24 Şubat 2010 Çarşamba

KAYIP OĞUL / AHMET ADA

KAYIP OĞUL

Oğlu kayıplar arasına karıştığında
Ölmemiş miydi balıkçı Kerim
Dün gördüm tablasının başında
Gür sakalından kuşlar fırlıyordu
Çalgılı gökyüzüne

Oğlu devrimin buğusunda koştuydu
Davullu cümbüşlü ateşli güne
Fırtınalı düşünceler içinde
Eşikleri aşıp koştuydu gelinciklere
Bakakaldıydı o yaz şebboylar
Büyük zamana düşen gölgesine

Sünepe bir bulut göğümüzü kararttı
Derdim günüm güneşli bir günü gezdirmekti
Başka bir deniz bulmaktı
Çocuklar kızlar yaşlılar için
Kara dutlar yetiştirmekti
Ayak değmemiş bir bahçede


Denizsuyukâsesi, Sayı 41, Ocak-Şubat 2010
Ahmet Ada

BAHAR İÇİN PRELÜDLER X / AHMET ADA

BAHAR İÇİN PRELÜDLER X


kırılan dal kopan ses
diz çökmüş ırmak
çağa tanıklık eden kafes
fırınlarda kül olan nefes

seni gördüm
saçların kuşların yuvasıydı
acıyla yoğrulan ağızdın
zamanın ıssız çiçeği
yıkıntılar arasında açan çiçek
sürüklenip götürülen kaynak
ayaktaydın dik duruyordun
yaprak yaprak gidiyordun bazilika
sokağında

hastane odasında solgundun
gece saatlerinde yazıyordun
yaşamla hiçlik arasında
en son bir sığınma evinde kalıyordun


Dize Aylık Şiir Seçkisi, Şubat 2010, Sayı: 172
Ahmet Ada

20 Şubat 2010 Cumartesi

Ahmet Ada'nın İki Şiiri

AHMET ADA'NIN İKİ ŞİİRİ


GÖÇÜK ÜSTÜ AĞAÇ





Akşam mı oldu bir yanım göçük

Rüzgâr tırpanlar geldiğim patikayı

Eğreltiotları sarmaşıklar hüzün

Kuşlar uçar çalılardan bulana dek

Bir başka kuşu, umuttur bu çatılarda



Umutla beslerim göçük yanımı

İzin verir yüce gönüllü hüzne

Şaşkınlıkla bakarım biçer gövdemi

Yapraklar için konuştuğumdan

Toprağın uzundur sessizliği



Rüzgâra izin verir bağ evine giden patika

Öylece durup bakarım çiçeklendiğine

Acıyla esen rüzgârın, çiğnenmiş otun

Akşam oldu mu benzer bir hüzün

Eşlik eder sessizliğin uzlaşmaz orağıyla





İYİ OLSUN





İyi, öyle olsun, kentin sokaklarında

Kaybettim denizi, göğün daveti

Gözlerimi ufka bağlayan çizgi üzerinde..

Öyle olsun kış mevsimi

Size anlatmak isteğim



Size bir sır vereceğim ah

Tökezledim nasıl da ey sevgili

Seni gördüm yelin içinden geçen yüzünü

Çoğaldım. İyi, iyi olsun uykudayken

Yol üstü bir dizi kavak da



Kışı erteleyip Kahire’ye gidelim

Ey sevgili. Meşe ormanı saçlım,

Kendimize bir kötülük yapalım

Bir akşam üstünün aldanışları için



İyiyim, iyi olsun Aşk içinde dünya

Çocuklar gülsün Gazze’de, yok ki

Başka umar, teyellendi yüreğime

Acılar çeken annelerin güneşi



AHMET ADA



Evrensel Kültür dergisi, Şubat 2010

16 Şubat 2010 Salı

NİHAYET ŞİİR: TAŞA BAĞLARIM ZAMANI / ULUER AYDOĞDU


NİHAYET ŞİİR:
TAŞA BAĞLARIM ZAMANI[1]


Uluer Aydoğdu


Taşa Bağlarım Zamanı, her şeyden önce, Ahmet Ada’nın olağanüstü imgelemini daldırdığı hayattan -içinde aşklar yaşadığı, yolculuklar yaptığı, gökyüzüne baktığı- çıkarıp önümüze koyduğu bir uzay-zaman düzenlemesi. Tam da şiirin göz hizasında. Ne güzel, şiir hâlâ bizimle, daha bizi terk etmemiş. Öyle ki, Ahmet Ada, şiir hızında, kıvrak olduğu kadar varlığı/ varoluşu da sorgulayan imge ve söyleyişlerle hareket ederek doğum, ölüm, hüzün, zaman, büyü bazlı muazzam bir enerjiye ulaşmış bu kitapta. Daha ilk baştan, kitabın adıyla okuyucuya “duygusal bir büyü” vaat ediyor. Kapak resminin[2] kitap adıyla oluşturduğu zıtlık ise zamanın asıl karakterini söylemek için düzenlenmiş gibidir: Geleceğe doğru akış. Bu akış içinde kitapta yer alan şiirler ise “zamanın” şimdi-burada “uzaylaşması”ndan başka bir şey değil. Valery’nin “zaman inşadır” sözünden hareketle kitapta yer alan şiirler için inşa olduğu kadar akışkanlığı da içeren bir süreç şiiri de diyebiliriz. Varlık (being) ile varoluş (becoming) arasındaki ezeli ve ebedi çatışma ise ana motif olarak bütün şiirlerde yer alır.
Kitap “Yeter bana mezar taşı olmak/ Anadolu’da” dizeleriyle açılır. İçten içe bir serzeniş de diyebiliriz bu dizelere. Şairin, taşa bağlayarak tutmak istediği zaman acımasızdır.

Duygusal Büyü

James G. Frazer’ın, Altın Dal[3] adlı muhteşem kitabında kimi eski toplumların doğayı “… kendi istekleri önünde eğmeye” çalıştıklarını görürüz. Yağmur yağdırmak için “gök gürültüsünü taklit etmekten” tutun da “ağızdan su fışkırtmaya” ya da güneş tutulması sırasında “birilerinin güneşi söndürdüğüne” inanan bazı toplulukların “havaya ucu ateşli oklar atmalarına” ya da “güneşin batmasını önlemek için birkaç kamışın tepesini bir araya getirip bağlayan” kabilelilere ya da “rüzgârsızlıktan limandan çıkamayan balıkçıların güneşin hareketi yönünde şapelin çevresinde yürümelerine” kadar sayısız örnek verir Frazer. Bir çeşit “duygusal büyü”dür bu. Bu doğrultuda, kitabın adının beni o eski toplumlara/zamanlara gönderdiğini söylemeden edemeyeceğim.

İlk bölüm (Ahmet Ada, sistematik olarak I. Bölüm, II. Bölüm şeklinde ayırmamış şiirleri, ama her biri bir ya da birkaç dizeyle başlayan üç bölüm şeklinde düzenlemiş) yukarıda da söz ettiğim “Yeter bana mezar taşı olmak/ Anadolu’da” adlı dizeleriyle başlıyor. Kimi zaman varlıktan kimi zaman ise varoluştan yana döner Ahmet Ada. Bu doğrultuda sürekli kayıt koyar:

“Belki hiçlik bu denizden çektiğim
Belki de hiçlik salyangozun kabuğundan çıkması
Ama hepsi varlığıma dokunuyor
Önce o büyük sonsuzluk duygusu” (s., 11.)

Herkes, her şey ‘var olamayacağı yere kadar vardır’, sonrası “hiçlik”tir ve bu durum, şairin varlığına dokunur. Ahmet Ada’nın bütün işaretlemeleri zamana gönderme yapar, zamanın akışına, varlığın bu akış önündeki aldığı hallere… Bu yüzden öncelikle zamanın tarifi gerekmiştir:

“Zaman rahvan atı gök çatının” (s., 14.)

Bu belirlemeden sonra düşünmeye, sorgulamaya başlar ve aniden soruverir:

“Nedir ki ağaçlar kuşlar yıldızlar
Gövdemin ölümlü kabuğu” (s., 14.)

“Hiçlik” değişir “yokluk” olarak karşımıza çıkar:

“Yokluğa büyüyor durmadan ayaklarım
Uzun mu uzun varoluş sıkıntısı” (s., 16.)

Hele bir de şu yapıp ettiklerine bakın varoluşun:

“Başka türlü çiçek açıyor deniz
Bulmuş kendince bir yol
Taşı yontuyor koynunda
Gökyüzünü billura çeviriyor
Orman oluyor soluğu” (s., 18.)

Sonra yeniden hiçlik, varoluşun önündeki varlığın hiçliği:

“Elimi uzatsam varlığımın hiçliği” (s., 18.)

Varlık ile varoluşun hesaplaşmasında belki de kitabın en vurucu dizelerindendir “Göçüm ol ey ölüm” (s., 19.) dizesi. Varoluştan edinilen varlığın insanın içini acıtan bir burgu ile sonsuzluğa ya da hiçliğe ya da yokluğa bükülmesi sanırım bu dizeden daha iyi anlatılamazdı. Zaten “Muştular olsun göç yakın” (s., 19.) diye de kaydını koymuştur şair. Tam da burada, berrak olduğu kadar insanı kavuran bir atılışla ölüme seslenir: “Oldum ben ey ölüm”. (s., 19.) “Oldum” ve “ölüm” sözcüklerinin bir aradalığı ise adeta bir efekt gibi -öldüm ben ey ölüm diye de okunabilir bu dize- güçlendirir şairin seslenişi. Ardından varoluşun varlığına kattığı “deniz ağaçları”nı ve “dünya toprağına kök oluşu”nu sıralar:

“Oldum ben ey ölüm
Kanıma karıştı deniz ağaçları
Kök oldum dünya toprağına
Beni konuştu parçalanmış ağız
Arı, karınca, kaplumbağa” (s., 19.)

İlk bölümün son şiiri, Değişimin Boyutu adlı şiir varlığın varoluş önündeki seslenişlerinin bir özeti gibidir ve bize şiirin isminden de anlaşılacağı üzere değişimin boyutlarını verir.

İkinci bölüm,

“Annem açılan üstümü örtüyor
Karlı gecelerde
Oysa denizin çarşafları üstümüzde”

dizeleriyle başlıyor ve bizi iyice varoluşa, o ‘her şeyi yadsıyan içkin kuvvete’ açıyor. Bu dizelerdeki vurgunun her koşulda üzerimize titreyen annelerimiz üzerinden ‘anne ötesi bir anne’ de denilebilecek varoluşa yapıldığına özellikle dikkat çekmek istiyorum. Bir ‘üst anne’ midir bu? Kesinlikle. Aynı zamanda da Ahmet Ada’nın varlıkla varoluş arasındaki sınırdan artık geçmeye hazır olduğunun da bir işaretidir:

“Bir ırmağın kayboluşuyum denizde
Evimi unuttum var mıydı evim?” (DERİNDE II/ s., 24.)

Kimi yazılarımda “şiirin, varoluşun eşiğinde konuşmak” olduğunu söylemiştim. İşte, bu bölümde yer alan Derinde I, II, III, IV adlı şiirlerde, Ahmet Ada, varoluşun eşiğinden seslenir bize. “Şiir” ya da “eşik cinleri” işe ne kadar karışmıştır bilemem, ama dize dize derinlerden gelen bir sesi işitiriz:

“Dün müydü yüzyıl öncesi mi
Buradaydım yeryüzü yokluğunda” (DERİNDE III/ s., 25.)

“Az daha unutuyordum
Yağmurun yağdığını denize” (DERİNDE IV, s., 26.)

Tam da burada ‘canlılığın ilkesi” de diyebileceğimiz entropiden söz etmeden geçemeyeceğim: Hiç bir canlı entropiden kaçamaz. Yalnızca canlılar mı? Canlılarla birlikte cansız dediğimiz -Tabii burada canlılığın tarifini yeniden yapmak gerekir. Hareket eden her şey canlıdır diyelim kabaca- şeyler de entropinin mağlubudur.
Peki, nedir entropi? Her şeyi yadsıyan bir kuvvet diyebiliriz genel olarak. Hatta, son noktada, her şeyi yadsıyanı yadsıyan bir kuvvet de denilebilir. Bu doğrultuda insan, aldığı ilk nefesten itibaren çoktan 'gelip geçmiş', çizgisel olmayan bir sürecin an ve an şimdiye izdüşümüdür. Diğer bir deyişle ilk aldığımız nefesle ölmeye başlarız. İçimize çektiğimiz her nefes başlangıçta nerdeyse mutlak da diyebileceğimiz denge halimizi bozup düzensizleştirerek bizi yavaş yavaş, hızlı hızlı dengeden uzaklaştırır. Her uzaklaşma aslında yeni bir denge arayışıdır. Yani ilk aldığımız nefesle -oksijen soluyan azot taneciği- entropimiz artmaya başlamıştır. Denge halinde bir bütünken -bütün gerçek olmayandır-, yaşa Adorno, artan entropi ile dengeden uzaklaşmaya başlar her şey. Kırılgan ya da bozulgan mutlak! Evet, çok yaşa Zizek. Ve elbette, Ahmet Ada, siz de:

“Burada dağılmakta nesneler, anıların tozu
Kolay değil dile getirmek eşiği” (s., 28.)

Üçüncü bölüm,

“Alnı akıtmalı at” dizesiyle geçmişe dair havai bir ‘imge fişeği” gibi patlar göğümüzde:

“Zarif abdal
Takılıverdi peşimize bozkırdan
Kurtardığımız alnı akıtmalı at” (s., 34.)

Kurtarılan ya da kurtarılmak istenen varlığa dair bir işarettir “alnı akıtmalı at”. Varoluşun önünde bir itiraz, var olma isteği, arzusu. İnsanların en korktukları şey, Deleuze’e göre, seldir. Bir şeyin, bir gücün gelip bizi sürükleyip götürmesi... Şimdi, entropi de zaten bu selin ta kendisidir. Sürekli aşındırır kayaları. Öyle ya da böyle; hastalanarak, bir kazada, durduk yere ölürüz. Bu kuvvete karşı var olmaya çalışmak, varoluşa karşı çıkmak gibi görünse de, aslında öyledir de, ama aynı zamanda da bütün karşı çıkışlara karşı bir karşı çıkış tarafından -entropi- yine de alaşağı edilir. Burada varlık (being) ile varoluş (becoming) arasındaki çekişmeyi görebiliriz. Ancak an ve an düzensizliği artan düzeni korumaya çalışmak da karşı entropi olarak düzensizliği engellemez. Her durumda o galiptir, yani masa. İşte, Ahmet Ada’nın, zamanı neden taşa bağladığı daha da netleşiyor, ancak zamanı bağladığı taş(lar) da değişmektedir:

“Dağ yolunda değişmeler içindeyken taşlar” (s., 35.)

Farkındadır yani, zamanı tutmak, yakalamak mümkün değildir. Buradaki atılışı Nietzsche’nin “Eğer duyularımız yeterince iyi olsaydı; uyuklayan kayalığı, dans eden kaos olarak algılayacaktık.” deyişindeki kadar güçlüdür.

Sonra da, derya içinde olup da deryadan bihaber olmak bağlamında bize varoluşumuzu hatırlatır:

“Sonunda denize baktık, öylesine incelikle
Kimsenin farkında olmadığı denize” (s., 36.)

Farkındalığın sıçraması değildir de nedir bu?

Elimizdeki yegâne fırsatın söylenmesine gelmiştir sıra:

“Kürekler elimizdeyken açılalım denize” (s., 36.)

Bu çağrı, yabana atılacak bir çağrı değildir. Tutunmaya çalıştığımız varlıklar her ne kadar bize güvenlikli birer ortam, yuva, ev sağlıyor olsa da belki de asıl risk burada kalmaktaki ısrarımız olabilir. Bireysel karar alıcılar olarak her şey elimizde olmasa bile aldığımız ve uyguladığımız kararlar anlamsızlığa mahkûm değildir. Her alanda gördüğümüz çalkantı ve kararsızlıklar, olduğumuz yerde kalmanın pek de doğru olmadığını söylüyor bize. Kaldı ki “… varlık ve oluş birbirlerine karşı olan şeyler değildir. İkisi, beraberce gerçekliğin birbiriyle ilişkili iki yanını ifade eder”.

Öyle görünüyor ki sıkı sıkıya tutunmaya çalıştığımız varlıklarımız, ‘bozulmaz’, ‘dağılmaz’ diye düşündüğümüz ne varsa, her şey kaotik bir varoluş bulamacında gelip geçici “köşeli yuvarlak”lardan başka bir şey değil:

“Ben miyim diyecekler köşeli yuvarlak” (s., 37.)

Bu dize İLK ZAMAN adlı şiirdedir. Ardından, Ahmet Ada, ‘On Zamanlık’ bir diziyle kitabın son şiiri olan PARÇALANMIŞ ZAMAN’a varır. Bu dizi boyunca kırılgan ve bozulgan bütünün düzensizleşmesini, giderek dengeden uzaklaşmasını ve parçalanıp bozuluşunu izleriz. Bu yüzden, daha İKİNCİ ZAMAN’da bizi uyarır:

“Varoluşun anlamını kavramadan
Geçip gider parlak günler. Kendini hazırla
Çiçeğini açan, yaprağını döken göğe” (s., 39.)

Ve,

“Bitmeyen bir bahçe var mı?” (s., 40.),

diye sorar. Ardından şöyle diyecektir:

“… Gidiyorum
Hüzünden anıtlar bırakarak
Yeryüzü buğu sanki
Otlar hissettirmekte bana yaşadığımı
Boş balıkçı kovaları. Çözülmüş
Harfler kâğıtta dağılmakta. Ve ışımakta
Kıyıda bir balıkçı, oltasını sarkıtan
Dünyaya” (s., 40.)

Bir yandan da, ÜÇÜNCÜ ZAMAN’da, itiraz etmeyi sürdürür:

“Ruhun demirlediği bir liman yok mu?
Hep bunu düşünüyoruz yüksek sesle,
Gün batıyor aynanın içinde kalıyoruz.” (s., 41.)

DÖRDÜNCÜ ZAMAN’da, halleşmeye girişir varoluşla:

“… Biliyoruz denizin gücü
Kadar gücümüz. Biliyoruz tarlalarda
Fabrikalarda kalacak solan
Gölgelerimiz.” (s., 43.)

BEŞİNCİ ZAMAN’da Feridüddin Attar olur, Pir Sultan Abdal:

“Düşer asfalt yola gölgeniz
Attar’sınızdır sarp yollarda
Abdalsınızdır diş fırçası cebinizde” (s., 45.)

ALTINCI ZAMAN’da,

“Pars gelir hep peşimden” (s., 48) diye ünler. Hiçlikle, yoklukla halleşmeyi sürdürür:

“Pars izimi sürer. Bir yolu tamamlarım
durmadan” (s., 48.)
YEDİNCİ ZAMAN’da, daha önce geçmişe dair bir işaret olarak aldığımız “alnı akıtmalı at” gibi geyikler çıkar bu kez karşımıza:

“Neyse ki geyikler var her köşe başında
Kulak veriyorum sessizliklerine
Kimseler görmüyor
Ölümcül Pars’tan başka” (s., 49.)

SEKİZİNCİ ZAMAN ise artık ‘enginlerin gözlendiği” bir zamandır:

“Bir adımız var mıydı unuttuk
Denizin bir parçası oldu gözlerimiz
Gözlemekten enginleri. O verecek bize
Eşimizi, oğlumuzu, ekmeğimizi, tuzumuzu” (s., 51.)

Enginleri gözlemek, doğal olarak bekleme anıdır aynı zamanda da:

“Biz burada deniz kıyısında bekliyoruz
Bilmeden neyi beklediğimizi” (s., 52.)

DOKUZUNCU ZAMAN’da, varlığın kırılgan ve bozulgan oluşu iyice belirginleşir:

“Dünya benden uzaklaşıyor,
Bulmalıyım artık bir gölgelik,
Ve abdal bir tin bedenime.” (s., 53.)

Ancak “abdal tin bedene uymamış”tır:

“Bedenime uymamış abdal tin
Alnımda yabanıl bir tabanca,
İntihar bile edememişim.” (s., 54.)

Gelir çatar ONUNCU ZAMAN:

“Ey doğu, ey beni çağıran” (s., 55.),

diye varoluşuna seslenir:

“Yüküm yonga, yo hayır pörsüyen dünya” (s., 55.)

Bu gelgitlerden sonra PARÇALANMIŞ ZAMAN’ın içinden duru, ama hüzünlü bir sesle seslenir:

“- Asfaltın yarığından fışkıran çiçek mi?
- Hayır, başlangıcı ve sonu varlığın,
Rüzgârda salınışı uzun ince bir vedanın.
Hangi deniz hangi dağ
Koruyabilir çiçek tozlarını”
varoluş. Varlıklarımız da aynı şekilde. Bu doğrultuda bir ‘Ahmet Ada oluş’ var ve bu oluş zamana bir şiir kaydetmektedir -şair bir kaydedicidir.

Ah, evet, nihayet şiir. Has, hakiki, hüzünlü, bilge, termodinamik bir şiir bu. Varoluşun içindeki varlığın çığlıkları da var varlığın içindeki varoluşun gülümsemeleri de.




[1] Taşa Bağlarım Zamanı, Ahmet Ada, Metis Yayınları, İstanbul, 2009.
[2] Dorothy Bruce, Kuzey Sutherland Yolu’ndan Detay
[3] Altın D al, James G. Frazer, Payel Yayınları, İstanbul, 1991.

denizsuyukâsesi/ ocak-şubat 2010/ sayı 41

AHMET ADA’NIN ŞİİRİNDE ZAMANI YORUMLAYAN ANLAM KATMANLARI / MUSTAFA ŞERİF ONARAN

AHMET ADA’NIN ŞİİRİNDE
ZAMANI YORUMLAYAN ANLAM KATMANLARI

MUSTAFA ŞERİF ONARAN

Şiirde anlam aramak, anlamın aydınlığında şiirin tadına varmak, anlamsız bir çaba, şiirde “belagat”ı özleyenlerin yalınkat bir şiirle yetinmeleridir.
Alışılmış bir gerçeği yinelemek yerine, gerçeğin öte yüzünde imge derinliği aramak, o derinlikte bilmediğimiz bir gerçeği sezdirmek insana görmeyi öğretebilir. Yani bir imge gerçeğe değişik bir boyut kazandırabilir. Şiirin gerçeğinde öykü gerçeğini arayanlar o imge yoğunluğunu anlayamazlar.
Zaman geçip gidiyor da ayrımında değil miyiz? Zaman duruyor da, bir ayrımına varmadığımız bir dağınıklık içinde miyiz? Daha zamanın gizlerini çözebilmiş değiliz.
Melih Cevdet Anday anılarına Akan Zaman Duran Zaman adını koymuştu. Demek, akıp giden bir aldırmazlık içindeyken, yoruluyor mu ne, şöyle bir durup dinlenmek istiyor zaman. Zaman durmalı ki biz, biraz daha çekidüzen verelim kendimize. Yola yeniden koyulmanın gücünü toplayalım. Gerilerde kalmışsak öne geçmeye çalışalım.

Zamanı Taşa Bağlamak

Zaman nedir? Durup durmadığını, geçip gitmediğini bilmiyoruz. Sanıyoruz ki zaman durursa daha çok yaşamış olacağız. Duran zamanın içinde dilediğimiz gibi yaşayacak, ölüme karşı duracağız.
Belki de zaman durursa bu denge bozulacak. Kelebek etkisi gibi bir dokunuşla evren yıkılacak. Belki de zamanın durması evrenin sonu olacak.
Böyle bir değişim insanı ilgilendirmiyor. Hele Ahmet Ada gibi bir ozan önemli bir ameliyat geçirdikten sonra dünyaya yeniden gelmiş gibi olursa, zamanı taşa bağlayıp, yaşanmamış bir geçmişin tadını çıkarmak isteyebilir.
Zamanlar insanı şaşırtabilir. Melih Cevdet Anday “çok eskiden yaşadığı bir anı” anımsayabilir. Kuşların, taşın, denizin zamanını ölçebilir. Nesneler yavaşça zamanlaşınca, çoğalan zaman içinde insan, kendini yeniden keşfedebilir.
Ahmet Ada’nın zamana bakışında Melih Cevdet’in zamanıyla örtüşen bir gizem var:
“Gün boyu ölçüp biçtim denizi/ Ne kadar yanımdaydı kuşun zamanı?/ Gölgenin zamanı ağaçtaydı/ Uçup gitti nar giyimli gökyüzü.”
Bir kez daha anlaşılıyor ki zaman görecedir. “Taşa bağlanmış zaman” geçip gitmeyen, duran zamandır.
O göreceliği Sâbit’in beyitinde buluruz:
Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkıt ne bilir/ Müptela-yı gama sor kim geceler kaç saat.”
Yıldız falcıları da, zamanı ölçerler de en uzun geceyi kendilerine göre tanımlayabilir. Ama asıl, acı çeken insan bilir gecelerin kaç saat sürdüğünü.
Soyut bir zaman anlayışının dışında zamanı bir nesneye bağlayınca daha belirgin bir zaman anlayışı doğuyor. Her canlının kendine göre bir zamanı varsa, zamanı sınırlamak daha kolay olabilir. Kelebeğin zamanı ile kaplumbağanın zamanı aynı değildir. Belki bir anlık zamana akıl almaz serüvenler sığabilir. Belki uzun süren tekdüze bir zaman yaşanmamış sayılır.

Zamanın Boyutları

Çocukluğumda okuduğum bir resimli romanda küçülen uzay aracı bir paranın içine girer. Nice serüvenlerden sonra geri dönünce bir anlık süre geçmiştir.
Bir Anadolu ereni çevresindekilerle söyleşmektedir:
“Tanrı öyle bir Tanrı’dır ki, zaman içinde zaman, yer içinde yer yaratır.”
Dinleyenler arasında bir delikanlının içinden geçer:
“Atma erenler atma!”
O sessiz söz erenin içinde yankılanarak genişler. Erenin gülümsemesinde, bilinmeyen bir zamanda, delikanlı, kendini bir balıkçı köyünde, deniz kıyısında çamaşır yıkayan bir kadın olarak görür. Bir balıkçıyla evlenmiş, yedi yılda beş çocuk doğurmuştur.
Anadolu ereni aynı sözü yinelemektedir:
“Tanrı öyle bir Tanrı’dır ki, zaman içinde zaman, yer içinde yer yaratır.”
Delikanlı ayağa fırlar:
“Haklısın erenler haklısın!” demek gereksinimi duyar.
“A oğlum,” der Anadolu ereni, “yedi yıl bir balıkçıya eşlik edip beş çocuk doğurunca mı bu gerçeği anladın?”
Zamanın görece olduğunu anlatan böyle Anadolu söylenceleri de var.

Zamansızlığa Doğru

Zaman belki de bir boşluktur; insanda sonsuzluk duygusu uyandıran bir boşluk.
Ahmet Ada, o boşluğu yorumluyor:
“Günebakanlar zamanı mırıldanıyor/ Köpekse taşı, deniz küstüğü maviyi/ Ben içimdeki boşluğu mırıldanıyorum/ Cenaze törenindeki yokluğu.”
Kuş uykusu hafif bir zamanı anımsatmalı; uyur uyanık diyebileceğimiz bir zamanı. Yelve kuşu, yıldızlı bir gökyüzünü sürükler gibi zamanı da götürebilir mi?
Anlamın ötesine geçmeden zamanı yorumlamak kolay değildir. Ahmet Ada, iyileşme döneminin dalgınlığından zamana bakarken, o belirsizliği öykülemenin, bir başka belirsizlikle yorumlanabileceğini anladı. Çünkü zamanın akışı değişkendir.
“Zaman rahvan atı gök çatının…”
O hızlı akışın gerisinde gövde, “ölümlü bir kabuk”tur artık.
Ahmet Ada bir imge yoğunluğundan bakıyor zamana. O imgeleri anlamak kolay değildir. Leylak, “Ortadoğu’yu, ölü doğmuş yıldızları” nasıl anlatır? Leylak, kana bulanmış Ortadoğu’da, öldürülen çocukların tanığıdır.
Bir kayanın yarığından fışkırıp dünyaya bakan bir çiçek varsa, o çiçeğin tılsımını da taşa bağlamak gerekir. Zaman nasıl duruyorsa, çiçeğin tılsımı da durmalı. Bulutun ağaca bağlanması da duran bir zamana uymalı.
Bir denizin değişimiyle oluşan imgeler: Denizin çiçek açması, koynundaki taşı yontması, soluğunun orman olması…
Ölüme göçmek, bir sokağın ucundan denize bakmak gibi bir şey. Boşlukta derine inmek. Denizin belleğindeki kalıntılarından biri olmak. Deniz basamaklarından inerken içimizdeki çölü aramak.
Hayali Bey’in beyitinde, denize kavuşan ırmakların dinginliğinde, bir halden bir hale geçen tasavvuf ehlinin ruh yeteneğini araması vardır:
“Hakkı biz bulduk deyu zann etmesün ashâb-ı kaal/ Cûylar çün erdiler deryaya hâmûş oldlar.”
Ahmet Ada bir başka dalgınlık içindedir:
“Bir ırmağın kayboluşuyum denizde/ Evimi unuttum var mıydı evim?”
Zamansız bir aralıktan içindeki uzaklara bakar o yitik insan. Bir deniz dibi ülkesidir belki de ölüm. Yosunların ayak sesi duyulur. Bulutlar geçer içinde soluk soluğa.

Ölümün Zamansızlığı

Bir deniz dibi ülkesinden, imge yoğunluğunun bulanıklığı içinde, yaşamanın anlamsızlığına bakmak, umutsuzluğa düşmek diye yorumlanabilir:
“Bize verilenle yetinmemizi istediler/ Ölüm tek yasasıydı yolun.”
Ahmet Ada, kendinden kurtulamayan insanın yazgısına bakıyor. Ölümü tek yasa sayan yazgısına. Ama “alnı akıtmalı bir at” gibi kendinden kurtulan insan, bir bilge kimlik kazanmış, kendini yeniden yaratmış olacaktır.
Behçet Necatigil, çağdaş bilgeyi, asfalt ovalarda yürüyen abdal olarak niteledi. Böyle bir kişilik edinmek için ölümcül bir deneyimden geçmek, yaşamanın gizlerine varmak gerekecektir.
Ahmet Ada belki de ölümün ötesindeki bir ülkenin özlemİni çekiyor:
“Bulabilseydik keşke sedir ağaçlı bir ülke/ Çözülürdü sıkıntılarımız bir demet başak gibi/ Gösterişsiz, kibirsiz yol alırdık yine/ İnsanın ta içine, kardeşlik ormanına/ Abartılı sahte görkemli/ Paranın üretildiği kentlere/ Kentlere döndük yine/ Yaslı asfaltlara/ Zarif abdal/ Takılıverdi peşimize bozkırdan/ Kurtardığımız alnı akıtmalı at.”
Sözcükler arasındaki gizli ilişkiyi çözerek imge oluşturmak yeterli değildir. Yaşama deneyiminden geçerken ölümlü bir dönemeçte zamanı taşa bağlamasını bilmek gerekecektir. Zaman durunca, belki o akışta sürüklenen her şey duracak, belki evrenin dengesi bozularak yeni bir düzen kurulacaktır.
Ama “göçük bir yürek”in zamanı durmuştur. Ahmet Ada “Taşa Bağlarım Zamanı” demişse, artık o duran zamanda, yaşama serüveni dediğimiz “büyülü düzen” de anlamını yitirmiştir. (Taşa Bağlarım Zamanı, Metis Yayınları, 2009)
Gölgelerimizin bile suyla dolduğu bir sualtı dünyasıdır ölüm. Enginlere doğru açılıyorsak, “bilge kaygılarımızın erinci” için değil, sevgileri yitirdiğimiz içindir.

Zamanın Tanıklığı

Zaman, donmuş, anlamsız bir kalıp mıdır, yoksa herkesin kendine özgü bir zamanı mı vardır? Belki de herhangi bir insanın bile değişik zamanları vardır. Yer yer silinen, yer yer sımsıcak duran zaman parçaları…
Melih Cevdet Anday; taşın, denizin, kuşların, göğün zamanını yorumlarken insanın zamanına uzak duruyor. Ahmet Ada, çocuğun zamanından bakıyor zamanlara. Yaşamaya açılan zamanın eşiğinde, bir çocuk “çiçeğe dört adım kala”, yaralarımızın iyileştiği bir deniz eşiğine çağırıyor bizi.
Artık zaman yoktur, anıların aydınlığında parlayıp sönen zaman parçacıkları vardır; ölen bir annenin anısıyla gelen zaman. Başlangıcı kuğu olan bir küçük kıza söyledikleri:
“Varoluşun anlamını kavramadan/ Geçip gider parlak günler. Kendini hazırla/ Çiçeğini açan, yaprağını döken göğe.”
“Sayrı olanları iyileştirmek için”, şifalı bitkiler toplayan bir babanın da zamanı vardır. Oysa o, içinde büyüyen ölüme aldırmadan hüzünlü türküler söylerdi:
Bir babanın ölümü de yitik zamanlara karışıyor:
“Ne zamandı? Yoklukların göğüne/ Gömdük onu. Eskidir babam/ Göğü dolduran bütün yıldızlardan./ Şimdi düşünüyorum, çözülmüş bir/ Yıldız kümesi miydi duygularımın karmaşası/ Ölüm karşısında?”
Ahmet Ada, geçen zamanları anımsarken bir çeşit ödeşme içinde görünüyor. Bir zamanlar yaşamış mıydı? Otlar mı tanık, bir kâğıttaki çözülmüş harfler mi? Bizden çok uzaklarda, kendi dalgınlığı içinde duran bir balıkçı bile yaşadığımız zamanı etkilemiş olabilir.
“Yaşadım” diyebilmek için bir sevi ilişkisinden geçmek mi gerekiyor? Sevi yalnızlığında kalınca varlığımızın ne anlamı var?
“Aşk halinde geçemeden öte yakaya/ Kocaman gözlerle bakıyoruz renklerini/ Yitiren dünyaya, mühürlü ağızlarla.”
Varlığımız ölüm denizinde dinlenedursun, ruh tedirgin, başıboş dolaşıyor. Ahmet Ada soruyor:
“Ruhun demirlendiği bir liman yok mu?”

Yoksul Zamanlar

Yenildik, hakkımız yendi, küçük düşürüldük. Oysa yolun başlarındayız daha. Ama sınırda yaşayanlar yoksulluğun zamanı içindedir. Belki deniz altındaki ülke düşlem gücümüzde yaşıyor:
“Tarihin kara taşındayız. Bize/ Yok öyle bir ülke, diyorlar/ Deniz altında.”
Yoksul zamanlar bile, iri gözleri belleğimize yerleşen bir sevgiliye bağlanmamıza engel değil. Tam tersine yoksulluğu aşan bir gücü var sevi ilişkisinin.
Ne diyordu Cemal Süreya:
“Yoksuluz gecelerimiz çok kısa/ Dörtnala sevişmek lazım.”
Taşa bağlanmış zaman, sevi ilişkilerinin yaşanmadığı ölü zamandır. Nice kırgınlıkların gerisinden üzgün bir gülümsemeyle bakılır o yitik zamana.
Taşa bağlanmış zaman, geçip gidivermesin de, bizi yalnızlığımızla baş başa bırakmasın diye kaygılandığımız, parçalanmış zamandır.
Ahmet Ada, yaşamanın neresinde olduğunu anlamaya çalışırken, kendini yitik zamanların acımasızlığıyla sınıyor. Duran bir zaman da olsa, artık o yitik zamanı ele geçirmek olanaksızdır.
Yaşanmayan zamanlara dalıp gitmekten başka yapacak bir şey de yoktur. Çünkü “gölgenin zamanı”nı anlatıyor Ahmet Ada: Bir sanrıyı sayıklar gibi, belirsizliğin zamanını.
Böyle belirsiz, böyle parçalanmış zamanları alışılmış bir anlam içinde yorumlamak olanağı var mı? “İçinde güneşli bir ikindiyi taşıyan testi gibi” alışmadığımız imgelerle zamana bakarken, duran bir zamanın bizi nasıl etkileyeceğini bilir miyiz?
Bilinmezi anlatmak anlama yeni boyutlar kazandırmaktır.
Ahmet Ada, parçalanmış bir zaman içinde yitip giden insanın yalnızlığını, ölümün kıyısındaki onulmazlığını anlatıyor.
Şaşırtıcı imgelerle örülmüş bu incelikli şiirlerde, insan kendini de sınayabilir.

Varlık Dergisi, Şubat 2010, Sayı: 1229, sy: 54-56

15 Şubat 2010 Pazartesi

CEM UZUNGÜNEŞ


(15 Şubat 1962, Razgrat / Bulgaristan - )


      Asıl adı Şinasi Ahmedov Akaliyev. Çocukluğu, doğduğu kentin Ezerçe köyünde ve 1970 yılında Türkiye’ye göçten sonra Aydın’da geçti. Aydın Efeler Ortaokulu’nu, Kuleli Askeri Lisesi’ni, Hacettepe Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. (Şinasi Şentürk)
       1988 yılından bu yana şiirleri, yazıları ve söyleşileri Adam Sanat, Argos, Defter, Duvar, E, Edebiyatta Üç Nokta, Evrensel Kültür, Heves, Kaşgar, Kitap-lık, Ludingirra, Mahfil, Sombahar, Varlık, Virgül, Yasakmeyve gibi dergilerde yayımlandı.
Ödülleri: “Soluğan” adlı kitabıyla Kültür Bakanlığı 75. Yıl Başarı Ödülü’nü aldı.
Yapıtları:
Şiir Kitapları:
& Soluğan (1998, Öteki Yayınevi, Ank., 96 s.)
& Arzu Evi (2005, YKY, İst., 94 s.)

& Korkuluk (2012, 160.Kilometre Yayınları, İst., 80 s.)





Şiirlerinden Seçmeler:

ARZU EVİ

Feneryolu'nda gölgelerle şakalaşıp yürürken
ölüm (bu kez) uysal bir köpek gibi
beni izliyordu. Ihlamur mahrem
kokuyordu. Bedenin uzağında çın çın eden
bir tramvay. Köpeğe dönüp bakmak
isteğiyle mi, hava'nın kendi merakından mı,
gözüm Arzu Apartmanına kaydı.
Camlardan birinde bir kadın çırılçıplak
gülümsüyordu. Utandım. Ama sanki
onun utanmasız çıplaklığından değil de
az önceki şakalaşmalarımla yakalandım diye.
Acı, ölüme mi yoksa çıplak ölümü
işaret ede ede akan şakacı
zamana mı yakındı? Kadınla
göz göze gelsek... bana, yüzünde bu müstehcen
ıhlamur gölgeleriyle gezen adama,
işaret parmağı ile, "gelsen e!" dese... Beni, arzu evine
çağırsa!.. Ama o; arzunun camlarından
bakan çıplak kadın, bana değil
peşimdeki köpeğe kur yapıyordu.
Gülümseyen yüzünde bir intihar
dinginliği
okudum.


“Arzu Evi” adlı kitabından

CASUS

Kuşkunun baykuşu yüzünde donmuş,
evet kanat çırpmıyor ama bu bir pandomim;
belleğini kandıramaz...  kımıldayamaz.

Yüzündeki kuş herşeyi biliyor,
(ah, o yitik bilgisizlik cenneti);
oyun değil bu, değil,
kendi gibi sır küpü adamların kenti bu.

Sarı, ıslıklar gibi geçen taksilerin
camlı döner kapıların içinden
bize şaşkınlıkla bakan bir çocuk
yüreğimizdeki casus. Kuş her şeyi biliyor.

Dama açmazlarından kurulu kent
akut
bir dikkat
gerilimi – yüksek, dakik anların,
(olasılıklar ağına yakalanmış)
kendi gibi sır küpü adamların!

Başka baykuş bakışlardaki şifreleri,
jestlerdeki şüpheli mesajları unutup,
yabancılara kanı kaynamasın annesi.
Kendinin köstebeği o. Kalbinin.
Kendisini çocukluğuna da mı gammazlayamaz ?...

İşte, işte bir salaş meyhanenin, mürşit
ruhunu dinleyip, neredeyse mutlak teslimiyetin
dizine yatıp ağlasa, hafif bir kadının (adamın)
beyaz bacaklarına ateş yüzünü gömüp ...

Ah, o yüzün astarı yok. Yüzündeki kuş her şeyi biliyor;
bir hayâl annenin kahkahayla göğe hoplatılması!
bir hayâl annenin kahkahayla göğe hoplatılması!

Bu sahnenin zamanı tersyüz edilemiyor;
unuttuklarımızı denetleyemiyor
yüreğimizdeki casus:
     “(...) Hay Allah, diyor çocuk, gördüler bizi
      saklanın! Tam burada buluşuruz;
    otuz yıl sonraki belleklerinde!(...)”
ah, bütün yaşları orada buluşursa; o kuşkulu, baykuşlu yüzde
kaç kişi olacak(lar)? Kübik bir resim gibi çok ifadeli bir yüz
mü olacaklar?

Bastırılmış çocukluğu ondan bağımsız,
ona, yani kendi yetişkinliğine öykünerek
hıh, oyunun farkında olduğunu
gizlemeği oynuyor.  E casus
kanı soğuk olmalı annesi!
Annesi...
Anne!

“Arzu Evi” adlı kitabından

“MAHALLENİN GÜLÜ” SOLAR
ZAMAN BİZE YAKLAŞIRKEN

Bıraksın beni taksın mor çiçekler eyvallah,
taksilere binsin kara camlar içinden baksın o yosma.

Rujlu kahkahalarla patinajlarla oradan geçerken,
rüküş kenar bakkalları bisküvi koksun eyvallah.

Toz kapsın çocukluğum ve görgüsüz, saksılı, yeşil sakallı
evler heyecanlansın ve duygulu sokağım,

evlerin camlarından, karısından zılgıt yemiş
bir ayyaş gibi baksın ... yalpalasın. Sokağım yalpalasın

uzaklaşırken yeniyetmeliğimizden
t r o m b on sesli eskicinin

sesine binip gitsin
belleği kamaştıran çocuk sesleri,

teraazi las-tik jim-nass-tik! diye ebe seçerken
mahallenin mahcubiyetinden

aksın yüreğimizden çekirdek çitleyen kız kokuları
kalbimizden buharlaşan bir zamanda.

Trombon sesli eskicinin kavisli sesi,
bir yavrukurt bandosuna karışırken,

uçakların egzoz izi dağılırken,
henüz saçlarımız uçuşurken,

mezun olmamışken aşktan, taze aşk acısından
bıraksın beni taksın mor çiçekler, eyvallah!

“Arzu Evi” adlı kitabından


14 Şubat 2010 Pazar

2010 Dünya Öykü Günü Bildirisi

2010 Dünya Öykü Günü Bildirisi

Paleolitik çağlardan beri İspanya’daki Altemira mağaralarına çizilen av resminden bugüne insanlar öykülerini aktarıyor. Din öncesi şaman törenlerinin büyüleyici doğa söylemi, İzmirli Homeros’un anlattıkları, Gılgameş, kanımca ilk gerçeküstü yazarlardan Evliya Çelebi’nin seyahatnameleri, masallar, söylenceler birbirlerine eklenerek çağlar boyu sürecek yolculuklarındalar.

İnsan sesini söze dönüştürdüğünden bu yana öyküsünü anlatıyor. Tabletlerde, papirüslerde, sonunda da sayfalarda tüm sesler yerini buluyor. Bu çabalar insanlığın kendisiyle karşılaşmasıydı. Toyluk dolu bu varoluş sorgulaması yazı yokken de vardı.

İnsanların ütopyasına ulaşma isteğindeki caymazlığı onun binlerce yıllık geçmiş kayıplarını araştırdığımızda ne denli erkenlere tarihlendiğini öğreniyoruz. Yirminci yüzyılın acılarla, kıyımlarla, adaletsizliklerle dolu zamanını sonlandırıp yirmi birinci yüzyılı iyileştirici bir beklentiyle karşıladık. Şölenler onuruna kadeh kaldırmalar… Oyalanma çabası daima geçici bir heves sevincini taşır. Hoş görülesi bir durum gibi algılansa da bu iyimser beklentilerimiz hızla geri tepti. Yeni yüzyıl da ardındaki gibi tüm olumsuzlukları aman vermeden taşıyor.

İşte tam burada öyküler yazılır, yazılmaktadır. Öykü inançtan değil, ütopyasından güç alır. Çünkü ütopya asla soyut bir kavram değildir. Toplumlar insanın değerini savunan başka bir hayatın özlemini taşıyorsa, erkin buyurganlığını eleştiriyorsa düzeni yenileme gücünü yitirmez.

Ütopya tartışmaya, eleştirmeye açık bir olgu olarak aklımızı aydınlatmaktadır. Çok eski bir gelenekten uzanan öykünün günümüzde de atan canlı damarı durma güçlenecektir. Yineleyelim, ütopya bence soyut bir kavram değildir.

14 Şubat Dünya Öykü Günü’nü sevinçle kutluyoruz.

FÜRUZAN 2010