5 Mayıs 2016 Perşembe

ATAKAN YAVUZ



(1974, Amasya - )

İÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde okudu. 2013'te Ankara Vergi Dairesi Başkanlığı’nda çalışmaya başladı. Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü'nde Basın ve Enformasyon Uzmanı. İstanbul’da yaşıyor.
Şiir, yazı ve söyleşileri Barbar, Buzdokuz, Çini Kitap, Dergâh, Gerçek Hayat, Hayâl, Hece, İzdiham, Karagöz, Kırkayak, Kırklar, Merdiven Şiir, Mostar, Nihayet, Özgür Edebiyat, Uç, Üç Nokta, Varlık, Yasakmeyve gibi dergilerde yayımlandı. Gerçek Hayat dergisinde portre yazıları ve denemeler kaleme aldı, tercümeler yaptı.
Yapıtları: Şiir: *Kunduz Dersleri, Şule, İst.: 2002 *Bakış Talimi, Ebabil, Ank.: 2017 *Tanıyor Olabileceğin Şiirler, İzdiham, İst.: 2019.
Deneme: *Hata Günlüğü, İzdiham, İst.: 2014 *İyiler Asla Özür Dilemez, İzdiham, İst.: 2017 *Dünyanın Rengi, Dergâh, İst.: 2017.
Biyografi: *Görülmeyen Modern Cenap Şehabettin, Ebabil, Ank.: 2017
Kaynaklar: Dergâh Yayınları web sitesi, erişim tarihi: 18 Nisan 2022.

*18 Nisan 2022 tarihinde güncellendi.


Hakkında Yazılan Yazılar:
/  “Şu tüfeği uzatsana”

       Zaman zaman aklıma gelir, şairlerin şiir üzerine söyledikleri. “Şair, ata koşumsuz binendir” der Atakan Yavuz. Şimdi yıllar sonra onun ikinci şiir kitabı elimizde: Bakış Talimi. Şiirler yükünü doğrudan hayattan alıyor. Aşktan başka giyecek temiz gömleği kalmamış bir şairin yer yer geçmişe göndermelerde bulunarak, isyan duygusunu diri tutarak kaleme aldığı rafine şiirler eşlik ediyor bizlere. Rafine, evet; eşyaya ve olaylara yönelen inceltilmiş bir bakış, bu incelik içinde insanı ve şimdiki zamanı modern dünyanın araçlarına karşı kuşatmaya doğrulmuş bir duyarlılık. Şiirlerin başat özelliğinden biri mısraların, sesten ödün vermeden farklı anlam katmanlarına doğru açık tutulmuş olması. Bu açıklık, gündelik hayat içinde, kendi varoluşuyla ilgili soruları eğip bükenleri içeriden yakalıyor. Şiirler, okuyanın içinde yazılmayı sürdürüyor böylece. Bir uçurum kıyısından geriye dönerek insanın o eski yerinde olup olmadığını araştıran dizelerin yoğunluğu, geç kaldığımız yahut örselediğimiz duyguları açığa çıkartıyor. Bu bakımdan Bakış Talimi, yeryüzünde tedirginliği, melâli ve yenilgiyi yanından ayırmayan insanın kendi şahsi tarihiyle yüzleşmesinin kitabı olarak da okunuyor.
       Atakan Yavuz’un şiiriyle dünyanın karşılaştığı yerde, söz sahibinde şu çarpıcı dizelerin tortusu birikiyor: “Ben şair. Vaktin oğlu/ Dünyayı bir kez tattım, dilim hâlâ sargıda”. Bu dizelerde “dil”in (konuşma, tat alma aracı ve “gönül”) yüklendiği anlamlar şaşırtıcıdır. Gerek doğu şiirini gerekse batı şiirini yakından bilen ve bu şiir birikimlerinin temelde insanın dünya karşısında kurduğu soruların ürpertileri üzerine çatıldığını bize hissettiren bir şair. Böylece kendine hem içeriden hem de dışarıdan bakabilmenin araçlarına da sahip çıkıyor; sözün hangi mekânda kurulduğunu, mekânın özelliklerini de taşıyarak, şiir duyuruyor bizlere.
       Sözcüklerin, gündelik dili perdelemeyen bir açıklık içinde diz(g)eleşmesi çoğu zaman bu yalınlıktan kaynaklanan -baktıkça kendi yüzümüzü, ömrümüzü görebileceğimiz- bir derinliği de beraberinde getiriyor. Şu ilk dize bize Cemal Süreya’yı anımsatıyor, fakat ince bir ustalıkla, hafif bir dokunuşla bambaşka bir eşiğe bizi çıkartmakta gecikmiyor: “Sevgilim hayat kısa/ kemanlar ondan kısa/ aklında asılı kalmış/ şu tüfeği uzatsana”. İroni, anlatılmak isteneni örselemeden, dizelerden taşmadan usulca söze ekleniyor. Şiirlerin hemen hepsinin son dizeleri bizleri bir yalnızlığın, dünyada bulunmuş olmaktan tüten kederin kıyısına bırakıyor.

       Hepimizin toplandığı avlu
       Atakan Yavuz, bir şairin asli görevlerinden olan hatırlatmayı unutmuyor; bize hatırlatıyor iş çıkışı bizi yeryüzüne bırakan parsın gözlerini, ücra bir sıkıntıya atandığımız vakitleri, ağzımızda yenilginin tadıyla girdiğimiz odaları, sandalyemizin arkasında uzayıp duran yersiz yurtsuzluğumuzu, Merzifon’u; “evlerin içi tuzaklarla doludur” diyen Sami’yi; bizde kesik kesik yürüyen zamanı hatırlatıyor. ‘Ben’ diyor ve ‘ben’in dar, karanlık sokaklarından geçerek hepimizin toplandığı bir avluya doğru konuşuyor. Ben’in tekil duruşu üzerinden alınan her söz topluma doğru akıyor. Ben, toplumun bir kesiti gibi hepimizi, hepimizde birikmiş olan dünya yükünü sırtlanıyor. Bize yeniden kendi yazgımızı gözden geçireceğimiz bir alan açıyor Bakış Talimi. Sadece yazılacak olana dair işaretler düşürmüyor; önünden geçip gittiğimiz, durup okuyamadığımız nice şeyi de dikkatimize sunuyor. Usul usul, öğretmeden, ders vermeden, duyurarak yapıyor bunları. Gözün duyduklarını sese devrederek. Okundukça yeniden yazılan güzel bir kitap kalıyor bizde. Şairin “Okuma Listesi”nde neler mi var? “Bebeklerin yumuk elleri ve mayıs gökleri/ kuş sarayları, kurşun kubbeler/ ve maden ocakları, bağrı yanık sokak…/ O kadar çok şey var ki okunacak.”
Radikal Kitap,  Şeref Bilsel
/  “Çalışkanlığın ve direncin şiiri

       Çalışarak yazılan şiirler yazıyor Atakan Yavuz. Az şiir yayımlaması da bunun bir kanıtı. Bunu iyi anlamda söylüyorum. Çünkü bazı şairlerin tek oturuşta şiir yazıp şiirler üzerinde operasyon yapmadan okurun önüne sunduğunu biliyoruz. Tabiidir ki şiir üzerinde çalışmak bazı olumsuzluklara neden olabilir. Yapaylılık, bütünsüzlük gibi. Lakin Atakan Yavuz''un şiirlerine baktığımızda, şairin, şiir çalışmanın olumsuzluklarından çok az etkilendiği anlaşılıyor.
       Kitap üç bölümden oluşuyor. İçindekiler, Bakış Talimi, The Poet Acts. İçindekiler bölümünde sadece Sebeb-i Telif isimli bir şiir var. Burada şairin bir zekâ oyunu yaptığını rahatlıkla görebiliyoruz. Sebeb-i Telif bilindiği üzere İsmet Özel''in de bir şiiri. Şimdi ben şairin dilinde İsmet Özel''den esintiler olduğunu söylediğimde kesinlikle bunu bu şiir isminden çıkarım yaparak söylemiş olmayacağım. Bütün şiirlerde olmasa bile birçok şiirde bunu kanıtlayacak emareler gösterilebilir. Kirli çakı, Şahsuvar, Arayüz vesaire vesaire…

       DİRENEN ŞİİR

       Atakan Yavuz; direnen, savaşan, savaşan ama yenilmeyen, ayakta kalan bir şiir yazıyor. Tüm sıkıntılara rağmen evine dönünce dimdik duran bir baba gibi. Bir yerde şöyle diyor şair: '''Kişi yoksul mu olurmuş / Sen varken.''' Tabi bu ayakta kalma Müslüman bir duruşa sahip. Yenilgiyi bile kazanmak olarak kabul eden bir duruşa. Şuna bakalım: '''yenilmek de güzeldir. yenilmek: boş bir sandal gibi duymak mehtabı / böyle böyle geçecek ağzında büyümenin buruk tadı''' Bu alıntıladığımız şiir Boyama Kitabı adlı şiirden…

       Müslüman duruş dediğim zaman kitapta aklıma en çok kazınan şu dizeleri söylemeden de edemeyeceğim: '''Tanrım / kalbime saldığın çıkrık / orda bir şey bulmasın senden başka.''' Gerçekten insanın içine işleyen, poetik hayal gücüne asılıp kalan bir bölüm.

       2000 kuşağından bir şair olarak Atakan Yavuz''un gelenekle modernliği aynı potada erittiğini ve homojen bir yapıt ortaya koyduğunu hemen belirtelim. Kullandığı kelimeler bazen eski / eskimiş bazen de olabildiğine modern ve yeni. Tersten başlayıp şairin modern şiir anlayışı üzerine bazı tespitler yapalım.

       GÜNDELİK DİLİN İMKANLARI

       Bilindiği üzere modern şiir daha çok buluş üzerinden dönüyor. Bunu 90 ve 2000 kuşağı şairlerine bakarak rahat bir şekilde söyleyebiliriz. Atakan Yavuz bu noktada sanırım fazla ileri gitmeyen, dengeli bir adım atmış. Günlük hayatın içinden bazı deyimleri şiirinin içine yedirmiş ancak bunu eşik değerini aşmadan yapmış. Birkaç örnek verelim. '''Günün ilk saatlerini ekliyorum sık kullanılanlara''', '''Ey dünya / Ne giysen yakışıyor sana''', '''Ne ateş küreği al ne hafifletici sebepler''' İşte günlük ve güncel deyimleri bu şekilde kullanmış şair. Bunları 2000 kuşağının diğer şairlerinde bolca görmek mümkün. Daha iyi olanlarını ve daha kötü olanlarını. Ben kendi adıma bu tür buluş ve benzetmelerden sıkılmış biri olmama rağmen kitaptaki şiirlerin genel işleyişi ve gidişatında, bunları görmekten pek de rahatsız olmadım doğrusunu söylemek gerekirse.

       Gelenek dediğimizde ise ilk önce bazı şiirlerin başında yer alan divan edebiyatı şiirlerinden alıntılanmış dizeler gözümüze çarpıyor. Daha sonra kelime olarak sıkça olmasa da makul düzeyde kullanılan aşk kelimesi ve buna benzer miladını doldurmuş birkaç kelime daha. Benim düşüncem şudur ki eski / eskimiş kelimelerin şiirimizin yazıldığı şu dönemde kullanılması sıkıntılı olmasa bile sıkıntı yaratan durumlara yol açabiliyor. Onun için bu tür kelimeleri bambaşka, daha önce kimsenin fark etmediği bir atmosfer içinde yepyeni bir boyuta yuvalamak gerekir. Şairimizin bu tür kelimeleri kullandığı yerlere bakıp bunun üzerinden birkaç şey söylemek daha açıklayıcı olacak diye ümit ediyorum.

       DENGENİN ŞİİRİ

       '''Hiç temiz gömleğim kalmamış / aşktan başka giyecek''', '''kalırsam ay eskiyecek / bir bir sönecek hırkamdaki güller''' Görüldüğü üzere kulağa hoş gelen ama klasik tarzda oluşturulan benzetmeler var önümüzde. Dediğimiz gibi bu çeşit örnekleri çoğaltmak da zorlanıyoruz. Şiir işinin denge olduğunu belirtelim. Dengesizlik ve aşırılık olduğunu da. Atakan Yavuz şiiri ise denge''nin ürettiği ve desteklediği bir şiir. Bundan dolayı kitabın farklı fonksiyonlarını göz önünde bulundurduğumuzda karşımızda başarılı bir yapıt duruyor.

       Bu yazıya son vermeden önce, Alışveriş Listesi şiirinden bir bölüm aktarmak istiyorum. Bu bölüm hem şiirin anlattığı durumu hem de şairin yaşama mücadelesini ikili düzlemde ele alabileceğimiz iki dizeyi barındırıyor. '''elimden gelmiyor başka türlü yaşamak / Tanrı başka sözler koymuş benim içime''' Şiirle uğraşmak, şairliğe kalkışmak biraz da böyledir sanırım.

       Yeni Şafak, Tevfik Emre Akın
Yazarla Yapılan Söyleşiler:

J  “HEPİMİZ AĞIR YARALIYIZ”

       Fatma Şengil Süzer: Ne mene bir şeydir okumak? Nereye varır insan okuyunca, varır mı? Güzellik midir orası? Nasıl “okur” insan?
       Atakan Yavuz: Hegel, bu yüzden Estetik adlı kitabında en üste koymuş şiiri. Bir şeyin güzelliğini hakkıyla görmek, savunmak için şiire varırız. Hem ihkak-ı hakkı hem de adaleti mümkün kılan, şiirdir. Nereye varır insan okuyunca? İki uç nokta var aslında. Birincisi Elias Canetti’nin Körleşme romanında anlattığı Profesör Kien, yani dünyasız, hayatsız bir kafa. Hayatta kitaplardan başka hiçbir şeye değer vermediği için gittikçe taşlaşan bir insan olmak. Sessiz, takıntılı, pencere sevmez, çocuklardan hoşlanmaz, ölü uygarlıklara hayran bir insan olmak. Kitap tutkusu içten içe bir seçkincilik duygusu üretir. Hümanizmin bilgisi de Avrupa merkezli olmasından ziyade kütüphane ve ansiklopedi kaynaklı olduğu için tek tek insanları sevmeyi imkânsız hale getirir bu yüzden. Hümanizm bunun için adaleti sekteye uğratır. Ne acı ki evrensel dediğimiz hukuk sistemleri hümanisttir. Kemal Tahir’in baktığı yer daha doğru aslında: Herkesi seversek ahlaklı olanlara haksızlık yapmış oluruz. Profesör Kien’e dönecek olursak, dünyaya ayak bastığında o küçümsediği insanların arasında savunmasız bir şekilde helâk olur. Dünyasız kafa hükmünü yitirir kafasız dünyaların arasında. Hayatta tek gayesi olan kitaplar dışında hiçbir şey, insan, aşk, çiçek görmek istemeyen Kien, kitapları da göremeyecek hale gelir sonuçta. İkincisi Yunus Emre’nin önerdiği okuma modelidir: İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsen, ya nice okumaktır. Yunus Emre kelimeyi nihai amaç olarak değil insanın kendini bilmesinin bir vasıtası olarak görür. Kendini bilmeyeceksen okumanın da faydası olmaz. Ve devam eder Yunus: Çün okudun bilmedin, ha bir kuru emektir. Okuduklarımız bizi varlığın değil hiçliğin kıyısına getirdiğinde vaktimizi, emeğimizi, kendimizi zayi ettiğimizi anlarız. İnsanın okuyarak nereye varacağına tam olarak kendisi de karar veremez. Bazen okuduklarımız bizi ense kökümüzden kavrayıp pek çok karanlık dehlizlerden geçirir ve bir aydınlığın önüne koyuverir ya da uçurumun. Gazali’nin memleketine dönerken haydutlarla karşılaşmasını hatırlayın. Haydutlar Gazali’nin üzerini ararken içinde önemli bilgiler olan defterlerinin olduğu bohçaya gelir sıra. Gazali, bunlar sizin işinize yaramaz, der. Bunları alırsanız tüm tahsil hayatım zayi olur, der. Gazali belki de en önemli dersi bir haydudun cevabından alır. Aklımda kaldığı kadarıyla şöyle der haydut: Yeri defter olan bilgi ilim değildir. Ondan sonra belki de Gazali öğrendiklerini deftere değil kalbine yazmaya karar verir. Yeri kalp olan bilgidir asıl bilgi. Kalp çünkü en doğrusunu bilir, renk seçimini en doğru o yapar. Okumaktan gaye kişinin kendisini bilmesi, rengini, tonunu bulmasıdır. Bir de doğru okumak bahsi var. Lichtenberg’in “Önemli olan kişinin neye inandığı değil, inandığı şeyin onu ne yaptığıdır," sözü bağlamında Mustafa Kutlu’nun Nur karakteri doğru okuduğu için doğru yere varmıştır. Çünkü o daha çok sevmiştir. Tek fark budur aslında: Daha çok sevmek. Bunun ötesi bir bozgundur. Neyi okuduğumuz değil okuduklarımızın bizi neye dönüştürdüğü, nereye götürdüğüdür önemli olan. Biz Türkler için bir diğer okuma modeli de yeniden okumaktır. Tanzimat’tan bu yana yazılan her şeyi yeniden, başka bir gözle, psikolojik eşikleri aşıp yeniden okumalıyız belki de. Buna, Cioran’ın “Gözyaşlarını bile,” sözünü ekleyerek hem de. Öncelikle gözyaşlarını yeniden okumalıyız belki de. Bihruz Bey’in meşe ağacından mamul Avrupai kütüphanesine yakıştıramadığı için bodrum katına gönderdiği kitapları kapaklarını elimizle silerek mesela, yeniden ciltleyerek. Çünkü onlar yanlış ya da eski oldukları için değil, entelektüel kanon öyle istediği için inmiştir aşağıya. Hatırlayalım, Bihruz Bey âşık olduğu anda şiirsizliğini fark eder. Aşkının sonsuzluğu karşısında elindeki sözlükler yetersiz kalmaktadır. Aşk acısından değil kelime acısından kıvranırken –bunu kendisi fark etti mi bilmiyorum- bir gün kalemde (iş yerinde) edebi bir sohbette Lügat-ı Osmaniye’nin yazarının bir İngiliz olduğu kulağına çalınınca - entelektüel kanondan onay alınınca- kitabı yeniden aramaya başlar. Aşktır insana kelimeler aratan. Dante bu yüzden halkının diline dönmüş, dile olan borcunu da bir şah eserle ödemiştir. Büyük kelimeleri büyük aşklar, imkânsız kelimeleri imkânsız aşklar aratır. Gerisi bir bozgunu okumaktan başka nedir? İşte aşkı gördüğünde tanımak içindir şiir. Ama ne yazık hakikatin kitapların dışında olması... Hakikat dışarıdadır. Metnin, kelimelerin, kitapların dışında. O yüzden okuduktan sonra bizi sokağa, hayat davet eden kitapları sevdim ben. Bir dize yazdım: okumayı söktüm göğe bakarak, diye. Aslolan kıvrılarak batıya akan ırmakların vakarını, ekin biçen bir Apaçi prensesinin devasız hüznünü, kerpiç evinin bir odasını dükkâna çeviren ama paraları tanımayan Suriyeli Gürci Nine’nin yüz çizgilerindeki derin bilgeliği okuyabilmektir. Bunu dünya görüşü olanlar okuyamaz. Dünya, sahip olanlara bir görüş verir. Oysa şiirin bilgisi feragat etmenin bilgisidir aynı zamanda. Şiir bir dünya görüşü değil âlem tasavvurudur. Rasyonalitenin açtığı değil şiirin açtığı pencereden kaynağa doğru okursak aklın, dünyanın, aslında atları bir yere bağlamak, sezgi yani ferasetin ise atları serbest bırakmak olduğunu görürüz. Şiir kalbin atlarını o sonsuz boşluğa, altın bozkırlara doğru salma eylemidir. Ama beyaz adamla tanışalı beri atlarımızın daha yorgun göründüğünü biliyoruz. Renkleri solgun ve mahzunlar. Biz de öyle; daha beyaz ama daha az özgürüz. Bunu edebiyatımızın modern bilgesi Ali Ayçil’de çok daha sarih bir şekilde görüyoruz. Bir Dakota bilgesi gibi uzaktan ve samimi konuşurken maruz kaldığımız niteliksizlik suikastının işaretlerini de veriyor Ayçil. Bir hikâyesi var: Hakikatin Atları. Sur Kenti Hikâyeleri ile aynı bilgelik damarından giriyor söze. Hayatın yara, şiir ve hikmet biriktiren tümseklerinden, tehlikelerinden serüvenlerinden kaçarak güvenli bir hayatı seçenlerin sadece hakikatten uzak değil aynı zamanda hayatsız da kalacağını anlıyoruz orada. Sezginin atları serbest bıraktığı, aşkın, şiirin ve bilgeliğin neşet ettiği pıtraklı vadi, altın bozkır işte orasıdır.
       Fatma Şengil Süzer: Şiir anlaşılmak mı ister, nedir, bir şair ne eyler şiiriyle?
       Atakan Yavuz: Tabiat, atomlarına varana kadar sürekli gerilim yani dans halindedir. Kızılderili için şarkı ya da şiir, hayatı kutsayan ruhun soluğudur. Kızılderili bunun için önemli anlarda şarkı söyleyerek dans eder. Kutsal soluğun ritmiyle aynı ritmi yakalamak için. O ışıma anlarında hem geçmiş hem gelecek bir nur tablosu olarak önünde belirir. Ben ağaçlardan çok şey öğrendim, diyor birisi. Bu bir şiirdir işte. Şiiri bulduğunda, geç git der, dünyaya, ben burada duracağım. Konuşmasını bilen bu bilge ağacın, bakmasını bilen suskun taşın, duymasını bilen ezgili ırmağın yanında. Var olan her şey durmasını bilmelidir çünkü. Bir Dakota bilgesi şiir gibi anlatır bunu. Der ki kuşlar yuva yapmak için, insanlar dinlenmek için durur. Tanrı da öyle yapmıştır onlara göre. Mesela güneş, Tanrı’nın durduğu yerlerden biridir. Ay, yıldızlar, ırmaklar da öyle. Kızılderili güzel bir yer bulduğunda durur, dualar gönderir. Ne için? Cesaret, umut ve merhamet bulmak için. En çok da Tanrı’nın durduğu yere ulaşmak için. İlk sorunun cevabını burada vermiş oldum belki. İnsan güzel bir yer ya da şiir bulduğunda durmalı. Çünkü oradan daha güzel, daha sonsuz biri geçmiştir daha önce. Onu tanıdığında kendisi de güzelleşecektir. Estetik ilminin bizdeki karşılığı İlm-i Cemâldir bu yüzden. Güzel olan her yer O’nun durduğu yerlerdir aslında. İnsan da bu anlamsız koşuşturmaya ara verdiğinde bir sükûta ulaşır. Önünde bir boşluk açılır. İşte orası şiirdir.
       Ben, diyor Laurence Stern, ne zaman bir kötülük yapmışsam bu mutlaka bir aşkla öbürünün arasındaki boşluğa denk gelmiştir. Bu anlarda yüreği kilitlenir, fukaraya üç kuruş verecek kadar bile iyilik bulamaz içinde. Bu da bir şiirdir. Şiir bu boşlukları doldurur. Yeniden aşka, yeniden merhamete, iyiliğe çağırır insanı. Boyutlarını, imkânlarını keşfeder yeniden. Bizim vicdan dediğimiz de insanın imkânlarını keşfedip derinleşmekten başka şey değildir aslında. Dans demişken bazı Afrika yerlileri köye yeni bir öğretmen geldiğinde önce dans testinden geçirirlermiş onu. Eğer halkın dansını becerebilirse öğretmen olarak kabul ederlermiş. Bu tabii bugün bildiğimiz anlamda bir beden teşhiri ya da eğlence dansı değil. Tüm bildiklerimiz kitabî olduğu için bunu ne kadar anlayabiliriz, bilemiyorum. Tabiatın ve halkın ritmini yakalama becerisidir aslolan. Eylem halidir. Dil, eğitim peşinden gelir. Yerlilik bilinci olmayan bir öğretmenin çocuklarına da vereceği bir şey olmadığının derin ve hikmetli bilincidir. Halkın derin bilgeliğidir. Mevlana’nın Konya’ya geldiğinde şiiri hiç sevmediğini Köprülü’den öğreniyoruz. Ama muhitin icapları onu şiire mecbur etmiştir. Geldiği yer olan Harizm’de şairlik utanç duyulacak bir uğraştır çünkü. Vallahi ben şiirden bîzârım, der; benim yanımda şiirden fena bir şey yok. Ona göre bulunduğu vilayetin tabiatına uygun bir şekilde yaşamaktır aslolan. Hak Teâlâ böyle istedi, ben ne yapabilirim, diyerek şiire yönelir. Bu da aslında az önce söylediğim dans testinden başka bir şey değildir. Mevlana ilmi ve feraseti sayesinde geçmiştir bu testi. İyi ki de geçmiştir. Köprülü, Yunus’un kıymetini anlamayan tezkire yazarlarının Anadolu’nun ve İstanbul’un yoksul mahallelerinde, Yemen illerinde Veyse’l Karani nidalarının neden yankılandığını da anlayamadıklarını söyler. Neden Yunus? Neden yoksullar? Neden şiir? Cevabı özetleyecek olursam şiir anlaşılma değil arama şiiridir. Doğru cevabı değil doğru soruyu arama işi. İbrahim Edhem, doğru soruyu bir ceylanın ağzından duymuştur mesela. Doğru yerde aradığı için bulmuştur. Her insan teki, onu hakikate ve kendine yaklaştıracak soruyu aramakla mükelleftir.
       Fatma Şengil Süzer: Şair hafızasını fil hafızasına benzetmişimdir, sürekli hatırlar (ki bu “hatırda tutma” eyleminin bir nimet olduğu kadar “bela” olduğu da açıktır) ve listeler tutar. Sizin listeleriniz var. “Okuma” listesi, “alışveriş” listesi, “eşya” listesi… Tatlı listeleriniz, söz “eşya”ya geldiğinde acılaşıyor. “Evlerde bunca eşya/ Tanrım,/ kalbime saldığın çıkrık/ orda bir şey bulmasın senden başka.” diyorsunuz. Belki kekremsi bir tat demeli. “Alacağın olsun dünya” da diyorsunuz bir yerde. Eşyayla, dünyayla alıp veremediğiniz nedir, “ko dönsün!” demek geçmiyor mu içinizden?
       Atakan Yavuz: Doğrusunu isterseniz liste yapmak bir çaresizlik işaretidir. Neyin çaresizliği? Derseniz, bir büyüklük karşısında duyulan korku ve çaresizlik anının, derim. Ya da dünyanın bizde sonra da dönmeye devam edeceğini bilmekten gelen hüznün. İnsan belki de bu yüzden şiire başlar. Bir büyüklük ya da güzellik karşısında kendini çaresiz ve savunmasız hisseder. Ne kadar güzelsin, der. Ama utanır bu taltifin yetersizliğinden. Sonra güzelliğin ayrıntılı tarifine yani liste yapmaya girişir. Bu belki de çırpınma ve batma anıdır. Üçüncü aşamada ise okları kendine çevirir ve çaresizliğini tasvir etmeye başlar. Bu çaresizliğin bize bir hediyesi gazellerdir. Okuma listesi, mesela. Kütüphaneye hapsolmamak için bir uyarı listesidir aynı zamanda. Sokağa çık, hayata karış uyarısı. Bebeklerin yumuk elleri, kuş sarayları, maden ocakları da okunmalıdır. Kuş sarayları müthiş bir inceliktir. Bir medeniyet inceliği. Camdan gözyaşı damlaları da öyle. Kütüphanedeki kırılgan bilgileri doğrulamanın başka yolu yok çünkü. Buradan bakarsak şimdi yaptığımız listelerin ne kadar yoksul kaldığını görürüz… Sonra alış-veriş listesi. Bu da bir çaresizlik anıdır: Ben burada bir yabancıyım işte. Yurdum çok uzakta. Aradıklarımı neden market raflarıyla, AVM’lerin labirent benzeri basık koridorlarıyla sınırlıyorsun ey dünya! Ben yıldız tozu da isterim, yaşamak için bahaneler de. Sonra kuzgunkılıcı, dünya denilen bu garip diyara dayanabilmek için delil isterim. Hatalarım için hafifletici sebepler, onları aşabilmek için eylem ve irade gücü de… Tat kekreleşiyor çünkü ne zaman makul bir şeyler isteyecek olsam kalp mahzunlaşıyor. Ortak bir dil bulamadığımı biliyorum. Bende frekans bozan, hafızamdan gelen binlerce ses var. Yer sofraları var mesela, halamın İstanbul’a gelirken verdiği bir demet kuru üzerlik, annemin duaları ve bilumum incelikler. Ekinlerin hışırtısı, Çerkez düğünlerinde uzun tahtalara vurulan sopaların ritmi... Bunlar işte şiir olup şehrin ritmine karşı yürüyor. Belki de çözüm karşı ya da alternatif listeler yapmaktır. Neyi istediğimizin yanında neyi istemediğimizin çetelesini tutmalıyız belki. Olduğumuz şeyden biz sorumluyuz çünkü. Bizi yapan ise seçtiklerimiz. Bari diyorum, evimize kerhen, modern dünyanın dayatmasıyla giren eşya gönlümüze girmesin. Bari orası, o harim-i ismet boş kalsın. Oraya ağyar girmesin. Hele farklı bir uygarlığın yalnızlık, vesvese, tedirginlik ve karamsarlık üreten eşyaları hiç girmesin. Bilincin yara aldığı nokta da burası. Aslında biliyor musunuz hepimiz ağır yaralıyız. Akşam eve ağır yaralı dönüyoruz. Nurettin Topçu’nun ahlâk yarası, dediği türden yaralarla. Dünyayı ve eşyayı hafif ve değersiz gösteren de işte o yaraların ağır olması. Bu yüzden alacağın olsun dünya, diyoruz. Eşya, fikri dışarı doğru iterek yer açıyor kendine. Eşya çoğaldıkça fikir azalıyor, insan azalıyor.
       Ben hayatımıza giren eşyaların, belki şairce bir abartmayla, o kadar da masum olmadıklarını düşünürüm. Ko, dönsün demeyi içime sindiremem. O yüzden hiç olmazsa eleştirel bir mesafe koymak isterim. Hicap da denilebilir buna. Eskiden eşyanın üzerine konulan dantela, eleştirel bir mesafe idi. Hicap idi. Her eşya aynı zamanda bir hayat tarzı ve devamında düşünme şekli de dayatır. Az önce de söyledim. Matbaa özel kütüphaneleri, özel kütüphaneler seçkinciliği üretir. Tıpkı badem çiçeklerinin vakar ve fanilik duygusunu, kuş saraylarının inceliği telkin etmesi gibi. Köşe minderine yaslanıp düşündüğünüz şiirle, kanepeye uzanıp düşündüğünüz aynı olmayacaktır. IKEA koltuğunu saymıyorum bile.
       Yine de dünya denilen bu bozgun diyarında güzel günlerim geçti. Yenilgisinin bile güzel olduğu günler. Aşklarıyla, kitaplarıyla, şiirleriyle, gelincik tarlası, yıldızlı gökleri, dostlukları, orta kahveleriyle. O bana borcunu böyle ödedi. Ben de şiir yazarak. Payıma şiir denilen bu “sihay sitâre” düşmüştü çünkü. Yine de alacağın olsun dünya.
       Fatma Şengil Süzer: Şair, ne görür de söyler? Şair haber veren, şiir haber midir?
       Atakan Yavuz: Şiir haberdir, evet. Hem de haber değeri taşıyan tek haberdir. Mevcut medya çünkü bize haber vermez. Haber alma özgürlüğümüzü kısıtlar. Az önce bahsettiğiniz algı kapılarını kapatır. Dünyaya, hayata karşı ilgi görüntüsü altında ilgisizlik üretir. Bilgimizi artırmak yerine ilgimizi azaltır. Televizyon bencillik ve edilgenlik üreten bir bahane fabrikası gibi çalışır. Şair görmekten ziyade duyurur bence. Duyumsatır, hissettirir. Televizyon bize özel önemli olduğumuzu söyler oysa fani ve sıradanız hepimiz. Ben televizyonu hep Lethe ırmağına benzetmişimdir. Lethe gecenin torunudur. Suyundan içenler, ama özellikle ölçüyü kaçıranlar, geçmişlerini unuturlar. Küçük ölüm dediğimiz uykunun bahçesine girmeden önce acıları unutmak için bir tas içilir ondan. Mağaradakilerin hakikatin ateşini bir kenara bırakıp gölgeler âlemini seyretmesi gibi. Oysa şiir tam arkada yer alan hakikatten, hayattan gerçek haberler getirir. Duy tabiatta sen de ilâh olduğunu derken Yahya Kemal bunu kastediyordu belki. “Anlatma, göster” çağında bunu nasıl duyacak insan? Daha alakasız görünen ama cevabı anlaşılabilir olan bir soru sorayım. Biz ne zaman üşürüz? Niye üşürüz? Kışın bile her sabah ırmakta yıkanan Winnebago yerlisi üşümediği halde biz sıcak evlerimizde niye üşürüz? Çünkü üşümenin bilgisi iklimden bağımsız ama kültüre bağımlıdır. Biz, hava soğuk olduğu için değil elektrikli soba üreticileri öyle istiyor diye üşürüz. Bu talep ise televizyon ile gelir. En azından çağımızda üşümenin çözümü ısıtıcıyı açmak değil, televizyonu kapatmaktır. Düşünmektir ya da. Düşünmeye başlamak, aynı zamanda şiire başlamaktır.  Sorunuzun fizik boyutu, bence hallolmuş oldu. Bizi ısıtacak olan karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak, radyoyu açmak, okumak gibi şeylerdir. Denge böyle sağlanır. Bütün bunlar da başköşeyi tutanın tahtını tehdit ettiği için ‘soğuk’ karşılanır. Biz zannediyoruz ki Divan Edebiyatı ağdalı dili sebebiyle okunmuyor. Oysa sadeleştirilmiş olanları da okunmuyor. Dilleri değil seçtiğimiz hayat tarzıdır onları okunmaz kılan. Görüntünün görevi göstermek değil anlamı değersiz hale getirmektir aslında. Olumsuz etkilerinden kurtulmanın tek yolu bir mitoloji kahramanı gibi ona doğrudan değil bir ayna tutarak, yani eleştirel mesafeden bakmaktır. Neil Postman’ın Televizyon, Öldüren Eğlence kitabını tutabiliriz mesela. Ardından bir şiir kitabı ya da roman. Zarifoğlu’nun Yaşamak’ından başlayabiliriz.
       Fatma Şengil Süzer: Başarısız mistik. Nurettin Topçu’nun ‘İsyan Ahlakı’ kitabında şairi ‘başarısız mistik’ olarak tanımlamasından hareketle yazdıklarınız. Bu, dehşetli bir tanım: Şairlik ve başarısızlık. Başarısız olunan halin büyüklüğü, şair sıfatını yine de tertemiz, pırıl pırıl yapıyor. Albenisi muhteşem. “Son eşikten susmasını, sır tutmasını bilenleri geçirecekler.” diyorsunuz. ‘Son eşik’e kadar varabilen şair, niçin döner?
       Atakan Yavuz: Aslında dönmez, geri gönderilir. Yeni bir şiir için. Daha korkunç bir şey daha var. O da kötü şair olmak. Bunu da Cioran’ın “Şiir adına lâyık bir şiir kader tecrübesiyle başlar. Yalnız kötü şairler özgürdür,” sözünden hareketle söyleyebiliriz. Kötü şair olmak kötü şiir yazmak değil, özgür olduğunu sanmaktır. Çağımızın neredeyse fetiş kelimesi olan özgürlük şairde neden iyi durmaz acaba? Kafka’dan öğrendiğimiz kadarıyla Dasein, hem var olmak hem de bağlanmak anlamına gelir. Bağlanmadan özgür olmak nafile bir çabadan öteye gitmez. Bu bir sırra da bağlanmaktır aynı zamanda. Bağlandıktan sonra ise o dehşetengiz yolculuk başlar. Başarıya tapınılan modern çağlarda şair, başarısızlığa taliptir aslında. Bizim büyük, dediğimiz şairler başarısızlığın zirvesi olan şairlerdir. Şairin işi kelimelerledir, ama son geçitten susarak, kelimesiz, şiirsiz yani şair sıfatını bırakarak geçmek gerekir. Son eşikte ona sen derviş olmazsın, denir. Sisifos gibi yeniden kelimeden yapılmış taşları sırtlanarak geri döner. Çünkü bilmeden divaneliğe talip olmuştur. Oysa Hallac gibi âkil olmayı istemeliydi. Dersini omzuna alıp geçebilir ama şairlik sıfatı onun derisindedir. Son eşikten divanelik kisvesi altında başarısızlığa talip olduğu için geçemez.
       Şair de yolunu pervane gibi güneşe göre ayarlar. Ama lambaya, fenere, meşaleye göre değil. Güneş ya da ay gibi daha büyük hareket noktaları vardır onların. Yapay ve küçük ışık kaynakları yolundan çıkarır pervaneyi. Kafası karışmış bir şekilde dönüp durur. Sarhoşça dans eder. Şiir güneş değil, lambadır sadece. Her ne kadar yapay olan lambanın etrafında dönse de güneşin şiirini söylemektedir işte. Yine de o eşikten şair gibi güneşin imgesini öven divaneler değil, Hallaç gibi, Seyyid Nesimi gibi güneşe talip olan akiller geçebilir.
       Fatma Şengil Süzer: Ve son soru, size şiir nasıl gelir? C.Karal bir şiirinde; şiirin, kendisine ‘kelimenin içinde’ geldiğini söylüyor. Size de öyle mi geliyor? Yani, tek bir kelime, içinde bütün bir şiiri mi getiriyor size? Yoksa bir ‘suret’ mi? Tablo gibi bir görüntü, ‘tek bir an’da çekilmiş bir fotoğraf karesi? Akışkan, birbirine geçmiş suretler toplamı? Tek kelime değil, üst üste yığılmış kelimeler kümesi? Nasıl?
       Atakan Yavuz: Önce içinde hakikati barındıran ironik bir cevap vereyim: Arada sırada ve nazlanarak gelir. Şiir, aslında hep oradadır. Sizin onu görmenizi bekler. Onu göreceğiniz ruh kıvamına gelindiğinde çiğdem gibi başını uzatıverir. Ben genelde son dizeyi bulurum önce. Bitişin şaşırtıcı, çarpıcı olmasını isterim. Max Jacob’un buluş dediği, keşiflerdir şiiri getiren. Dilin sınırlarını genişletme potansiyeli sadece şiire mahsus bir özelliktir. Şiirdeki her buluş, buna imge de diyebilirsiniz, dile başka topraklar açar. Dil, genişler, düşünce ve hayat genişler.
       Soruya işini çok seven, uluslar arası başarıları olan bir foto-muhabiri –Erhan Sevenler- üzerinden de cevap vermek isterim. Erhan Sevenler, Başbakan’ın attan düşme fotoğrafını çeken, Libya lideri Kaddafi’nin son fotoğrafını çeken bir fotoğraf sanatçısı. O, fotoğraftan bahsederken ister istemez herkes kulak kesilir. İşte, deriz burada işini çok seven bir adam var. Onun genç gazetecilere bir tavsiyesi vardır. Fotoğraf makineniz daima açık olsun, der. Şair olsaydı kalbiniz sürekli açık olsun derdi herhalde. Kalple zihin arasındaki o dehliz aydınlık ve temiz olsun, derdi. Sadece hayret makamını yakalayacak bir hayat tarzını tercih etmek şiire yaklaştırabilir insanı. Kalp hazır olduğunda dize bazen bir sohbetten, bazen bir romandan ya da şiirden, filmden çıkıp gelir. Başköşeye oturur. Yaşadığımız hayat şiire hazırlıklı olmaya ne kadar müsaade ediyor? Ya da bu lükse sahip kaç şair var? Şiir yazmamızı köstekleyen sebeplerle insan kalmamızı engelleyen sebepler aynıdır aslında. Bu yüzden benim için şiir yazmakla insan kalmak aynıdır. İnsan, sevdiği işi yaparak insan kalabilir. Var olmak düşünmek ve hareket etmektir, diyor ya Nurettin Topçu; sevmek de insan kalmaktır. Sevmek bir tamamlanma, bütünleşme arzusudur. Neyle bütünleşme? Kalbimizde bizden önce yürümüş olan sonsuzlukla….

Dergah Dergisi, Fatma Şengil Süzer

Şiirlerinden Seçmeler:

ALIŞVERİŞ LİSTESİ

Korsan yürüyüşlerden biraz cesaret getir eve gelirken
Ovalanmış kelimeler, Tarkovski’den bir sahne
Geceyi bekle bir tutam yıldız tozu getir
Yaşamak için bin bir bahane

Ne ateş küreği ne de hafifletici sebepler
Değil otomobil ıslığı çekül ve pazen değil
İlkyazın verdiği bütün ekleri al
Dayanmak için sayısız delil

Biliyorum zor olacak tüm bunları taşımak
Kuzgunkılıcı direnecek, naz edecek reçine
Elimden gelmiyor diğer türlü yaşamak
Tanrı başka sözler koymuş benim içime

BİTİŞİK NİZAM

odalarda bunca eşya
tanrım nasıl da yoruyorlar evleri
yer kalmadı oturup göz göze gelmeye
hatta yalnızlığı bile
sözgelimi sandalyenin arkasında yorgun bir ova
tozdan yapılmış biblolar
yüz yıldır bakıyorlar oraya

sırtımı deliyor bir alçı kedinin köşeli gözleri
oradan süzüle küçüle bir fil kafilesi
iniyor konsolun üzerindeki tahta dağlara
beni bir kireç kuyusundan baş aşağı sarkıtarak
iniyor uzun geçmişime terli bir mızrak

evlerde bunca eşya
tanrım
kalbime saldığın çıkrık
orda bir şey bulmasın senden başka

MERZİFONDA GÜN BATARKEN

Alıcın dibinde uyandım
dedim bak, serçeler hala buralı. 

Tas tas gömdüm başımı kurnalara
peşkirle günahını aldım yüzümdeki kuşların.

Tohumun gerinmesi kuşkusuz benden yana
yeni gelinlerin yağmur sevinci
vaktin güz ilavesini çıkaran çınar
merzifonda gün batarken
           başkent değiştiren faytonlar.

Benim vaktini su terazileriyle künklerle yükseldi
benim vaktini mendil kadar
bunu bilmez iş çıkışı beni yeryüzüne bırakan pars
hata günlüğümü tutan cırcır böceği
bilmez her taşın içinde ayrı bir dua olduğunu
çocukların deri değiştirirken okuduğu

Her yere geç kalırım
beni la fa tutar ardıç kuşları,
           park heykelleri, şu yaşlı müezzin
dillerim göverir gökyüzünü övmekten
ısırgan otu benden başlar dünyayı sevmeye.

Kimseyi karşılamam sevinç çığlıklarıyla
yağmuru bile;

benim ustam alıç gölgeleridir sadece.

     Üç Nokta, Sayı: 6

SABAN BULANTISI

Önce ayaklarımı çıkarıyorum uykudan
bir piyanoyla kutlu ayaklarımı
ağzımı giyiniyorum sonra, yani yaşamaktaki
sesimi, parmak uçlarımı
sözünü kesiyorum geveze bir çağlayanın
ki gök ağdıramıyor benim maviliğimi
yani kirli ayaklarda bir piyanoyu çalmanın

Kuşlar,
büyüyen karnını okşuyorlar sabahın
ne tuhaf herkesin bir kucak odunu
alıp koşması kendi yangınına
bir de hiç unutmuyorum
şu bütün tersanelerine girilmiş kadını

O hep serinlik çıkınca giderdi sesini çapalar
Otların dükkan açtığı yere kadar
gider morluklar, bağırtılar katardı sesine.

Kuşlar,
hınzır bir ıslığı döküyorlar koynuma
ve işte etiketler havlamaya başladı camlarda
çalar saat adama ateş ediyor
uyanınca
ben de ikibüklüm herkes gibi
şehre doğru sürüklüyorum
kendi cesedimi

Örneğin şu sokak
fazladan bir intihar saçlarımda
belki bu yüzden her şeyin sebepsiz uzaması
bilmiyorum
ey durmadan borçlu çıktığım güzel gözlü çocuk
hâlâ kalabalık mı gözlerinin çarşısı

Uç, Sayı: 6 / 2000

VARKEN

Sen varken bütün çiçekler kekeme
ve harabe bütün şehirler
sen varken kuşlara misafirliğe gidiyor ellerim
nergis bile gönül koyuyor sulara.

Sen varken karadan giderek uzaklaşıyorum
seren direkleri koyuyorum antenlerin yerine
akla karşı savunuyorum kendimi, bankalara, karanlık adamlara
sıvasız evlerde merhamet oluyor adın
okuma gözlüğü yaşlılarda.

Bileyiciler kıvılcım satmıyor bana sen varken
keçeciler sessizlik
suların göğsü birden genişliyor,
benden fotoğraf alamıyor iskelelerin tanrısı.

Sen varken güllerin tekeli birden kırılıyor
eli havada kalıyor mevsime kılıç çeken ne varsa
uslu bir dere oluyor boynunda kumruların
benimle kanat değiştiriyor sen varken sarı asma.

Sen varken bana yalnızlık bulaştıramıyor devler
keşiş dağını gösteriyorum padişaha,
diyorum buralar hep senin olsun
işe yaramaz olan ne varsa ver bana
tan yerleri, yenilgiler, eğnik, mor süsen.

Kişi yoksul mu olurmuş
Sen varken.

YORGUNLUK

İş/te bunlara dayanırım yaşamaktan yorulunca
Güllerin hafifliğine ki benim omzumda bu yüktür
Işığa dayanırım; yoksulların muhbirine
Kim koymuşsa yorgun kuşlar için bu alçacık dalları, ona.

İş/te bunlara dayanırım,
Kapıya yakınlığıma ve söğüdün gölgesine
İpe serilmiş çamaşırlar rüzgârda uçuşurken
Aralarında yürüyen gökyüzüne.

İş/te bu yorgunluğun kalbe

Issızlığın tarlalara verdiği ferahlık.

Hiç yorum yok: