15 Ekim 2017 Pazar

HİCRAN ASLAN






(1978, Diyarbakır - )

       Dicle Üniversitesi Resim İş Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldu. Mardin’de bir ortaöğretim kurumunda Görsel Sanatlar Öğretmeni olarak çalışıyor. Artuklu Üniversitesi Kürdoloji Bölümü’nde tezsiz yüksek lisans yaptı.
       İlk yazıları Yeni perspektif isimli internet dergisinde çıktı, ardından Kulp Haber Gazetesi, Batman Postası, Silvan Sesi gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı. Şiirleri ve yazıları Esmer, Mardin Time, Muaf Şiir, Ötekisiz, Sınır vb. gibi dergilerinde yayımlandı.
Yapıtları:
Şiir Kitapları:
& Sesimi Yuttum Önce (2016, Hel Yayınları, İst., 128 s.)
& Esmerê (Kürtçe, 2016, Hel Yayınları, İst., 64 s.)
      Deneme Kitapları:
& Sandık Tozu (2010, Ava Yayınevi, İst.)      
     
Şiirlerinden Seçmeler:

ANLAR KİTLESİ

kendisiyle beslenen bu ben
acıkmaya korkak iştahlı

ikimizde yaşlıyız artık anne
ikimizin de kırışıklarını aralayacak kız çocukları
arkadaşız artık doyasıya sarılabilirim sana
hep pasta koksun istediğim o ellerinin
acısını gizlediğin sargı bezleriyle kaplandığını
o aralıkta neler biriktirdiğini biliyorum
ben de susuyorum artık anne
içimde gözyaşlarından şehirler büyütüyorum
her çocuğunla açıktaki o kalbin
nasıl tartaklandığını ve yorulduğunu
seni küçümsediğim
kızdığım
kınadığım her şeyle sınadı beni hayat
eli yüreğinde çocuklarını beklemeyi de
haksızlıklara uğrayıp görmezden gelinmeyi de
hakareti yutmayı da yaşadım
giderim deyip gidememeyi
kalgınlığımda küskün ve mutsuz olmayı da

sonra o kadar çok kimsesizleşip
içimdeki huzursuz o anlar kitlesiyle
anılarıma sarılıp kendi kendime konuşmayı da
geceler boyu duyduğum gözyaşlarına nasıl öfkeliydim
kızdığım her şeyle sınadı beni hayat
zaman dudak büktüğüm her şeyin intikamcısı
ne eskiye dönüp af ettirebilirim kendimi
ne şimdi dönüştüğüm kişiye sarılabilirim
duygusal araf verdi sanırken hep alan
bitek sana sarılıp beni afet diyebilirim
ses halini hiç duyamayacağın bir özür gibi
sarılırım sana anne

BOŞLUĞUNUZA SORULAR

1-  

Bilinmezi yazıyorum ben. İstediğim, sizi bu bilinmezliğin kollarında bırakmak.
Sonucunu, yeteneğiniz ve birikimiz belirleyecek. İnsanlar öldürüldü bu şehirde,
her öldürülen beden, kendisiyle birlikte insani olan yönlerini de sildi katillerinin…
Geride; sadece kirli bir boşluk kaldı. Kendi-kendini güçlendirmeye kodlanmış-çarşaflanmış-bir boşluk- bir tek gözleri var bu kirlenmişliğin,
Bilinmezliğin bakışları ürkütücüdür, gözlerinizi alamazsınız, insanlığınız titreyerek durur bu kaosta…

Sadece anları yazarım… Geri dönüşü imkânsız, artık kendinizin olamayacağınız anları.
Herkes kendi çıkmazına gömüyor ya kendini. Size gömüldüğünüz yeri gösteriyorum.
-timsah gözyaşları bezeli bir yardım severlik
-bedeninize kavuşup uyuyacaksınız yerin alt katmanlarında-onu canlandırmaya çalışacaksınız ya da-En azından ayaklarınızın olacak, bastığınız yeri hissedip, kendinizi yakalatma riskini yaratacaksınız

Öyle ya eğer yakalanma riskiniz yoksa.-işlediğiniz cinayetler ne kadar zevk verebilir ki size-
Ya da haklı olduğunuz o duyumsuz tadını – nasıl-hissettirebileceksiniz?

Muhatabınız yoksa Kime? Neye? tepki geliştirebilirsiniz ki.
Bu yüzden-izler bırakır insan, acımasızlaşır, savaşın her türlüsüne tapar.

Boşluğunuza soruyorum sorularımı, yörüngenizde bir yerlere takılıp, cevap bulabilir diye.
-yankısı bana ulaşmadan tüketen sorular-
Sorular soruyorum bilinmezliklerinize, canınızı yakamıyorum, keskin kızıl akmıyor kaleminden.

Çünkü siz muhatap değilsiniz. Bense; yaşamımı netleştirmek için-belki diyerek-çıkıyorum yola.
Yollara…

2-

Yalnızlık, güncesine kaç aşk düşürür? Yaşanmamış eller, kimlere hizmet eder kaos duygularda? Aynı anda damarlara kaç beden yüklenirde, hızlanır kalbin atışları?
Yakarışlar, nelerin infazına ses düşürür delice? Kimler! Kimler kayboluşu kabullenir, tılsımlı içkilerde?

Filizler eker misiniz? Yeryüzünüze… Nasıl taşınır? Kapalı çantalarda umudunuz…
Kül tabaklarında kaç yüz söndürürsünüz? Sinsice… Kaç bahar dumanlarla dağılır? Gökyüzüne… Bırakılsa kaç yaşam sığdırır? İçine gece… Ayaklar, kaç ayda öğrenir? Cam keskinliğini… Damarlar, ne zaman kan akıtmaz kılar kendini…

Neler yitirilir suskunlukta? Geriye dönemeyeceğin kaç an kalır? Konuşulduğunda…
Kokusuna bağlanacağı kaç enseye duyarsızlaşır? Burun… Kimin, öpüşünün tadı ağız boşluğunda sonsuzlanır… Korkak, renklerin hasreti hangi tuvalde zafer kazanır?
Yıllar, kimlere yağmur akıtır apansız…

Kime? Neyi? Çoğaltır tarih…
Tarih; yazılanların ötesindekileri, hangi çöplükte barındırır?

3-

Beklettiğiniz kaç şarkı? Zamanı gelince kendini çalar…
Gözlerinize yerleştirdiğiniz resimler şehirlice midir?

Toplu iğneler canını yakar mı panoların?
En sevdiğiniz yalanın yüzü, kimin repliklerinde dalgalanır…

Köprülerin iki ucu arasında, neylerin fotoğrafları dökülür…
Zaman, en çok hangi anda kendinden utanır?
Bir daha gelemeyecek olan nedir? Aklınızı hep yarım bırakır… 
Spatül darbesiyle anlatmalı bir ilişkinin önsözünü.
Kaç kalem? Mürekkebinin gölgesi düşer ki aşklarınıza…

Açtığınız kapıların eşiğinde, neden? Takılı kalır ayaklarınız…
Boğazda düğümlenen eski yaraları, ne yeniden acıtır?
Ömrünüzce öncelediğiniz süre, ne kadar zamanı alır?
Kimler, yüzünüzün ışık görmezliğinden sizi tanır?
Dondurduğunuz duygulardaki bayatlama, ne zaman bir küfü çarpar suratınıza?  

Ve cetvellerle ölçseniz yalnızlığı, ne tutar? Ağılığı, neyle eşdeğerdir yenilgilerin?
Herkes kendi saydamlığını gizlerken, yağmurda yürüyüşlerimiz kimin ayak izini taşır?

ÇÖL YAZGISI

o yasaklı şehirde yankılanan silah seslerinden sonra
soprano bir rüzgar eserdi
yatağın içinde kırbaca dönen hislerle
çizikler içinde kalırdı kulaklarımın içi

odamdaki kitle kumdan bir yüz
kucaklaşmaya her yeltendiğimde
dökülüyor bedenim
bir çöl yazgısı son kaç yılım
hem her çizgisini ezbere biliyorum
hem hatırlamaya çalışıyorum durmadan
hep tekrar eden bir anı unutmak gibi
unutulmak gibi
unutan da unutulan da ben

yatağımın ucundaki o kaplan gözleri
son kırıntılara buruştururken iştahla yüzünü
içlerinden birini kaybedeceğini bilen
sürü tek bir beden
suda debelenen koparılan uzuv gibi
bile bile atılır suya insan
kaybedeceğini bile bile çıkar yola
öyle bir çıkar ki hem de
yerinden kıpırdamadan mesela
ölür çırpınır elinde bir anı

çocuğunun cesedi sırtındaki torbada
evine ulaşmaya çalışır adam
toprağa kavuşturmakta zor artık bir cesedi
yükü tüm söylenmişliklerden daha ağır
sözler hiç olmamış olmayı diler bazen
başına üşüşen çakalları kovarcasına hızla
koparıp durur etlerini o avcı

yeniden bombalanır yeminler
kaçak eşya kokusuna karışır
parçalanmış insan ve hayvan hayalleri
hiç hareket etmeden
bir evde bir odada hapisken
çıkar yola insan beklenmedik

yıllar önce seni almıştı içimden o avcı gözler
ilk yatak ucumda belirişiydi
ilk büyük yaram
baş ucumda kemirip durmuştu gün ışıyana kadar
o sesleri unutmak için
silmek için kulağımın o deli hatırasını
sağır olmayı diledim hep
evlendirilirken küçük bir kız çocuğu
düğünün sesinde bir cenaze yürütürken kendini
bıçaklanırken tecavüz edilirken kaçırılırken
sağır olmayı diledim hep
duymuyor taklidi yaptım
acımdan ölmemek için

ölümümü bekleyen hocanın
dua mırıldanan ağzı gibi
geri dönülmezliğin acısı tınlar durmadan
o yaşlı buruşuk ağızdan dökülen seslerle
o kaplanın kemirirkenki iştahı aynı
ve ne zaman o dua başlasa
o gözler bilese bakışlarını
o sürü suya inse
çöl birleşip tel tel dağılsa
çürük elma kokusu sızlar burnumda
bir halk yine aynı sabaha uyanır

ah! insan hiç hareket etmeden çıkar yola bazen
hiç hareket etmeden ölür yıllar öncesi yaşananlara
o odada o kitleyle
çöl yazgısı acı rengi
insan yaşamın içinde koştururken
ölüdür bazen

İNTİHAR

başka kadınlar kokardı babam
şimdi kimi sevsem, annemin babama öfkesi
beni kurcalar

ağaca asardım kendimi
çivi olurdu sonsuz
göğüslerimden süzülen kandamlaları
çamur kokardı korkmazdım
babamı affedemedim hiç
damarlarım boşalırken
salıncakta kendini sallıyordu bir kedi

aydan düştüm kaç gece
çığlığım da çamur kokardı
yere çakılan bilmediğim
bir et parçasıydı ben değil
beyaz bir gülümseyişe tutuldum da
babamı affedemedim hiç

kendinin seri katili birinin itirafları
acıda parıldar
intiharda

babam küçük bir kız çocuğunu bırakıp gitti
annemin bedeni aslında ceset
ölü bir nehri umarsızca sevip durdum yıllarca

ağaca asardım kendimi
jilet olurdu aidiyet
kalbimden buğday akardı inanmazsınız
babamı affedemedim hiç
ama anladım
dokunamayacak kadar derin
bir daha kendimi onaramayacak kadar çaresiz

anlamakta çamur kokardı
ağlamadım hiç
salıncakta kendini sallıyordu bir kedi
indirip bedenimi
elbiseler dikerdim çocuklar gibi

PARFÜM ŞİŞESİ

kulak kuyumuzun derinliği sonsuz
sonsuz içimizdeki uçurum

bir parfüm şişesine hapis edilmiş kurbağa
geziniyor elbiselerimin arasında
bedenim artık orman, durmadan yanıyor ağaçlar

ben bu yok oluşa gözlerimi adadım
çocukluğumun o malum tadı damağımda
parfüm şişesinde bu kez bir zürafa
elimizde eriyen dondurma külahları
külah mı dedim onlar çukur
eriyor ellerimizde

yüze yüklediğimiz anlamlar değişti
değişti bize ezberletilenler
parfüm şişesindeki yarasa
yeniden okuma yazma öğretiyor bana
geceyi kulaklarımızla görmeyi öğretiyor
içi boşalmış o çaresizlikle
derisini doldurmaya çalışıyor eline geçen her şeyle

düşen kurşun kovanları martı çığlıkları gibi
sarhoşun naralarıyla uyanmayı özlüyor sokak
ramazan davulcusunun sesiyle gözyaşlarına boğuluyor
parfüm şişesindeki insan
yalnızlıktan dilini unutmuş
unutmuş annesinin ninnilerini
ellerinde biriken öyküleri
henüz doğmadığı çocukları unutmuş
vücudunu harf kıvamında büküp sürgünlüğü anlatıyor bana
toplu mezarları, çukurlara dökülen kireç torbalarını
kurtlanmış et yığınlarını
kuşların türküler mırıldandığı bedenin bütün incinmişliklerini
kayıp kelimesi yankılanıyor sokaklarda
yankı odaya dönüşüyor

dedem radyonun başında haber dinliyor pürdikkat
eşyalar halılar perdeler ve duvar dinliyor


*Şiirler, Hicran Aslan'ın izniyle yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok: