İÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde okudu. 2013'te Ankara Vergi Dairesi Başkanlığı’nda çalışmaya başladı. Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü'nde Basın ve Enformasyon Uzmanı. İstanbul’da yaşıyor.
Şiir, yazı ve söyleşileri Barbar, Buzdokuz, Çini Kitap, Dergâh, Gerçek Hayat, Hayâl, Hece, İzdiham, Karagöz, Kırkayak, Kırklar, Merdiven Şiir, Mostar, Nihayet, Özgür Edebiyat, Uç, Üç Nokta, Varlık, Yasakmeyve gibi dergilerde yayımlandı. Gerçek Hayat dergisinde portre yazıları ve denemeler kaleme aldı, tercümeler yaptı.
Yapıtları: Şiir: *Kunduz Dersleri, Şule, İst.: 2002 *Bakış Talimi, Ebabil, Ank.: 2017 *Tanıyor Olabileceğin Şiirler, İzdiham, İst.: 2019.
Deneme: *Hata Günlüğü, İzdiham, İst.: 2014 *İyiler Asla Özür Dilemez, İzdiham, İst.: 2017 *Dünyanın Rengi, Dergâh, İst.: 2017.
Biyografi: *Görülmeyen Modern Cenap Şehabettin, Ebabil, Ank.: 2017
Kaynaklar: Dergâh Yayınları web sitesi, erişim tarihi: 18 Nisan 2022.
*18 Nisan 2022 tarihinde güncellendi.
Hakkında
Yazılan Yazılar:
/ “Şu tüfeği uzatsana”
Zaman zaman aklıma gelir, şairlerin şiir
üzerine söyledikleri. “Şair, ata koşumsuz binendir” der Atakan Yavuz. Şimdi
yıllar sonra onun ikinci şiir kitabı elimizde: Bakış Talimi. Şiirler yükünü
doğrudan hayattan alıyor. Aşktan başka giyecek temiz gömleği kalmamış bir
şairin yer yer geçmişe göndermelerde bulunarak, isyan duygusunu diri tutarak
kaleme aldığı rafine şiirler eşlik ediyor bizlere. Rafine, evet; eşyaya ve
olaylara yönelen inceltilmiş bir bakış, bu incelik içinde insanı ve şimdiki
zamanı modern dünyanın araçlarına karşı kuşatmaya doğrulmuş bir duyarlılık.
Şiirlerin başat özelliğinden biri mısraların, sesten ödün vermeden farklı anlam
katmanlarına doğru açık tutulmuş olması. Bu açıklık, gündelik hayat içinde,
kendi varoluşuyla ilgili soruları eğip bükenleri içeriden yakalıyor. Şiirler,
okuyanın içinde yazılmayı sürdürüyor böylece. Bir uçurum kıyısından geriye
dönerek insanın o eski yerinde olup olmadığını araştıran dizelerin yoğunluğu,
geç kaldığımız yahut örselediğimiz duyguları açığa çıkartıyor. Bu bakımdan
Bakış Talimi, yeryüzünde tedirginliği, melâli ve yenilgiyi yanından ayırmayan
insanın kendi şahsi tarihiyle yüzleşmesinin kitabı olarak da okunuyor.
Atakan Yavuz’un şiiriyle dünyanın
karşılaştığı yerde, söz sahibinde şu çarpıcı dizelerin tortusu birikiyor: “Ben
şair. Vaktin oğlu/ Dünyayı bir kez tattım, dilim hâlâ sargıda”. Bu dizelerde
“dil”in (konuşma, tat alma aracı ve “gönül”) yüklendiği anlamlar şaşırtıcıdır.
Gerek doğu şiirini gerekse batı şiirini yakından bilen ve bu şiir birikimlerinin
temelde insanın dünya karşısında kurduğu soruların ürpertileri üzerine
çatıldığını bize hissettiren bir şair. Böylece kendine hem içeriden hem de
dışarıdan bakabilmenin araçlarına da sahip çıkıyor; sözün hangi mekânda
kurulduğunu, mekânın özelliklerini de taşıyarak, şiir duyuruyor bizlere.
Sözcüklerin, gündelik dili perdelemeyen
bir açıklık içinde diz(g)eleşmesi çoğu zaman bu yalınlıktan kaynaklanan
-baktıkça kendi yüzümüzü, ömrümüzü görebileceğimiz- bir derinliği de
beraberinde getiriyor. Şu ilk dize bize Cemal Süreya’yı anımsatıyor, fakat ince
bir ustalıkla, hafif bir dokunuşla bambaşka bir eşiğe bizi çıkartmakta
gecikmiyor: “Sevgilim hayat kısa/ kemanlar ondan kısa/ aklında asılı kalmış/ şu
tüfeği uzatsana”. İroni, anlatılmak isteneni örselemeden, dizelerden taşmadan
usulca söze ekleniyor. Şiirlerin hemen hepsinin son dizeleri bizleri bir
yalnızlığın, dünyada bulunmuş olmaktan tüten kederin kıyısına bırakıyor.
Hepimizin toplandığı avlu
Atakan Yavuz, bir şairin asli
görevlerinden olan hatırlatmayı unutmuyor; bize hatırlatıyor iş çıkışı bizi
yeryüzüne bırakan parsın gözlerini, ücra bir sıkıntıya atandığımız vakitleri,
ağzımızda yenilginin tadıyla girdiğimiz odaları, sandalyemizin arkasında uzayıp
duran yersiz yurtsuzluğumuzu, Merzifon’u; “evlerin içi tuzaklarla doludur”
diyen Sami’yi; bizde kesik kesik yürüyen zamanı hatırlatıyor. ‘Ben’ diyor ve ‘ben’in
dar, karanlık sokaklarından geçerek hepimizin toplandığı bir avluya doğru
konuşuyor. Ben’in tekil duruşu üzerinden alınan her söz topluma doğru akıyor.
Ben, toplumun bir kesiti gibi hepimizi, hepimizde birikmiş olan dünya yükünü
sırtlanıyor. Bize yeniden kendi yazgımızı gözden geçireceğimiz bir alan açıyor
Bakış Talimi. Sadece yazılacak olana dair işaretler düşürmüyor; önünden geçip
gittiğimiz, durup okuyamadığımız nice şeyi de dikkatimize sunuyor. Usul usul,
öğretmeden, ders vermeden, duyurarak yapıyor bunları. Gözün duyduklarını sese
devrederek. Okundukça yeniden yazılan güzel bir kitap kalıyor bizde. Şairin
“Okuma Listesi”nde neler mi var? “Bebeklerin yumuk elleri ve mayıs gökleri/ kuş
sarayları, kurşun kubbeler/ ve maden ocakları, bağrı yanık sokak…/ O kadar çok
şey var ki okunacak.”
Radikal Kitap, Şeref
Bilsel
/ “Çalışkanlığın ve direncin şiiri
Çalışarak yazılan şiirler yazıyor Atakan
Yavuz. Az şiir yayımlaması da bunun bir kanıtı. Bunu iyi anlamda söylüyorum.
Çünkü bazı şairlerin tek oturuşta şiir yazıp şiirler üzerinde operasyon
yapmadan okurun önüne sunduğunu biliyoruz. Tabiidir ki şiir üzerinde çalışmak
bazı olumsuzluklara neden olabilir. Yapaylılık, bütünsüzlük gibi. Lakin Atakan
Yavuz''un şiirlerine baktığımızda, şairin, şiir çalışmanın olumsuzluklarından
çok az etkilendiği anlaşılıyor.
Kitap üç bölümden oluşuyor. İçindekiler,
Bakış Talimi, The Poet Acts. İçindekiler bölümünde sadece Sebeb-i Telif isimli
bir şiir var. Burada şairin bir zekâ oyunu yaptığını rahatlıkla görebiliyoruz.
Sebeb-i Telif bilindiği üzere İsmet Özel''in de bir şiiri. Şimdi ben şairin
dilinde İsmet Özel''den esintiler olduğunu söylediğimde kesinlikle bunu bu şiir
isminden çıkarım yaparak söylemiş olmayacağım. Bütün şiirlerde olmasa bile
birçok şiirde bunu kanıtlayacak emareler gösterilebilir. Kirli çakı, Şahsuvar,
Arayüz vesaire vesaire…
DİRENEN
ŞİİR
Atakan Yavuz; direnen, savaşan, savaşan
ama yenilmeyen, ayakta kalan bir şiir yazıyor. Tüm sıkıntılara rağmen evine
dönünce dimdik duran bir baba gibi. Bir yerde şöyle diyor şair: '''Kişi yoksul
mu olurmuş / Sen varken.''' Tabi bu ayakta kalma Müslüman bir duruşa sahip.
Yenilgiyi bile kazanmak olarak kabul eden bir duruşa. Şuna bakalım: '''yenilmek
de güzeldir. yenilmek: boş bir sandal gibi duymak mehtabı / böyle böyle geçecek
ağzında büyümenin buruk tadı''' Bu alıntıladığımız şiir Boyama Kitabı adlı
şiirden…
Müslüman duruş dediğim zaman kitapta
aklıma en çok kazınan şu dizeleri söylemeden de edemeyeceğim: '''Tanrım /
kalbime saldığın çıkrık / orda bir şey bulmasın senden başka.''' Gerçekten
insanın içine işleyen, poetik hayal gücüne asılıp kalan bir bölüm.
2000
kuşağından bir şair olarak Atakan Yavuz''un gelenekle modernliği aynı potada
erittiğini ve homojen bir yapıt ortaya koyduğunu hemen belirtelim. Kullandığı
kelimeler bazen eski / eskimiş bazen de olabildiğine modern ve yeni. Tersten
başlayıp şairin modern şiir anlayışı üzerine bazı tespitler yapalım.
GÜNDELİK
DİLİN İMKANLARI
Bilindiği üzere modern şiir daha çok
buluş üzerinden dönüyor. Bunu 90 ve 2000 kuşağı şairlerine bakarak rahat bir
şekilde söyleyebiliriz. Atakan Yavuz bu noktada sanırım fazla ileri gitmeyen,
dengeli bir adım atmış. Günlük hayatın içinden bazı deyimleri şiirinin içine
yedirmiş ancak bunu eşik değerini aşmadan yapmış. Birkaç örnek verelim.
'''Günün ilk saatlerini ekliyorum sık kullanılanlara''', '''Ey dünya / Ne giysen
yakışıyor sana''', '''Ne ateş küreği al ne hafifletici sebepler''' İşte günlük
ve güncel deyimleri bu şekilde kullanmış şair. Bunları 2000 kuşağının diğer
şairlerinde bolca görmek mümkün. Daha iyi olanlarını ve daha kötü olanlarını.
Ben kendi adıma bu tür buluş ve benzetmelerden sıkılmış biri olmama rağmen
kitaptaki şiirlerin genel işleyişi ve gidişatında, bunları görmekten pek de
rahatsız olmadım doğrusunu söylemek gerekirse.
Gelenek dediğimizde ise ilk önce bazı
şiirlerin başında yer alan divan edebiyatı şiirlerinden alıntılanmış dizeler
gözümüze çarpıyor. Daha sonra kelime olarak sıkça olmasa da makul düzeyde
kullanılan aşk kelimesi ve buna benzer miladını doldurmuş birkaç kelime daha.
Benim düşüncem şudur ki eski / eskimiş kelimelerin şiirimizin yazıldığı şu
dönemde kullanılması sıkıntılı olmasa bile sıkıntı yaratan durumlara yol
açabiliyor. Onun için bu tür kelimeleri bambaşka, daha önce kimsenin fark
etmediği bir atmosfer içinde yepyeni bir boyuta yuvalamak gerekir. Şairimizin
bu tür kelimeleri kullandığı yerlere bakıp bunun üzerinden birkaç şey söylemek
daha açıklayıcı olacak diye ümit ediyorum.
DENGENİN ŞİİRİ
'''Hiç temiz gömleğim kalmamış / aşktan
başka giyecek''', '''kalırsam ay eskiyecek / bir bir sönecek hırkamdaki güller'''
Görüldüğü üzere kulağa hoş gelen ama klasik tarzda oluşturulan benzetmeler var
önümüzde. Dediğimiz gibi bu çeşit örnekleri çoğaltmak da zorlanıyoruz. Şiir
işinin denge olduğunu belirtelim. Dengesizlik ve aşırılık olduğunu da. Atakan
Yavuz şiiri ise denge''nin ürettiği ve desteklediği bir şiir. Bundan dolayı
kitabın farklı fonksiyonlarını göz önünde bulundurduğumuzda karşımızda başarılı
bir yapıt duruyor.
Bu yazıya son vermeden önce, Alışveriş
Listesi şiirinden bir bölüm aktarmak istiyorum. Bu bölüm hem şiirin anlattığı
durumu hem de şairin yaşama mücadelesini ikili düzlemde ele alabileceğimiz iki
dizeyi barındırıyor. '''elimden gelmiyor başka türlü yaşamak / Tanrı başka
sözler koymuş benim içime''' Şiirle uğraşmak, şairliğe kalkışmak biraz da böyledir
sanırım.
Yeni Şafak, Tevfik Emre Akın
Yazarla
Yapılan Söyleşiler:
J “HEPİMİZ AĞIR YARALIYIZ”
Fatma
Şengil Süzer: Ne mene bir şeydir okumak? Nereye varır insan okuyunca, varır mı?
Güzellik midir orası? Nasıl “okur” insan?
Atakan Yavuz: Hegel, bu yüzden Estetik
adlı kitabında en üste koymuş şiiri. Bir şeyin güzelliğini hakkıyla görmek,
savunmak için şiire varırız. Hem ihkak-ı hakkı hem de adaleti mümkün kılan,
şiirdir. Nereye varır insan okuyunca? İki uç nokta var aslında. Birincisi Elias
Canetti’nin Körleşme romanında anlattığı Profesör Kien, yani dünyasız, hayatsız
bir kafa. Hayatta kitaplardan başka hiçbir şeye değer vermediği için gittikçe
taşlaşan bir insan olmak. Sessiz, takıntılı, pencere sevmez, çocuklardan
hoşlanmaz, ölü uygarlıklara hayran bir insan olmak. Kitap tutkusu içten içe bir
seçkincilik duygusu üretir. Hümanizmin bilgisi de Avrupa merkezli olmasından
ziyade kütüphane ve ansiklopedi kaynaklı olduğu için tek tek insanları sevmeyi
imkânsız hale getirir bu yüzden. Hümanizm bunun için adaleti sekteye uğratır.
Ne acı ki evrensel dediğimiz hukuk sistemleri hümanisttir. Kemal Tahir’in
baktığı yer daha doğru aslında: Herkesi seversek ahlaklı olanlara haksızlık
yapmış oluruz. Profesör Kien’e dönecek olursak, dünyaya ayak bastığında o
küçümsediği insanların arasında savunmasız bir şekilde helâk olur. Dünyasız
kafa hükmünü yitirir kafasız dünyaların arasında. Hayatta tek gayesi olan
kitaplar dışında hiçbir şey, insan, aşk, çiçek görmek istemeyen Kien, kitapları
da göremeyecek hale gelir sonuçta. İkincisi Yunus Emre’nin önerdiği okuma
modelidir: İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsen,
ya nice okumaktır. Yunus Emre kelimeyi nihai amaç olarak değil insanın kendini
bilmesinin bir vasıtası olarak görür. Kendini bilmeyeceksen okumanın da faydası
olmaz. Ve devam eder Yunus: Çün okudun bilmedin, ha bir kuru emektir.
Okuduklarımız bizi varlığın değil hiçliğin kıyısına getirdiğinde vaktimizi,
emeğimizi, kendimizi zayi ettiğimizi anlarız. İnsanın okuyarak nereye
varacağına tam olarak kendisi de karar veremez. Bazen okuduklarımız bizi ense
kökümüzden kavrayıp pek çok karanlık dehlizlerden geçirir ve bir aydınlığın
önüne koyuverir ya da uçurumun. Gazali’nin memleketine dönerken haydutlarla
karşılaşmasını hatırlayın. Haydutlar Gazali’nin üzerini ararken içinde önemli
bilgiler olan defterlerinin olduğu bohçaya gelir sıra. Gazali, bunlar sizin
işinize yaramaz, der. Bunları alırsanız tüm tahsil hayatım zayi olur, der.
Gazali belki de en önemli dersi bir haydudun cevabından alır. Aklımda kaldığı
kadarıyla şöyle der haydut: Yeri defter olan bilgi ilim değildir. Ondan sonra
belki de Gazali öğrendiklerini deftere değil kalbine yazmaya karar verir. Yeri
kalp olan bilgidir asıl bilgi. Kalp çünkü en doğrusunu bilir, renk seçimini en
doğru o yapar. Okumaktan gaye kişinin kendisini bilmesi, rengini, tonunu
bulmasıdır. Bir de doğru okumak bahsi var. Lichtenberg’in “Önemli olan kişinin
neye inandığı değil, inandığı şeyin onu ne yaptığıdır," sözü bağlamında
Mustafa Kutlu’nun Nur karakteri doğru okuduğu için doğru yere varmıştır. Çünkü
o daha çok sevmiştir. Tek fark budur aslında: Daha çok sevmek. Bunun ötesi bir
bozgundur. Neyi okuduğumuz değil okuduklarımızın bizi neye dönüştürdüğü, nereye
götürdüğüdür önemli olan. Biz Türkler için bir diğer okuma modeli de yeniden
okumaktır. Tanzimat’tan bu yana yazılan her şeyi yeniden, başka bir gözle,
psikolojik eşikleri aşıp yeniden okumalıyız belki de. Buna, Cioran’ın
“Gözyaşlarını bile,” sözünü ekleyerek hem de. Öncelikle gözyaşlarını yeniden
okumalıyız belki de. Bihruz Bey’in meşe ağacından mamul Avrupai kütüphanesine
yakıştıramadığı için bodrum katına gönderdiği kitapları kapaklarını elimizle
silerek mesela, yeniden ciltleyerek. Çünkü onlar yanlış ya da eski oldukları
için değil, entelektüel kanon öyle istediği için inmiştir aşağıya.
Hatırlayalım, Bihruz Bey âşık olduğu anda şiirsizliğini fark eder. Aşkının
sonsuzluğu karşısında elindeki sözlükler yetersiz kalmaktadır. Aşk acısından
değil kelime acısından kıvranırken –bunu kendisi fark etti mi bilmiyorum- bir
gün kalemde (iş yerinde) edebi bir sohbette Lügat-ı Osmaniye’nin yazarının bir
İngiliz olduğu kulağına çalınınca - entelektüel kanondan onay alınınca- kitabı
yeniden aramaya başlar. Aşktır insana kelimeler aratan. Dante bu yüzden
halkının diline dönmüş, dile olan borcunu da bir şah eserle ödemiştir. Büyük
kelimeleri büyük aşklar, imkânsız kelimeleri imkânsız aşklar aratır. Gerisi bir
bozgunu okumaktan başka nedir? İşte aşkı gördüğünde tanımak içindir şiir. Ama
ne yazık hakikatin kitapların dışında olması... Hakikat dışarıdadır. Metnin,
kelimelerin, kitapların dışında. O yüzden okuduktan sonra bizi sokağa, hayat
davet eden kitapları sevdim ben. Bir dize yazdım: okumayı söktüm göğe bakarak,
diye. Aslolan kıvrılarak batıya akan ırmakların vakarını, ekin biçen bir Apaçi
prensesinin devasız hüznünü, kerpiç evinin bir odasını dükkâna çeviren ama
paraları tanımayan Suriyeli Gürci Nine’nin yüz çizgilerindeki derin bilgeliği
okuyabilmektir. Bunu dünya görüşü olanlar okuyamaz. Dünya, sahip olanlara bir
görüş verir. Oysa şiirin bilgisi feragat etmenin bilgisidir aynı zamanda. Şiir
bir dünya görüşü değil âlem tasavvurudur. Rasyonalitenin açtığı değil şiirin
açtığı pencereden kaynağa doğru okursak aklın, dünyanın, aslında atları bir
yere bağlamak, sezgi yani ferasetin ise atları serbest bırakmak olduğunu
görürüz. Şiir kalbin atlarını o sonsuz boşluğa, altın bozkırlara doğru salma
eylemidir. Ama beyaz adamla tanışalı beri atlarımızın daha yorgun göründüğünü
biliyoruz. Renkleri solgun ve mahzunlar. Biz de öyle; daha beyaz ama daha az
özgürüz. Bunu edebiyatımızın modern bilgesi Ali Ayçil’de çok daha sarih bir
şekilde görüyoruz. Bir Dakota bilgesi gibi uzaktan ve samimi konuşurken maruz
kaldığımız niteliksizlik suikastının işaretlerini de veriyor Ayçil. Bir
hikâyesi var: Hakikatin Atları. Sur Kenti Hikâyeleri ile aynı bilgelik
damarından giriyor söze. Hayatın yara, şiir ve hikmet biriktiren
tümseklerinden, tehlikelerinden serüvenlerinden kaçarak güvenli bir hayatı
seçenlerin sadece hakikatten uzak değil aynı zamanda hayatsız da kalacağını
anlıyoruz orada. Sezginin atları serbest bıraktığı, aşkın, şiirin ve bilgeliğin
neşet ettiği pıtraklı vadi, altın bozkır işte orasıdır.
Fatma
Şengil Süzer: Şiir anlaşılmak mı ister, nedir, bir şair ne eyler şiiriyle?
Atakan Yavuz: Tabiat, atomlarına varana
kadar sürekli gerilim yani dans halindedir. Kızılderili için şarkı ya da şiir,
hayatı kutsayan ruhun soluğudur. Kızılderili bunun için önemli anlarda şarkı
söyleyerek dans eder. Kutsal soluğun ritmiyle aynı ritmi yakalamak için. O
ışıma anlarında hem geçmiş hem gelecek bir nur tablosu olarak önünde belirir.
Ben ağaçlardan çok şey öğrendim, diyor birisi. Bu bir şiirdir işte. Şiiri
bulduğunda, geç git der, dünyaya, ben burada duracağım. Konuşmasını bilen bu
bilge ağacın, bakmasını bilen suskun taşın, duymasını bilen ezgili ırmağın
yanında. Var olan her şey durmasını bilmelidir çünkü. Bir Dakota bilgesi şiir
gibi anlatır bunu. Der ki kuşlar yuva yapmak için, insanlar dinlenmek için
durur. Tanrı da öyle yapmıştır onlara göre. Mesela güneş, Tanrı’nın durduğu
yerlerden biridir. Ay, yıldızlar, ırmaklar da öyle. Kızılderili güzel bir yer
bulduğunda durur, dualar gönderir. Ne için? Cesaret, umut ve merhamet bulmak
için. En çok da Tanrı’nın durduğu yere ulaşmak için. İlk sorunun cevabını
burada vermiş oldum belki. İnsan güzel bir yer ya da şiir bulduğunda durmalı.
Çünkü oradan daha güzel, daha sonsuz biri geçmiştir daha önce. Onu tanıdığında
kendisi de güzelleşecektir. Estetik ilminin bizdeki karşılığı İlm-i Cemâldir bu
yüzden. Güzel olan her yer O’nun durduğu yerlerdir aslında. İnsan da bu
anlamsız koşuşturmaya ara verdiğinde bir sükûta ulaşır. Önünde bir boşluk
açılır. İşte orası şiirdir.
Ben, diyor Laurence Stern, ne zaman bir
kötülük yapmışsam bu mutlaka bir aşkla öbürünün arasındaki boşluğa denk
gelmiştir. Bu anlarda yüreği kilitlenir, fukaraya üç kuruş verecek kadar bile
iyilik bulamaz içinde. Bu da bir şiirdir. Şiir bu boşlukları doldurur. Yeniden
aşka, yeniden merhamete, iyiliğe çağırır insanı. Boyutlarını, imkânlarını
keşfeder yeniden. Bizim vicdan dediğimiz de insanın imkânlarını keşfedip
derinleşmekten başka şey değildir aslında. Dans demişken bazı Afrika yerlileri
köye yeni bir öğretmen geldiğinde önce dans testinden geçirirlermiş onu. Eğer
halkın dansını becerebilirse öğretmen olarak kabul ederlermiş. Bu tabii bugün
bildiğimiz anlamda bir beden teşhiri ya da eğlence dansı değil. Tüm
bildiklerimiz kitabî olduğu için bunu ne kadar anlayabiliriz, bilemiyorum.
Tabiatın ve halkın ritmini yakalama becerisidir aslolan. Eylem halidir. Dil,
eğitim peşinden gelir. Yerlilik bilinci olmayan bir öğretmenin çocuklarına da
vereceği bir şey olmadığının derin ve hikmetli bilincidir. Halkın derin
bilgeliğidir. Mevlana’nın Konya’ya geldiğinde şiiri hiç sevmediğini Köprülü’den
öğreniyoruz. Ama muhitin icapları onu şiire mecbur etmiştir. Geldiği yer olan
Harizm’de şairlik utanç duyulacak bir uğraştır çünkü. Vallahi ben şiirden bîzârım,
der; benim yanımda şiirden fena bir şey yok. Ona göre bulunduğu vilayetin
tabiatına uygun bir şekilde yaşamaktır aslolan. Hak Teâlâ böyle istedi, ben ne
yapabilirim, diyerek şiire yönelir. Bu da aslında az önce söylediğim dans
testinden başka bir şey değildir. Mevlana ilmi ve feraseti sayesinde geçmiştir
bu testi. İyi ki de geçmiştir. Köprülü, Yunus’un kıymetini anlamayan tezkire
yazarlarının Anadolu’nun ve İstanbul’un yoksul mahallelerinde, Yemen illerinde
Veyse’l Karani nidalarının neden yankılandığını da anlayamadıklarını söyler.
Neden Yunus? Neden yoksullar? Neden şiir? Cevabı özetleyecek olursam şiir
anlaşılma değil arama şiiridir. Doğru cevabı değil doğru soruyu arama işi.
İbrahim Edhem, doğru soruyu bir ceylanın ağzından duymuştur mesela. Doğru yerde
aradığı için bulmuştur. Her insan teki, onu hakikate ve kendine yaklaştıracak
soruyu aramakla mükelleftir.
Fatma Şengil Süzer: Şair hafızasını fil
hafızasına benzetmişimdir, sürekli hatırlar (ki bu “hatırda tutma” eyleminin
bir nimet olduğu kadar “bela” olduğu da açıktır) ve listeler tutar. Sizin
listeleriniz var. “Okuma” listesi, “alışveriş” listesi, “eşya” listesi… Tatlı
listeleriniz, söz “eşya”ya geldiğinde acılaşıyor. “Evlerde bunca eşya/ Tanrım,/
kalbime saldığın çıkrık/ orda bir şey bulmasın senden başka.” diyorsunuz. Belki
kekremsi bir tat demeli. “Alacağın olsun dünya” da diyorsunuz bir yerde.
Eşyayla, dünyayla alıp veremediğiniz nedir, “ko dönsün!” demek geçmiyor mu
içinizden?
Atakan Yavuz: Doğrusunu isterseniz liste
yapmak bir çaresizlik işaretidir. Neyin çaresizliği? Derseniz, bir büyüklük
karşısında duyulan korku ve çaresizlik anının, derim. Ya da dünyanın bizde
sonra da dönmeye devam edeceğini bilmekten gelen hüznün. İnsan belki de bu
yüzden şiire başlar. Bir büyüklük ya da güzellik karşısında kendini çaresiz ve
savunmasız hisseder. Ne kadar güzelsin, der. Ama utanır bu taltifin
yetersizliğinden. Sonra güzelliğin ayrıntılı tarifine yani liste yapmaya
girişir. Bu belki de çırpınma ve batma anıdır. Üçüncü aşamada ise okları kendine
çevirir ve çaresizliğini tasvir etmeye başlar. Bu çaresizliğin bize bir
hediyesi gazellerdir. Okuma listesi, mesela. Kütüphaneye hapsolmamak için bir
uyarı listesidir aynı zamanda. Sokağa çık, hayata karış uyarısı. Bebeklerin
yumuk elleri, kuş sarayları, maden ocakları da okunmalıdır. Kuş sarayları
müthiş bir inceliktir. Bir medeniyet inceliği. Camdan gözyaşı damlaları da
öyle. Kütüphanedeki kırılgan bilgileri doğrulamanın başka yolu yok çünkü.
Buradan bakarsak şimdi yaptığımız listelerin ne kadar yoksul kaldığını görürüz…
Sonra alış-veriş listesi. Bu da bir çaresizlik anıdır: Ben burada bir
yabancıyım işte. Yurdum çok uzakta. Aradıklarımı neden market raflarıyla,
AVM’lerin labirent benzeri basık koridorlarıyla sınırlıyorsun ey dünya! Ben
yıldız tozu da isterim, yaşamak için bahaneler de. Sonra kuzgunkılıcı, dünya
denilen bu garip diyara dayanabilmek için delil isterim. Hatalarım için
hafifletici sebepler, onları aşabilmek için eylem ve irade gücü de… Tat
kekreleşiyor çünkü ne zaman makul bir şeyler isteyecek olsam kalp
mahzunlaşıyor. Ortak bir dil bulamadığımı biliyorum. Bende frekans bozan,
hafızamdan gelen binlerce ses var. Yer sofraları var mesela, halamın İstanbul’a
gelirken verdiği bir demet kuru üzerlik, annemin duaları ve bilumum incelikler.
Ekinlerin hışırtısı, Çerkez düğünlerinde uzun tahtalara vurulan sopaların
ritmi... Bunlar işte şiir olup şehrin ritmine karşı yürüyor. Belki de çözüm
karşı ya da alternatif listeler yapmaktır. Neyi istediğimizin yanında neyi
istemediğimizin çetelesini tutmalıyız belki. Olduğumuz şeyden biz sorumluyuz
çünkü. Bizi yapan ise seçtiklerimiz. Bari diyorum, evimize kerhen, modern
dünyanın dayatmasıyla giren eşya gönlümüze girmesin. Bari orası, o harim-i
ismet boş kalsın. Oraya ağyar girmesin. Hele farklı bir uygarlığın yalnızlık,
vesvese, tedirginlik ve karamsarlık üreten eşyaları hiç girmesin. Bilincin yara
aldığı nokta da burası. Aslında biliyor musunuz hepimiz ağır yaralıyız. Akşam
eve ağır yaralı dönüyoruz. Nurettin Topçu’nun ahlâk yarası, dediği türden
yaralarla. Dünyayı ve eşyayı hafif ve değersiz gösteren de işte o yaraların
ağır olması. Bu yüzden alacağın olsun dünya, diyoruz. Eşya, fikri dışarı doğru
iterek yer açıyor kendine. Eşya çoğaldıkça fikir azalıyor, insan azalıyor.
Ben hayatımıza giren eşyaların, belki
şairce bir abartmayla, o kadar da masum olmadıklarını düşünürüm. Ko, dönsün
demeyi içime sindiremem. O yüzden hiç olmazsa eleştirel bir mesafe koymak
isterim. Hicap da denilebilir buna. Eskiden eşyanın üzerine konulan dantela,
eleştirel bir mesafe idi. Hicap idi. Her eşya aynı zamanda bir hayat tarzı ve
devamında düşünme şekli de dayatır. Az önce de söyledim. Matbaa özel
kütüphaneleri, özel kütüphaneler seçkinciliği üretir. Tıpkı badem çiçeklerinin
vakar ve fanilik duygusunu, kuş saraylarının inceliği telkin etmesi gibi. Köşe
minderine yaslanıp düşündüğünüz şiirle, kanepeye uzanıp düşündüğünüz aynı
olmayacaktır. IKEA koltuğunu saymıyorum bile.
Yine de dünya denilen bu bozgun
diyarında güzel günlerim geçti. Yenilgisinin bile güzel olduğu günler.
Aşklarıyla, kitaplarıyla, şiirleriyle, gelincik tarlası, yıldızlı gökleri,
dostlukları, orta kahveleriyle. O bana borcunu böyle ödedi. Ben de şiir
yazarak. Payıma şiir denilen bu “sihay sitâre” düşmüştü çünkü. Yine de alacağın
olsun dünya.
Fatma
Şengil Süzer: Şair, ne görür de söyler? Şair haber veren, şiir haber midir?
Atakan Yavuz: Şiir haberdir, evet. Hem
de haber değeri taşıyan tek haberdir. Mevcut medya çünkü bize haber vermez.
Haber alma özgürlüğümüzü kısıtlar. Az önce bahsettiğiniz algı kapılarını
kapatır. Dünyaya, hayata karşı ilgi görüntüsü altında ilgisizlik üretir.
Bilgimizi artırmak yerine ilgimizi azaltır. Televizyon bencillik ve edilgenlik
üreten bir bahane fabrikası gibi çalışır. Şair görmekten ziyade duyurur bence.
Duyumsatır, hissettirir. Televizyon bize özel önemli olduğumuzu söyler oysa
fani ve sıradanız hepimiz. Ben televizyonu hep Lethe ırmağına benzetmişimdir.
Lethe gecenin torunudur. Suyundan içenler, ama özellikle ölçüyü kaçıranlar,
geçmişlerini unuturlar. Küçük ölüm dediğimiz uykunun bahçesine girmeden önce
acıları unutmak için bir tas içilir ondan. Mağaradakilerin hakikatin ateşini
bir kenara bırakıp gölgeler âlemini seyretmesi gibi. Oysa şiir tam arkada yer
alan hakikatten, hayattan gerçek haberler getirir. Duy tabiatta sen de ilâh
olduğunu derken Yahya Kemal bunu kastediyordu belki. “Anlatma, göster” çağında
bunu nasıl duyacak insan? Daha alakasız görünen ama cevabı anlaşılabilir olan
bir soru sorayım. Biz ne zaman üşürüz? Niye üşürüz? Kışın bile her sabah
ırmakta yıkanan Winnebago yerlisi üşümediği halde biz sıcak evlerimizde niye
üşürüz? Çünkü üşümenin bilgisi iklimden bağımsız ama kültüre bağımlıdır. Biz,
hava soğuk olduğu için değil elektrikli soba üreticileri öyle istiyor diye
üşürüz. Bu talep ise televizyon ile gelir. En azından çağımızda üşümenin çözümü
ısıtıcıyı açmak değil, televizyonu kapatmaktır. Düşünmektir ya da. Düşünmeye
başlamak, aynı zamanda şiire başlamaktır. Sorunuzun fizik boyutu, bence hallolmuş oldu.
Bizi ısıtacak olan karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak, radyoyu açmak,
okumak gibi şeylerdir. Denge böyle sağlanır. Bütün bunlar da başköşeyi tutanın
tahtını tehdit ettiği için ‘soğuk’ karşılanır. Biz zannediyoruz ki Divan
Edebiyatı ağdalı dili sebebiyle okunmuyor. Oysa sadeleştirilmiş olanları da
okunmuyor. Dilleri değil seçtiğimiz hayat tarzıdır onları okunmaz kılan.
Görüntünün görevi göstermek değil anlamı değersiz hale getirmektir aslında.
Olumsuz etkilerinden kurtulmanın tek yolu bir mitoloji kahramanı gibi ona
doğrudan değil bir ayna tutarak, yani eleştirel mesafeden bakmaktır. Neil
Postman’ın Televizyon, Öldüren Eğlence kitabını tutabiliriz mesela. Ardından
bir şiir kitabı ya da roman. Zarifoğlu’nun Yaşamak’ından başlayabiliriz.
Fatma
Şengil Süzer: Başarısız mistik. Nurettin Topçu’nun ‘İsyan Ahlakı’ kitabında
şairi ‘başarısız mistik’ olarak tanımlamasından hareketle yazdıklarınız. Bu,
dehşetli bir tanım: Şairlik ve başarısızlık. Başarısız olunan halin büyüklüğü,
şair sıfatını yine de tertemiz, pırıl pırıl yapıyor. Albenisi muhteşem. “Son
eşikten susmasını, sır tutmasını bilenleri geçirecekler.” diyorsunuz. ‘Son
eşik’e kadar varabilen şair, niçin döner?
Atakan Yavuz: Aslında dönmez, geri
gönderilir. Yeni bir şiir için. Daha korkunç bir şey daha var. O da kötü şair
olmak. Bunu da Cioran’ın “Şiir adına lâyık bir şiir kader tecrübesiyle başlar.
Yalnız kötü şairler özgürdür,” sözünden hareketle söyleyebiliriz. Kötü şair
olmak kötü şiir yazmak değil, özgür olduğunu sanmaktır. Çağımızın neredeyse
fetiş kelimesi olan özgürlük şairde neden iyi durmaz acaba? Kafka’dan
öğrendiğimiz kadarıyla Dasein, hem var olmak hem de bağlanmak anlamına gelir.
Bağlanmadan özgür olmak nafile bir çabadan öteye gitmez. Bu bir sırra da
bağlanmaktır aynı zamanda. Bağlandıktan sonra ise o dehşetengiz yolculuk başlar.
Başarıya tapınılan modern çağlarda şair, başarısızlığa taliptir aslında. Bizim
büyük, dediğimiz şairler başarısızlığın zirvesi olan şairlerdir. Şairin işi
kelimelerledir, ama son geçitten susarak, kelimesiz, şiirsiz yani şair sıfatını
bırakarak geçmek gerekir. Son eşikte ona sen derviş olmazsın, denir. Sisifos
gibi yeniden kelimeden yapılmış taşları sırtlanarak geri döner. Çünkü bilmeden
divaneliğe talip olmuştur. Oysa Hallac gibi âkil olmayı istemeliydi. Dersini
omzuna alıp geçebilir ama şairlik sıfatı onun derisindedir. Son eşikten
divanelik kisvesi altında başarısızlığa talip olduğu için geçemez.
Şair de yolunu pervane gibi güneşe göre
ayarlar. Ama lambaya, fenere, meşaleye göre değil. Güneş ya da ay gibi daha
büyük hareket noktaları vardır onların. Yapay ve küçük ışık kaynakları yolundan
çıkarır pervaneyi. Kafası karışmış bir şekilde dönüp durur. Sarhoşça dans eder.
Şiir güneş değil, lambadır sadece. Her ne kadar yapay olan lambanın etrafında
dönse de güneşin şiirini söylemektedir işte. Yine de o eşikten şair gibi
güneşin imgesini öven divaneler değil, Hallaç gibi, Seyyid Nesimi gibi güneşe
talip olan akiller geçebilir.
Fatma Şengil Süzer: Ve son soru, size
şiir nasıl gelir? C.Karal bir şiirinde; şiirin, kendisine ‘kelimenin içinde’
geldiğini söylüyor. Size de öyle mi geliyor? Yani, tek bir kelime, içinde bütün
bir şiiri mi getiriyor size? Yoksa bir ‘suret’ mi? Tablo gibi bir görüntü, ‘tek
bir an’da çekilmiş bir fotoğraf karesi? Akışkan, birbirine geçmiş suretler
toplamı? Tek kelime değil, üst üste yığılmış kelimeler kümesi? Nasıl?
Atakan Yavuz: Önce içinde hakikati
barındıran ironik bir cevap vereyim: Arada sırada ve nazlanarak gelir. Şiir,
aslında hep oradadır. Sizin onu görmenizi bekler. Onu göreceğiniz ruh kıvamına
gelindiğinde çiğdem gibi başını uzatıverir. Ben genelde son dizeyi bulurum
önce. Bitişin şaşırtıcı, çarpıcı olmasını isterim. Max Jacob’un buluş dediği,
keşiflerdir şiiri getiren. Dilin sınırlarını genişletme potansiyeli sadece
şiire mahsus bir özelliktir. Şiirdeki her buluş, buna imge de diyebilirsiniz,
dile başka topraklar açar. Dil, genişler, düşünce ve hayat genişler.
Soruya işini çok seven, uluslar arası
başarıları olan bir foto-muhabiri –Erhan Sevenler- üzerinden de cevap vermek
isterim. Erhan Sevenler, Başbakan’ın attan düşme fotoğrafını çeken, Libya
lideri Kaddafi’nin son fotoğrafını çeken bir fotoğraf sanatçısı. O, fotoğraftan
bahsederken ister istemez herkes kulak kesilir. İşte, deriz burada işini çok
seven bir adam var. Onun genç gazetecilere bir tavsiyesi vardır. Fotoğraf
makineniz daima açık olsun, der. Şair olsaydı kalbiniz sürekli açık olsun derdi
herhalde. Kalple zihin arasındaki o dehliz aydınlık ve temiz olsun, derdi.
Sadece hayret makamını yakalayacak bir hayat tarzını tercih etmek şiire yaklaştırabilir
insanı. Kalp hazır olduğunda dize bazen bir sohbetten, bazen bir romandan ya da
şiirden, filmden çıkıp gelir. Başköşeye oturur. Yaşadığımız hayat şiire
hazırlıklı olmaya ne kadar müsaade ediyor? Ya da bu lükse sahip kaç şair var?
Şiir yazmamızı köstekleyen sebeplerle insan kalmamızı engelleyen sebepler
aynıdır aslında. Bu yüzden benim için şiir yazmakla insan kalmak aynıdır.
İnsan, sevdiği işi yaparak insan kalabilir. Var olmak düşünmek ve hareket
etmektir, diyor ya Nurettin Topçu; sevmek de insan kalmaktır. Sevmek bir
tamamlanma, bütünleşme arzusudur. Neyle bütünleşme? Kalbimizde bizden önce
yürümüş olan sonsuzlukla….
Dergah Dergisi, Fatma
Şengil Süzer
Şiirlerinden
Seçmeler:
ALIŞVERİŞ
LİSTESİ
Korsan yürüyüşlerden biraz cesaret getir
eve gelirken
Ovalanmış kelimeler, Tarkovski’den bir
sahne
Geceyi bekle bir tutam yıldız tozu getir
Yaşamak için bin bir bahane
Ne ateş küreği ne de hafifletici sebepler
Değil otomobil ıslığı çekül ve pazen değil
İlkyazın verdiği bütün ekleri al
Dayanmak için sayısız delil
Biliyorum zor olacak tüm bunları taşımak
Kuzgunkılıcı direnecek, naz edecek reçine
Elimden gelmiyor diğer türlü yaşamak
Tanrı başka sözler koymuş benim içime
BİTİŞİK
NİZAM
odalarda bunca eşya
tanrım nasıl da yoruyorlar evleri
yer kalmadı oturup göz göze gelmeye
hatta yalnızlığı bile
sözgelimi sandalyenin arkasında yorgun bir
ova
tozdan yapılmış biblolar
yüz yıldır bakıyorlar oraya
sırtımı deliyor bir alçı kedinin köşeli
gözleri
oradan süzüle küçüle bir fil kafilesi
iniyor konsolun üzerindeki tahta dağlara
beni bir kireç kuyusundan baş aşağı
sarkıtarak
iniyor uzun geçmişime terli bir mızrak
evlerde bunca eşya
tanrım
kalbime saldığın çıkrık
orda bir şey bulmasın senden başka
MERZİFONDA
GÜN BATARKEN
Alıcın dibinde uyandım
dedim bak, serçeler hala buralı.
Tas tas gömdüm başımı kurnalara
peşkirle günahını aldım yüzümdeki kuşların.
Tohumun gerinmesi kuşkusuz benden yana
yeni gelinlerin yağmur sevinci
vaktin güz ilavesini çıkaran çınar
merzifonda gün batarken
başkent değiştiren faytonlar.
Benim vaktini su terazileriyle künklerle
yükseldi
benim vaktini mendil kadar
bunu bilmez iş çıkışı beni yeryüzüne
bırakan pars
hata günlüğümü tutan cırcır böceği
bilmez her taşın içinde ayrı bir dua
olduğunu
çocukların deri değiştirirken okuduğu
Her yere geç kalırım
beni la fa tutar ardıç kuşları,
park heykelleri, şu yaşlı müezzin
dillerim göverir gökyüzünü övmekten
ısırgan otu benden başlar dünyayı sevmeye.
Kimseyi karşılamam sevinç çığlıklarıyla
yağmuru bile;
benim ustam alıç gölgeleridir sadece.
Üç Nokta, Sayı: 6
SABAN
BULANTISI
Önce ayaklarımı çıkarıyorum uykudan
bir piyanoyla kutlu ayaklarımı
ağzımı giyiniyorum sonra, yani yaşamaktaki
sesimi, parmak uçlarımı
sözünü kesiyorum geveze bir çağlayanın
ki gök ağdıramıyor benim maviliğimi
yani kirli ayaklarda bir piyanoyu çalmanın
Kuşlar,
büyüyen karnını okşuyorlar sabahın
ne tuhaf herkesin bir kucak odunu
alıp koşması kendi yangınına
bir de hiç unutmuyorum
şu bütün tersanelerine girilmiş kadını
O hep serinlik çıkınca giderdi sesini
çapalar
Otların dükkan açtığı yere kadar
gider morluklar, bağırtılar katardı sesine.
Kuşlar,
hınzır bir ıslığı döküyorlar koynuma
ve işte etiketler havlamaya başladı
camlarda
çalar saat adama ateş ediyor
uyanınca
ben de ikibüklüm herkes gibi
şehre doğru sürüklüyorum
kendi cesedimi
Örneğin şu sokak
fazladan bir intihar saçlarımda
belki bu yüzden her şeyin sebepsiz uzaması
bilmiyorum
ey durmadan borçlu çıktığım güzel gözlü
çocuk
hâlâ kalabalık mı gözlerinin çarşısı
Uç,
Sayı: 6 / 2000
VARKEN
Sen varken bütün çiçekler kekeme
ve harabe bütün şehirler
sen varken kuşlara misafirliğe gidiyor
ellerim
nergis bile gönül koyuyor sulara.
Sen varken karadan giderek uzaklaşıyorum
seren direkleri koyuyorum antenlerin yerine
akla karşı savunuyorum kendimi, bankalara,
karanlık adamlara
sıvasız evlerde merhamet oluyor adın
okuma gözlüğü yaşlılarda.
Bileyiciler kıvılcım satmıyor bana sen
varken
keçeciler sessizlik
suların göğsü birden genişliyor,
benden fotoğraf alamıyor iskelelerin
tanrısı.
Sen varken güllerin tekeli birden kırılıyor
eli havada kalıyor mevsime kılıç çeken ne
varsa
uslu bir dere oluyor boynunda kumruların
benimle kanat değiştiriyor sen varken sarı
asma.
Sen varken bana yalnızlık bulaştıramıyor
devler
keşiş dağını gösteriyorum padişaha,
diyorum buralar hep senin olsun
işe yaramaz olan ne varsa ver bana
tan yerleri, yenilgiler, eğnik, mor süsen.
Kişi yoksul mu olurmuş
Sen varken.
YORGUNLUK
İş/te bunlara dayanırım yaşamaktan
yorulunca
Güllerin hafifliğine ki benim omzumda bu
yüktür
Işığa dayanırım; yoksulların muhbirine
Kim koymuşsa yorgun kuşlar için bu alçacık
dalları, ona.
İş/te bunlara dayanırım,
Kapıya yakınlığıma ve söğüdün gölgesine
İpe serilmiş çamaşırlar rüzgârda uçuşurken
Aralarında yürüyen gökyüzüne.
İş/te bu yorgunluğun kalbe
Issızlığın tarlalara verdiği ferahlık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder