21 Eylül 2008 Pazar

EŞİK CİNİ


EŞİK CİNİ


Derginin Künyesi:
Derginin Adı: EŞİK CİNİ İki Aylık Öykü Kültürü Dergisi
İmtiyaz Sahibi: Ali Enver Ercan,
Genel Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Nalan Barbarosoğlu,
Yayın Müdürü: Bülent Usta,
Görsel Tasarım: Nazlı Ongan,
Kurumsal İletişim: Gülce Başer,
Yayın Sekreteri: Melike Aydın,
Çalışma Ekibi: Ergun Kocabıyık, Handan İnci, İbrahim Yıldırım, Murat Batmankaya, Müge İplikçi, Jaklin Çelik, Nalan Barbarosoğlu, Saadet Özen, Yekta Kopan.
Basım Yeri: İstanbul,
Yayımcı Kuruluş: Komşu Yayınevi,
Yayın Periyodu: İki aylık,
Yayın Türü: Yerel Süreli Yayın,
1. Sayının Basım Tarihi: Ocak-Şubat 2006
1. Sayının Baskı Adedi: 2500
Sayfa Sayısı: 160
Fiyatı: 5 YTL.

Eşik Cini dergisi, adını Hulki Aktunç’un “Bir Çağ Yangını” adlı romanının giriş metninden alıyor.
Derginin kapak tasarımı, her sayıda başka renk fon olacak biçimde, birbirinden farklı çoklu cin motifinden oluşmaktadır.

EŞİK CİNİ 1. SAYI

Nalan Barbarosoğlu tarafından kaleme alınan derginin sunuş yazısı;

“Bunları kimseye
anlatmamalıydın.
Ey eşik cini! Senin ve
Birçoğumuzun sonu geldi.
Ve elbet gelecekti.
Ama bundan daha görkemli
Bir başlangıç olabilir mi?
Bak, duyanlar uykusuz-duraksız
Kalıyor. Yine de
Kendi şenliklerine gidiyorlar.” *


Kültürel ve felsefi kavramların kabuk değiştirdiği, içeriklerin yenilendiği bir zamanın içinden geçiyoruz. Kendini ve ortamını tanımakta, tanımlamakta zorlanan bir insanlığın parçasıyız. Düşünce dünyamız karışık, duygu dünyamız karşıtların gelgitiyle örülü… Evrensel barışa ve dünya kaynaklarının paylaşımında adalete – dünyanın tüm zamanlarında olduğu gibi- yine gereksinim duyuyoruz… Kaygılı ve tedirginiz… Varlığımız ve varoluşumuz –çoğu zaman adını koyamadığımız- bir tehdit altında… Sanki dünya bizim dışımızda akıyor, sanki dünya bizi içine almıyor, bizi görmüyor, ya da görse bile kayıtsız kalıyor… Geleceğe ilişkin –ortak paydada buluşabilecek- hayallerimizi yitirmiş gibiyiz… Oysa, biliyoruz ki, gelecek tasarımını yitirenlerin ortak kaderi, geçmiş tasarımını da yitirmek, yitirmese de köksüzleşmektir; beslenememek, serpilip gelişememektir. Belki de bu köksüzlükten –bazen farkında olarak, bazen de olmayarak—kendi tarihinden, kendi coprafyasından sürgün edilmiş ruhlar gibi dolaşıyoruz bedenlerimizin içinde. Gündelik hayat sregiderken tuhaf, belirsizliklerle bezeli, kolay kolay adlandıramadığımız bir ruh durumuyla soluk alıp veriyoruz, sanki çıkış yolunu bulamadığımız bir döngünün içinde yuvarlanıp gidiyoruz. Sonsuzdan gelip sonsuza akan zamanın içinde bir “tık” sesi kadar kısa ömrümüzde geçmişi ve geleceğiyle bütünleşebileceğimiz bir dünya tasarımı arıyoruz…
Bu tasarım nerede?.. Tabii ki, yine içimizde; yaşarken ve yazarken enerjisi ve dinamikleriyle oluşan çok boyutlu hayatın içinde… Milyonlarca yılla ifade edilen zaman algımızda, dünyanın ve insanın tarihinde… Bu tarihi yapan varlığımızla ve varoluşumuzla oluşturduğumuz yaşam hikâyelerinde… Bu hikâyelerimizin içinde… Dilimizde… Soluk alıp verdiğimiz atmosferde… Hayallerimizde… Hayal kırıklıklarımızda… Gördüğümüz rüyalarda… Korkularımızda… Arzularımıda… Öfkelerimizde… Dileklerimizde… Türkülerimizde… Söylencelerimizde… Boyuneğişimizde… Başkaldırmamızda… Duruşumuzda… Attığımız adımların edasında… Bakışımızda… Dumanı tüten çayın, buğusu yayılan ekmeğin kokusunu içimize çekişimizde… Gün doğumlarında ve batımlarında güneşin renklerini merakla bekleyişimizde… Rüzgârın tenimize değdiği anda duyumsadıklarımızda… Yağmurun sesini dinleyişimizde… Yağan karı izleyişimizde… Hüzünlerimizde… Coşkularımızda.. Aşklarımızda… Gözyaşlarımızda ve kahkahalarımızda… Bir çocuğa bakarken içimizde uyanan umutta..
Binyıllardır sürüp gelen bir hakâyenin zamanımızdaki taşıyıcısıyız… Diller değişiyır, coğrafyalar değişiyor, çağlar değişiyor, söylenceler değişiyor, algılar değişiyor, kavramlar değişiyor… Hikâye değişmiyor… Daha doğrusu, hikâyeyi hikâye yapan “öznitelik” değişmiyor. İnsan ve hayat! Bütün değişkenlikleriyle, çok parçalı evreniyle insan, kendi hikâyesini örüyor, dünyanın ve insanlığın hikâyesine eklemleniyor, kendisine bir kader olan dünyanın kaderini yine insan yazıyor… Bir başkasının hayatına değerek, eklemlenerek, girerek; bir başkasının hayatından çıkarak, kovularak, sürgün edilerek…
Eşik Cini, insana ve hayata dair yazılmış, yazılan ve yazılacak öykülere açılan kapının eşiğinde bir dergi olarak çıkıyor… Öykü dünyasını evi bellemiş, eşiğini yurt edinmiş bir “cin” diye de görebiliriz onu… Neden olmasın?... İnsan eli değen her şey gibi dergiler de kendi hikâyelerini yazar… Yazarları ve okurlarıyla.
Merhaba.

* Hulki Aktunç, Bir Çağ Yangını, Eylül 1981, Derinlik Yayınları, İstanbul, Romanın girişinden…


Esik Cini’nin ilk sayısında öyküleriyle Latife Tekin, Hulki Aktunç, Nabizâde Nâzım, Müge İplikçi, Ayfer Tunç, Jale Sancak, Zekeriya Tamer, Gassan Kanafani, Behçet Çelik, Vural Sözer, Nilüfer Altınel, Sait Faik Abasıyanık, Bekir Sıtkı Kunt, Seyit Göktepe, Ahmet Büke, Refik Algan, Özgür Soylu, Nergis Gün Uzun; yazılarıyla Ergun Kocabıyık, Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Selim İleri, Handan İnci, İbrahim Yıldırım, Saadet Özen, Murat Gülsoy, Murat Yalçın, Necip Tosun, Ömer Lekesiz, Yekta Kopan; çizgileriyle Levent Gönenç, Memo Tekin, Hicabi Demirci yer alıyor.
Ergun Kocabıyık, “eşik ve cinleri” yazısında kültür tarihinde uzun soluklu bir yolculuğa çıkarak, derginin adına da bir açılım getiriyor..
Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun “eşik ve eşikli öyküler” başlığını taşıyan yazısı, yazmanın ve okumanın alt katmanlarına işaret ediyor.
Handan İnci ve İbrahim Yıldırım’ın yazılarıyla Nabizâde Nâzım’ın öykücülüğüne bakarken ve kimi ezberlerimizi bozarken, Türkçe harflerle ilk kez yayımlanan bir Nabizâde Nâzım öyküsü de okuruyla buluşuyor: “Sohbet-i Şübbâne”.
Ekim 1966’da Papirüs dergisinde yayımlanan, Bilge Karasu, Rauf Mutluay, Adnan Özyalçıner, Mehmet Seyda, Cemal Süreya, Haldun Taner ve Turgut Uyar’ın “Hikâye Üstüne” başlığını taşıyan tartışması, aradan kırk yıl geçmesine rağmen bugün konuşuluyormuşcasına güncel bir içerik taşıyor.
Suriye öyküsüne bakan Saadet Özen’in yazısına Zekeriya Tamer ve Gassan Kânafâni’nin öyküleri eşlik ediyor.
Handan İnci’nin “İstanbul’un Eşiğinde Edebiyat: Haydarpaşa Garı” başlıklı denemesi, okuru edebiyatımızın içinde Haydarpaşa olan ürünlerini okumaya çağırıyor.
Selim İleri’nin Selçuk Baran’ı, Murat Yalçın’ın Bilge Karasu’yu, Murat Gülsoy’un Oğuz Atay’ı, Necip Tosun’un Halid Ziya Uşaklıgil’i, Ömer Lekesiz’in Sevgi Soylu Kalyoncu’nun Gelincikler Geceye Düşer adlı kitabını anlatan yazıları, okuma açılarının yönlerine dikkat çeken, zenginleştiren bir renk sunuyor. Yekta Kopan’ın hazırladığı “eşiklopedik sözlük” öykü tarihimizde zevkli olduğu kadar, farklı bir gezinti.

Eşik Cini dergisi, 15 sayı süren yayın macerasından sonra yayn hayatına son verdi. Öyküye ivme kazandıran dergilerin birer birer yayımını sonlandırmalarının sebepleri ayrı bir yazı da irdelenmesi gerektiği inancındayım.

Hiç yorum yok: