5 Nisan 2020 Pazar

HER BABA BİRAZ DA BİR ŞEMSİYEDİR / MUSTAFA AKAR


Bunu anlatmanın bir yolu yok. Ortada duran metaforun kuyruğunu çekelemek bu. Kendine iğne batırmanın en edebi yanı… Kimse kendini anlatırken doğru cümleleri bulamıyor. Herkes kendini yok saymanın yolunu en iyi cümlelerle çiziktiriyor. Yazarken, okurken kendimizi yok sayıyoruz.

Kendimi yok saymak istemiyorsam ilk yaptığım iş şiiri bırakmak olurdu. Şiir yazıyorum çünkü kendimi yok sayarak başka bir şekilde var ediyorum. Şiir okuyorum çünkü başka var olmaların, yok olmaların izini sürüyorum. Babam hiç şiir okumaz. Muhtemelen birkaç tane okumuş olabilir. Lisede falan. Benim yazdıklarımı okuduğu kuvvetle meçhul. Belki bir iki tanesini şöyle bir gözetledi. Baktı ona göre değil. Babamın aklında benden dizeler değil, anılar yer alır, ilk adım atmam(ilk adımım benim ilk şiirimdir), ilk konuşmam(ilk konuşmam benim ilk nefretimdir), ilkokula başlamam… Babalar oğullarını uzaktan izliyorlar böylece. Yukardan biraz da. Ben babamın ilklerini bilmem. Babam çocukken nasıl biriydi mesela. Konuşmaya başladığında ne demişti. Hangi şarkıları sevmişti. Şarkılar sevilmek için babalar anlamamak için, babalar sarılamamak için babalar…

***

Evet, her baba biraz da bir şemsiyedir. Korur sizi yağmurdan. Ama üstte bir yerdedir. Ona küçükken çok dokunursunuz. Yaşınız ilerledikçe şemsiyesiz de yapabileceğinizi anlarsınız, babasız da yapabileceğinizi… Babalar ve şemsiyeler terk etmez bizi bu yüzden. Daima yanımızda, uslu bir mesafede dururlar. Onlara sadece ihtiyacımız olduğunda dokunuruz. Yanımızda gezdirmekten utanır, sıkılırız kimileyin. Orta yaşa gelmiş bir erkeğin yanında bir şemsiyeyle gezmesi, bir babayla gezmesi… Bunu anlatmanın bir yolu yok. Ama şunu anlatmanın bir yolu var:

***

O fındık bahçesinin hikâyesi yürek yakar. Yok, yakmaz da birazcık dağlar. Yok, dağlamaz da aslında acıtır işte ne bileyim. Kış mış dinlemez fındığa gideceğim diye tuttururdu. Niyeyse böyle karaşın bir sevda tutmuştu o koca kadını. Babaanne. Annelerin en babası diye düşünürdüm. En mert olanı annelerin. Hatta babanın üstündeki dişi ve küheylan şemsiye. Neyse. Fındık ağaçları bodur olur. Boylu poslu olanları da vardır ya, onlara işe bakın ki genç derler. Hatta o ağaçların olduğu bahçenin sahibine kadar geçer bu laf.

Bahçesi genç ağaçlarla dolu olan, demek bahçeyi yeni almıştır, ormandan bozup da fındık ekmiştir. Yahut bir akraba zelzelesinde, bir mahkeme nümayişinde el değiştirmiş bir şeydir ki, eski ocaklar sökülmüş, yerine yenisi aşk edilmiştir. Bir muharebe ki sormayın…

O fındık bahçesi. Genç olanı. Kar falan yağardı da pek tutmazdı. Pencerenin, yokuşu en göğüsleyeninden bakar dururdu koca kadın. Eve yeni televizyon mu girmiş ne. Haberler hep ne acayip. Şarkılar ne tombul, konuşmalar ne pişkince. O pek umursamazdı bunları. Şimdi ona bir ad lazım, gelin Ayşe diyelim iyisi mi…

Tutturmuş illa da bahçeye gidecek. Gence gidecek. Kar yağacak sonra. Gidip ağaçların dallarını savuracak. İçinde tamamlanmamış bir gelin kız olmak düşü. “Bana beyazlar giydirmediler” derdi. Ayşe’nin zamanında olmazdı böyle şeyler. Bundan mıdır nedir, kar yağmasını, genç bahçenin kar altında kıvranmasını isterdi, şundan; gidecek, ağaçların kollarını paklayacak, o beyazlığın üzerine uzanacak, dilinde bir türkü tüttürecek, en aman ve en yaman bir ağıtla eyleşecek, sonra ver elini Göğcüğün düzüne…

Evet, düz olan yer nadirattandır Karadeniz’de. O da bu ufacık düz ve genç bahçenin ikizine giderdi karla hemhalı bitti mi. Ahretliğiyle iki çift lafın beline tekme savurmaya. Yanında da telvesi amanın karakaşlı kara gözlü gelinlere benzeyen kahve, bir yanda köz köz olmuş fındıkkabukları, öbür yanda yanmış fındık tanecikleri gibi közlenmiş, ıscacık bir yürek…

Muşmula gibi sanki kocaman yanaklar…

Karadeniz’in en tepeli, en şahlı, en kendinden geçmiş iki kocakarısı böyleleyin bir oturur bir kalkar, karın elinden kaptıkları o yumşacık beyazlığın yarenliğinde, ne türküler dillendirirlerdi, sormayın.

Ardından başlardı bir cengâverlik hikâyesi. Hepsinin ölmüş kocalarına benzettikleri umarsız âşıklar. Karadeniz’in erkekleri erken ölür, kadınları da erken, öyle erken ki upuzun yıllar yaşamak hastalığına kapılarak güler geçerler etraflarına, kocaları öldükten sonra…

Çaktırmazlar yaşadıklarını. Bilemezsin öldüklerini. Öyledir öyle gider. Sonra dönerdi ahretliğinin yanından.

Bir devrin en çapaçullu zamanı. Her anlatıcının, söz savurganının zamanı hep erken kapanmış bir devir. Ama bildiğim, okuduğum kadarıyla derim ki, sanki biz biraz daha mı çok yaşadık geçiş zamanlarında, kim bilir…

Ayşe’nin zamanı karla kaplı bahçenin içinden ahretliğinin yanına kar sörfü yaparak peştamalıyla uçtuğu, oradan felek vurgunu türkülerle iç sızlatan minibüslerle eve döndüğü iki deniz arası, iki dudak arası zamandı. İsterdi ki hep gitsin öyle.

Yaz geldi mi, durma durak göğe bakardı. Eh üç gün yağmur yağmasa zaten delireyazdığını anlardınız. Balkona çıkar, sutyen içinde muhafazalanmış paracıkları savururdu mahallenin veletlerine. Anamda bir telaş, babamda ipince küfürler, bende durumu anlamamak işaretleri…

Yok, gene yağmazsa yakındaki bahçeye gider, bir fındık ağacının altına oturur, öylece saatlerce bulunana kadar sessizliğin zırhında müddetlerce bekleşirdi. O kaçkın zamanlarda bir de yağmur patlarsa. Peştamalını prensesler gibi savurur, bodur yağmurlara reverans yapar, hobbidik boycağızını dikleştirip, ver elini Göğcüğün düzüne…

***

Babalar şemsiyelerdir, demiştim, öyle, babaanneler de koskoca birer çatı gibiler, onlar bir ölse çöküyor o çatı, ev yıkılıyor, dağılıyor herkes, kendi kalabalık cehennemine…

Babam şiirlerimi sevmedi, babaannem şiirlerimi anlamadı. Bir kez anlamaya çalıştığı yaz öncesi, ayların en zalımında, ağzından boca eden ölümle ıslık çalarak kaçtı bencağzın yanından. Ben düşündüm ama. Çatının çöktüğünü hissettim. Babaannemle birlikte kendi deliliğimi de gömdüm toprağa. Kışları genç bahçeye gidip, kar duaları ettim. Olmadı. Bahçenin bir kıyısından yol geçti. Bir kıyısından alındı satıldı. Kala kala birkaç minnoş ocak altı kaldı, delimsirek fındık ışgınları bir de…

Kar yağdı, boran oldu, yalnızlığın tipisinde düştü yolum bahçeye. Gittim ağaçların yapraklarına gene, dallarına içim vurdum. İçim eskittim öyle kaç zaman anlatmam asla bir daha. Babam şemsiyesini açtı velâkin bahçenin çatısı yoktu. Bir bahçenin başında yaşlı bir âdem eskisi yoksa o bahçe gerçekten yetimdir, çünkü genç işi değildir bahçeye bakmak, yaşlı işidir, yürek işidir. Şiir sanatını bilmek gibidir.

Unuttukça gürleşen bir yanı vardır. Fındık ağaçları. İnsanlığın ormanlarındaki şemsiyeler gibidirler, altına girerseniz sizi yağmurdan korumazlar kesinlikle, her yağmur tanesinin eşit düşmesine hizmet ederler, bu yüzden babalar gibi beyaz yalanları yoktur. Sizi dış dünyadan tam da koruyamazlar, bodur ağaçlardır. Bir tehlikede tırmanıp güven sağlayamazsınız. Bu tarafıyla ehemmiyet kazandırırlar size. Fındığı pahalı değildir, kaç dönüm olursa olsun, zengin etmez sizi. Sürekli bakım ister. Gerçekçidir fındık ağaçları, çok gerçekçidir. Yalnızzz! Kesinlikle komünisttir. Bir yerde yalnız başına büyümez asla. Yanında binlercesini ister.

Diğer ağaçlar bir diğer ağaçların boyunu geçmek için uzayıp durmaz. Her ağaç kesesine düşeni miktarıyla alır. Bu yüzden bir tane fındık ağacı, milyonlarca diğer fındık ağacının garantisidir. Milyonlarcası da bir tanesinin… En siyasi ağaçtır kendileri, üzerinde reel siyasette de en çok oy propagandası yapılandır bu yüzden. Her baba bir şemsiyedir, biraz korur sizi, o kadar. Ama her fındık ağacı kesinlikle sizsiniz. Ona yaklaşırken Ayşe kadın gibi deli, ama manalı, ondan kaçarken akıllı ve aklı yalelli kaçmalısınız. Bir gün fındık ağaçları gibi bir diğerine de ihtiyacınız olduğunu hatırlayarak.

Fındık ağaçları da babalar gibidirler, erkenden sevilir, büyüdükçe kızılır ona, yaşlandıkça bir daha ona dönülür.

Hiç yorum yok: