güçlü, örgütsüz ve yalnızdım.
Yeryüzünün neresi olursa olsun, asla gurbet olmaktan daha
yakın olmazmış, yuvadan ayrı bir çalı kuşunun yarım
gıdımlık canına.

Kafelerin tabelalarına aparılmış bir marka gibi iliştirilmiş
“Kafka Müzesi” yazıları. Kafka’nın sıkılan ruhu şöyle bir
gelip geçmiş ve onu saklıyorlarmış gibi yapıyorlar ve
Prag’dan çoktan tüymüş oysa Kafka, ta o zaman, acılarıyla
bilenmiş sıska bir adamın umutsuz umarsız sıkıntılarını,
yalnızlığını, ütüsüz pantolon kırışık gömlek görünümünde
bırakarak. Ah, bu puslu şehir, gizemlerine saklanıp durmakta
eski korku yaratıklarının…

St. Vitus Katedrali kirli bir tarihin masalsı ruhunu sindirmiş,
içinde bütün eski mezarları saklıyor gibi. Ejderha
figürlerinde çocuk korkuları veba salgınlarından berbat
sinmiş puslarına coğrafyanın ve sudan sebepler. Sahi, şoför
Peter ömrü hayatında hiç su içmemiş, yoksa kötülükler
gelirmiş, şeytan girermiş, cehenneme gidermiş filan…
Otobüsün yan koltuğuna geceyi bekleyen tazı gibi sinmiş
vatandaş, bira sudan ucuz diyor, gâvur memleketlerinde.
Old Town Meydanı’nda birkaç kişiydiler denilecek kadar az
asker tören yapıyordu ve halk sanki bir piyesi izliyordu.
Piyes kendi içindeki ritüelini geçmişten geleceğe sanki
hafiften aksayarak taşıyordu.

Charles Köprüsü kendi meydanına açılan eşik gibi; cıvıl cıvıl
insanlar, portre yapan ressamlar, sokak müzisyenleri. Ve
ölümsüz ejderhalardır, onlarla savaşanlardır, zamanı
imzalayanlardır, tozlarını kendilerine sepelemiş gibi ruhlarını
karlı soğuk günlerde puslu göklerden alıp gövdelerine
sindirmiş heykeller.

Petrin Tepesi’sinden serin bir sonbahar günü izlenmeli bu
kent, bu yaprakların renk armonisi ve en ağır yalnızlıkların
kahreden acılarını duyumsayarak, geberircesine güz
kederlerinde; eğer insan sığınıp kendi düşlerine, bambaşka
hikâyelerde aranacaksa mutluluğun gizemine dair hiç
bilmediği resimleri. Öyle soğuk, o kadar da güzel olur işte!
Hayat Prag’da da olsa bir yudum. Bunu ben mi keşfettim,
onu da bilmiyorum.

Nereye gidersen git geceleri ay hep aynı, gündüzleri
yapraklar hep aynı, aynı kederlerin halesi ve insanoğlu hep
uygarlığa beş kala, kirlettiği nehirlerle taşınıyor kazdığı
kuyulara ve suya dökülmüş çöp gibi sürükleniyor
bilinmezlerine doğru sonsuzluk puslarının grisinde…
Akatalpa, Sayı: 170, Şubat 2014

Hiç yorum yok: