13 Kasım 2016 Pazar

KEREM GÖRKEM



(1994, Karabük - )


       İstanbul Teknik Üniversitesi'nde Şehir ve Bölge Planlama eğitimi aldı. İstanbul'da yaşıyor.
       Öyküleri, yazıları ve söyleşileri K24, Artful Living, BirGün, BirGün Kitap, Cumhuriyet, Evrensel, Evrensel Pazar, KitapEki,  ON8 Blog, Peyniraltı Edebiyatı, Radikal Kitap, Remzi Kitap Gazetesi, Tezgah gibi basılı ve dijital mecralarda yayımlandı; yayımlanmaya devam ediyor
Ödülleri: “Bisiklet” adlı öyküsü 23. Ali Teoman Öykü Ödülleri kapsamında ödüle layık görüldü.
Yapıtları:
       Romanları: 
& Aile Fotoğrafı, (2016, Sel Yayıncılık, İst., 111 s.)
Kaynaklar:
A  https://kgorkem.wordpress.com/


Öykülerinden Seçmeler:

Bisiklet

On iki yaşında filandım. O vakitler Sinop’ta yaşıyoruz. ANAP hükümetinin iktidarı kaybettiği yıllar. Özal ölmüş, ülke bir tuhaf. Tabii ben farkında değilim çoğu şeyin ama babamda bir gariplik olduğunu anlayabiliyordum. O her daim mutlu, meşhur tablodaki peşin satan tipinin kopyası adam gitmiş, yerine çilekeş bir herif gelmişti. “Çok kötü,” derdi, “Özal’ı yediler ya, ondan bu halimiz.” Ben de nefret ederdim onlardan, yani o yiyicilerden. Onlar yüzünden taşınmıştık, babam onlar yüzünden böyle bir adam olmuştu. En önemlisi, onlar yüzünden eğrilmişti bisikletimin ön tekeri.

Babam Kastamonu’dayken inşaat işi yapardı. Nasıl derler, müteahhit. Bayağı da iyi para kazanıyor olacak, o yaşlardaki bir çocuğun hayal edebileceği her şeye sahiptim. Misal her bayram arefesi, şehrin çıkışındaki bir giyim mağazasının fabrika satış mağazasına götürülüp baştan aşağı giydirildim. Yaşıtım çoğu çocuk ağbilerinden ya da büyük kuzenlerinden kalan kıyafetleri giyerken benimkiler kullanılmamış olurdu. Zaten deneyip alıyor olmama rağmen eve geldiğimizde aldıklarımı üzerime tekrar geçirir, aynanın karşısına geçerdim. Babamın yanına giderdim sonra, o genelde balkonda sigara içiyor olurdu. “Nasıl baba?” diye sorardım, “Yakışıklıya bak be!” derdi. Gözleri aydınlanır, gülerken ağzı genişlediğinden bıyıkları düzleşirdi. Uzun Parliament’inden bir nefes daha çekerdi ardından, hayatta kimsenin onu üzecek gücü yokmuş gibi verirdi dumanı dışarıya. Öyle bir havayla. Bense mutlu, annemin yanına koşar, bir onay da ondan alırdım. Fakat bütün bunlardan öte, o zamanlar sahip olduğum en kıymetli şey kırmızı Bisan bisikletimdi. Babamın, birinci sınıfın son günü karne hediyesi olarak aldığı, benimse o günden beri yerlerin buzlandığı kış günleri hariç tepesinden inmediğim o güzel bisiklet.

Akşam ezanından sonra eve döndüğüm bir gün, bizimkileri balkonda bağıra çağıra konuşurken buldum. Annem bir yandan sofrayı kuruyor, babam habire bağırıyordu. Korktum ilkin, sonra yanlarına gittim. Babam sustu bir süre. Ben de sustum. “Uğur, taşınacağınız oğlum,” dedi sonra. O an içimde bir şeylerin kırıldığını duydum. Daha evvel bilmediğim bir histi. Şimdilerde farklı sebeplerden sıkça karşılaştığım bir durum, ama o zaman hayli korkmuştum. Annem kalan son tencereyle içeri girdiğinde bizi sofraya çağırdı. Oturduk.

“Sinop’a gideceğiz oğlum,” dedi babam.

“N’apıcaz orda?” diye sordum.

“Orada yaşayacağız artık. Çok güzel bir ev tuttum. Deniz de var orada, hem sahil eve bayağı yakın. Yürüyerek on dakika.”

Bir şey demeden çorbamı içmeye devam ettim. Bisikletle kaç dakikadır acaba, diye düşündüm. Annem de hiç konuşmuyordu. Sanki gitmeyi hiçbirimiz istemiyor, ama bu mecburiyete karşı da gelemiyorduk. Bunu en çok babam adına düşündüm. İlk defa da o zaman, birilerinin babamı üzecek güce sahip olduğunu anladım.

Bir hafta sonra arabaya atlayıp gittik. Topladığımız eşyalar evde kalmıştı ama babam geri dönüp onları getireceğini söyledi. Kartal’ın arka koltuğunda yol arkadaşım iki bavul, derin bagajında kırmızı Bisan’ım.

Yolda babama, “Biz neden taşınıyoruz?” diye sordum.

“Oğlum,” dedi, “Özal öldü ya, biliyorsun, bizim de işler kötüleşti. Bu yeni gelen pezevenkler yüzünden taşınıyoruz.”

Pezevenklerden nefret etmeye başladım ben de.

“Özal’ı onlar mı yedi?” diye sordum babama.

Babam dikiz aynasından bana bakıp gülümsedi, “Onlar yedi, oğlum,” dedi.

***

Sinop’u sevmiştim. Kastomunu’yu, hele ki eski mahallemi özlüyordum bayağı ama burda da halimden memnundum. Evin üst sokağındaki Adnan Menderes İlköğretim Okulu’na gidiyordum. Arkadaş çevrem birkaç kişiyle sınırlıydı. Sınıf arkadaşlarımın çoğu mahallede takıldığım çocuklardı zaten. Günün çoğu saatini onlarla geçiriyordum. Tenefüslerde hepimizin defterlerinden yırtıp verdiği sayfalar ve ortak aldığımız koli bandıyla yaptığımız topla futbol oynar, okuldan sonra da mahallede bisiklete binerdik. Okan ve Selim… En çok onlarla samimiydim. Bir de Ahmet vardı ama o epey pısırık bir tipti. Sınıfta Melda’yla oturuyordu mesela. Sırf bu bile Ahmet’in dördüncü adam olması için yeterli bir sebepti. Ahmet aşağı, Ahmet yukarı… Bakkaldan gazozları Ahmet alsın. Yeşil tutsa da kurallar Ahmet’ten değil. Kaleci Ahmet.

Yazları, işte o Ahmet’in bir akrabası gelir, beş kişi olurduk. Bizden iki üç yaş küçük bir çocuktu, Hüseyin’di adı da. Aslında Gerze’nin bir köyünde yaşıyormuş, okulu da orada okuyor, yalnız yazları Sinop’a geliyormuş. Ahmet anlatmıştı bunları, ben de o kadarını biliyordum. Hüseyin susardı o sırada. Aslında genel olarak susardı. Dilsiz değildi ama konuşmak zengin işiydi belki. Ya da hikayesini anlatacak güveni yoktu kendine. Yırtık bir tip değildi. Şimdinin Türkiye’sinde ne yapıyor, bilmiyorum.

Bisikletle turladığımız o yaz günleri Ahmet’le Hüseyin sırayla beklerlerdi. Biri iner, öteki binerdi. Dedim ya, yırtık bir tip değildi, öyle bize yanaşıp “Bi’ tur bineyim mi?” diye sormazdı hiç. Soramazdı. Korkusundan ya da utancından değil. Ne bileyim, sormazdı işte, Hüseyin’di bu. Mahalle maçlarının rövanşına, deplasmana giderken Ahmet’in önüne binerdi. Dönüşte o sürer, Ahmet önde giderdi. Aralarında inanılmaz bir demokrasi uzlaşması vardı. Misal ben olsam, Hüseyin’in varlığından rahatsızlık duyup “Ne diye geliyor böyle her yaz!” diye isyan edebilirdim anneme. Kesin ederdim. Tek çocukluğun verdiği kendini haklı gören bencillik galiba. Ama geçiyor, bugün sosyalizmden bahsediyoruz.

Bir gün yine bisikletlerle halk plajına kadar indik. Ağustos sonlarıydı. O kadar sıcaktı ki giydiğim deri sandaletler nemlenip ayağımı boyuyordu. Beşimizin de kolları güneşten kıpkırmızı olmuş, kimimizin yanıklardan derisi soyuluyor. “Şurdan dondurma mı alsak?” dedim. Oluru aldıktan sonra paraları çıkarıp Ahmet’e verdik. Gönderdik büfeye. Kumsalın girişindeki duvara dayandık, sağı solu seyrediyoruz. Okan’la Selim bir kızdan konuşuyor. Oğlan çocuklarının erkekliğe ilk adımını attığı o küstah zamanlar. Başta dikkatli dinlemedim, sonradan kulak kestim.

“Oğlum,” dedi Selim, “Meldalar bizim apartmana taşınıyormuş!”

“Bitiyorum o kıza,” dedi öbürü. “Karne günü gördün dimi? Çorap giymemişti.”

Ahmet elindeki siyah poşetle bize doğru koşmaya başladığında bir sessizlik oldu. Hüseyin susuyordu. Susmak onun doğasında var zaten, özel bir sebep gerekmiyordu. Selim’le Okan da sustu, Ahmet konuştuklarını duysa alınır çünkü, biliyorlar. Kızmaz belki, oracıkta veremez ağızlarının payını ama yine de olsun, yeri geldiğinde susmak da kötü konuşmanın bir parçasıdır. Ben de susuyordum. Ahmet poşetten çıkardığı dondurmaları dağıtmaya başladı, en son Hüseyin’e verdi. Kağıtlarını yırtıp çabuk çabuk yemeye başladık. Sanki daha önce hiç tatmamış gibi, öyle bir açlıkla.

Neden sonra dönmeye karar verdik. Ahmet, Hüseyin’i önüne attı. Selim’in peşi sıra birinci viteste bayırı tırmanmaya başladık. Benim bisikletin ön tekeri hafif yamuk olsa da dengeli sürmeyi kotarıyordum. Sinop’a taşınırken yolun ortasındaki bir çukura girmiştik arabayla, sarsıntıyla bagajdaki Bisan darbe görmüş, olan olmuştu. Neyse, mahalleye geldiğimizde direkt caminin bahçesindeki şadırvana gittik. Buz gibi akan suyu avuçlarımızda toplayıp içtik. Biz ağzımızı tişörtümüzle silip “Eeah,” gibi bir ses çıkarırken, Hüseyin görünmez birine fısıldar gibi “Yarabbi şükür,” dedi.

Bunu bir tek ben duydum. Kafamı çevirdim, ona baktım, göz göze geldik. Utangaç bakıyordu. Bir günah işlemiş gibi. Hayattaki en büyük sırrını öğrenmişim gibi. Sanki o iki kelime Hüseyin’i tanımama yetmişti.

***

Akşam eve döndüğümde anneme Hüseyin’den bahsettim. “Şu Ahmetler’e gelen çocuk var ya,” dedim, “Hüseyin, bize hiç benzemiyor.”

“Neden oğlum?” diye sordu annem.

“Çok sessiz biri. Böyle hep utanıyor sanki. Üç yazdır bizimle geziyor ama yabancı gibi duruyor öyle.”

“Köyden geliyor ya, oğlum, çekiniyordur,” dedi annem. “Yazık çocuğa,” diye ekledi, “bisiklete bineceğim diye anasını babasını bırakıp buraya geliyor.”

“Nasıl yani?”

“Ahmet’in annesi Ayşen teyzen söyledi, o yüzden geliyormuş. Bisikleti yokmuş garibin. Onlar da hoş görüyorlar tabii, n’apsınlar? Akrabaları sonuçta. Seviyorlar da çocuğu.”

On iki yıllık koca hayatımda ikinci defa içimde bir şeyler kırıldı. Hem bu defa benimle alakası olmayan bir konuda. Nasıl yani, salt bisiklete binmek için mi geliyordu ta Gerze’den buraya? Annesini hiç özlemiyor muydu? Babası ona neden karne hediyesi olarak kırmızı bir Bisan almıyordu?


Kendime sordum bütun bu soruları, anneme soramadım. Sonraları Hüseyin’i gördüğümde ona da soramadım. Yalnızca baktım öyle utangaç yüzüne, uzun uzun baktım. Ahmet’ten kalma yıpranmış tişörtün içindeki Hüseyin’e, yaralı bir serçeye bakar gibi baktım.

Hiç yorum yok: