15 Ekim 2010 Cuma

DAĞLARCA 96 YAŞINDA! / HÜSEYİN ALEMDAR





DAĞLARCA 96 YAŞINDA!

Dağlarca'yı nedense Cemal Süreya'dan ayrı düşünemiyorum. Dağlarca ile Cemal Süreya sevgisi ne Turgut-Edip, ne İlhan-Ece, ne de Kemal-Hilmi hiçbirinin arkadaşlığına benzemez. Dağlarca'nın "sudan soğuk bakan" duruşunun koltuk altında babasız büyümüş bir çocuğa saklanmış bir incelik vardı/r. Bütün şairlere kızar çok az beğenirdi. Özellikle Portreler ve Günlemeler yazdığı zamanlarda en çok da Cemal Süreya'ya kızardı. Çünkü, hem portre yazarken hem de günlük düşürken olmadık imzalar için enerjisini tükettiğine inanırdı. Bundan olacak, Nurullah Ataç'tan bu yana süregelen "zar atma" deyimini sadece tavla oynarken karşısındaki kişi beş kapı kilitlemek için kullanırdı. Bütün bunlara rağmen Cemal Süreya'yı kardeşi gibi, oğlu gibi severdi. Şair ölümlerine çok üzülürdü, hele ki Cemal Süreya'nın ölümüne. Bir seferinde, yaşamın gereksiz yere uzamasını dert edinmiş, o günlerde kendisine çarpan kamyonun hayatını noktalamasını bile istemişti; yaşamı bu denli seven bir ozanın bu isteği elbette en fazla yarım saat sürecekti, sonra yeniden hayata sarıldığını gözlerinden okumuştum. O gün söylediği şu şiirsel söz hâlâ aklımda: "Cemal Süreya Kars kadar küçük bir şiirdi/onu üzmelerime karşılık fazladan yaşadığım son yirmi yılımın onunu şimdi gelse seve seve verirdim!" Tam o günlere denk gelen iki şeyi de ancak ölsem unuturum: Dönemin başbakanı Bülent Ecevit'in "geçmiş olsun" telefonunu sertçe yüzüne kapaması ve kamyon çarpma olayı sırasında muhabiriyle söyleşiye gelen Refik Durbaş'ı ciddiyetsizlikle suçlayıp
azarlaması...
Dağlarca, "Arzu ve Varlık" tadında 100. yaşını görmeyi çok arzu etmişti. Maalesef olmadı, ama o şimdi 96 yaşında ve yarın tüm yüzyıllara inat şiiriyle yaşayacak! Naçizane bu ölüm yıldönümünde kendisine bir mektup yazayım ve şiirine kitaplar üzerinden dokunuşlar yapayım istedim. Esmer dergisinin Ekim sayısında yayımlanan yazım ekte.
Şiir beğenisi konusundaki kelâmınızı duyar gibiyim: "Evet, şair ve şiir beğenisi konusunda bencilim ben, ama beğenimden önce bencilim ben!"


HÜSEYİN ALEMDAR

Dağlarca 96 yaşında!


Çok Değerli Aile Büyüğüm,
Şiir Büyüğüm,

Doğrusu senin 100. yaşını kutlamamıza az kalmıştı. Kimi konularda birbirimizi üzsek de ben sizi aslında hiç unutmadım; bana kalırsa, sizin beni üzdüğünüzün üçte biri kadar da üzmedim. Size olan sevgi ve saygımdan ötürü Allah’a iki kez “Çocuk ve Allah”a üç kez inandım. Öyle inandım ki, üç kız çocuğu babası oldum ve ömrümü çok geri sardım ve çok ağladım. Üç kızımın en küçüğünün isim babası sen oldun, ne zaman senin ve şiirinin hakkında ters bir kelâm etmeye kalkışsam Günaçar önüme ve ömrüme set kurar. Ortanca kızımı diğer ikisinden daha az sevdiğini söyler, istemeye istemeye bizdeki aile büyüklüğü rolüne fitne karıştırmaya çalışırdın ya, fitnen ve sevgin büyüdükçe ben ve kızlarım seni daha çok severdik. Hele ki Serap, o seni hâlâ, beş vakit Allah’ın üzerinde bir yerde seviyor; hem Türkçe hem şiirce! Onun hiçbir şiirini okuyamadın. Şimdilerde KPSS mağduru bir öğretmen adayı olsa da sana sözü var, bir gün üçüncü üniversite tıp okuyacak ve senin şiir dili ve göz sineması yaşamalarına “Âsû” bakış doktorluk katacak. Bak, yine Seda’yı atladık hocam, haklısın ortanca çocuklar arada kalmanın Hakkâri hüznü! Ortanca ve ara demişken, senin de çok sevdiğin şiirlerden biri olan “İlk Gece” hüznünde kanayayım öyleyse! N’olur ortancama, bana, çocuklara ve Allah’a kızma; Seda yaşından önce evlendi biliyor musun? Hani tavla oynardık da, zarlarımız karşılıklı kırık geldiğinde iki şey çok kızardık ya; Allah’a ve aşka! Evlilik de böyle bir şey sanki, bir yüzüğün sol parmaktan fırlayıp boyna dolanması...
Bizleri ne kadar özledin bilmiyorum? Doğru, kızlarımın rızkını kitaplara ve ödüllere yatırdım yıllarca. Ne kadar zorlasan da şiir yayıncılığı ve Arıburnu Ödülleri’nden uzun süre beni vazgeçiremedin ya, boş bir uğraş da olsa o yılları yine de ömrüme kâr sayarım. O yıllara dair tek üzüldüğüm şey, benim sebep olduğum bir antoloji meselesi yüzünden Memet Fuat’ı mahkemeye vermen. Hâlâ o olayın üzüntüsünü taşır ve kendimi çok değerli Memet Abi’nin huzurunda suçlu sayarım; ne zaman seni ve onu düşünsem! Neyse ki, ölümünden iki yıl önce “kalp abim” Nihat Ziyalan’la Memet Abi’yi ziyarete gittiğimizde, suçsuzluğum üç kalp altı göz huzurunda sevaba dönüşmüştü. Oysa ben sizi yaşarken hiç kırmadım. Ölümünüzden sadece iki ay önce, Ömür Hanım’ın telefon trafiğiyle “Sevgili Alemdar, senle artık görüşmeyelim!” demenize hâlâ bir anlam vermiş değilim. Sen sadece benim şiir büyüğüm değildin, ailemin de “şiir” ve Allah büyüğüydün. Sana karşı şiir dahil hiç kusur etmedim. Hattâ, son on yılında Ece Ayhan ve İlhan Berk’le yakınlaşmanı o kadar çok istedim ki; şiir sevabının Allah katında Türkçe ya da Kürtçe ancak böyle anlatılabileceğini anladım ben. Ece konusunda bana hâlâ kızıyor olabilirsin, iyi ki de Öküz dergisi ve “sivil şiir”in hastalığı vesile oldu da böylesine diri bir fotoğrağ yaşama geçti. İlhan Berk’i her zaman bir serçeparmağı mesafe senden daha fazla sevdim; bir defasında bu sevgimi sana anlattığında neyse ki bastonun Hayat Kafe’deki dünyalık masanın arkasına düşmüştü. Ah, kalan ömrümde üç defa daha şiiri bırakmaya ve kaçmaya niyetlensem de Berk usta yine arasa keşke; her aramasına senden “Güzel Irmak” misafirliği bir “Seviştilerken” yolu gepgenç yürüyüp de gelmiş olsa!
Sahi, 100. yaşına sadece dört yıl var. Dört yıl sonra senin de çok sevdiğin yazar ve şairlerin Sait Faik, Cahit Sıtkı, Ziya Osman Saba, Behçet Necatigil, Salâh Birsel, Tahsin Saraç, Cahit Külebi, Muzaffer Buyrukçu, Cemal Süreya, Halim Yağcıoğlu, Ercüment Uçarı... Dilerim, daha niceleri birer Ân’ka kuşu olurlar da yeniden hayata dönerler. Şimdilik şiir ve ân, ân ve âh adına bütün hepsine senin huzurunda, büyük Dağlarca şiiriyle KALMALAR ve “ALACA DAĞLARCA” dedim. Beni bağışla!


K A L M A L A R

a] İLK ÇİZGİ, İLK LEKE
Yalnız ağustos ayına özgüdür yıldız yağmuru. Tüm yıldızlarıyla göğü kuşatan bir ağustos düşünün. Öyle bir ağustos ki, hemen her yerinden kanat izleriyle çizilmiş, topluiğne uçlarıyla delinmiştir. Bundardır, yorgun ve yaralı, aç ve âsû, sersem ve sivil, genç ve ağulu, dilsiz ve çıplak bir aydır ağustos; 8 ağustos’ta doğduğu söylenir ya, öyleyse ve eğer ölmemişse Edip Cansever için de kirlidir ağustos. Dağlarca ki, henüz Dağlarca bile değilken 26 ağustos günü Mehmet Fazıl adıyla küçük bir bayrak gibi çizmiş kendini havaya. İlk çizgi, ilk leke orda görünmüş Allah’a: “Dudakların habersizce söylediği şarkılar/Vücudun ağaçlardan önce duyduğu bahar//Çiziyorum havaya dünyamı bir çiçekle/Ve hayran bakıyorum bu rüya gibi şekle!” Yıl 1935, yaş yirmi bir. Şiir için ne güzel yaş. Soyadı yasasıyla Dağlarca adı sonuna kadar sana helâl!

b] HAYÂL
Şâirlik alnının yazısı! İki şeye, Allah’a ve çocuklara çok çalışacak. “O kadar siliktir ki bir bayram günü şiir/Uyurken akla gelen son hayâller gibidir.” Mustafa Kemal Atatürk sevgisiyle, “yaşamalarca Kuleli” çaktı selâmını şiire.

c] BABADAN TRAKYA ANADAN ANADOLU
“Askerlik dağda gezen şiirdir” der ve giderek “ses bayrağı”na dönüştürdüğü arı Türkçesiyle Anadolu’yu neredeyse şehir şehir dolaşır. Hiçbir şairle akraba olmasa da “Şiir duygularla değil sözcüklerle yazılır” sözü hatırına Mallarmé ile kısa süreliğine bir arkadaşlık yaşar. Türkçe’nin büyüklüğünü sözcüklerin gücünden anlar. Öyle ki, hiç fiil kullanmadan bile şiirler yazar. İlerki yıllarda, üç sözcükle üçlük, dört sözcükle dörtlük bile yazmışlığı var: “Gece/yıldız/yaşındayım”; “Çiçek/Damı/Boyuyor/Görmeden”... Baba tarafından Trakya,
ana tarafından Anadolu olmak, her gittiği yerden pul pul sözcük toplayan biri için Erzurum, Sivas, Konya, Kayseri, Adana, Mersin, Tarsus, Kars, Iğdır, Artvin şiir için birer sebep olsa gerek.

ç] ASKERLİK DELİKAN, ŞİİR ÇOCUKKAN
Kim der ki kan konuşmaz! İnsan ilkin yirmili yaşlarda duyar damarlarında konuşan ılık sesi. Dağlarca ki, sıradağlar gibi yükselmeye başlamıştır: Askerdir, kendine korkudur, çocukları korkunçtur, tenhadır, siyah ve karanlıktır, kendine nasihattır, kalbe ve ölüme dairdir, fazlaca haydidir, Atatürkçü ve yurtçudur, yaşam ve sevidir, kendine lûtuftur, sevap ve günahtır, dahası Dağlarca olmak üzeredir; dağ olmak gibi büyük Dağlarca... İki dize kesikliğinde ya askerliği tercih edecektir, ya şiiri. Tüm defterleri “Çocuk ve Allah” sözleriyle doludur üstelik. “Anamı bulurum, ağlarım kokusuna anamın/Bütün kadınların göğsünde” der, yarı ağlamaklı. Tercihini yapmıştır, askerliğe saygısından ötürü mesleğine daha fazla zarar vermemek üzere önyüzbaşı rutbesiyle veda eder askerliğe. Artık çocukkan şiirdir büsbütün.

d] ÜFLEME BANA ANNECİĞİM “AĞIR HASTA”YIM!
İlk kitabı Havaya Çizilen Dünya’yı dışta tutarsak, Çocuk ve Allah’tan Seviştilerken’e, Aç Yazı’dan Orda Karanlık Olurum’a, Âsû’dan Uzaklarla Giyinmek’e, Çakır’ın Destanı’ndan son kitabı ‘İçeri Sait Faik’e sözcüklere verdiği önem ve dil bilinciyle bir ömür şunu yapmak istedi aslında: Her yapıtını bir yapı, bir dize, bir şiir olarak gördü. Bundan olacak, şiiri yazmaktan çok yaptı. Tek “nehir söyleşi” denebilecek “Dağlarca’nın Dedikleri Demedikleri” (Papirüs, eylül 1972) başlıklı konuşmada söyledikleri yapı ve sözcük seçimine verdiği önemi çok güzel açıklar: “Bugün sokakta yere düşmüş iki üç sözcük görsem yan yana, bunun romandan mı, öyküden mi, şiirden mi, denemeden mi, anı kitabından mı düştüğünü anlarım; eğer şiirden düşmüşse, bir epik şiirden mi, bir aşk şiirinden mi, bir doğa şiirinden mi düşmüştür onu da anlarım.” Bu yüzden olacak, fiiller değil de sorular yorgunudur: “Yürekler küçük sayaçlarımız/Doğanın bize taktığı/Ulaşacakları yerlerce bilinmezdirler” dizeleri kendi bilincine yanıt gibidir.

e] SEN ÂSÛ! ASYA’DAKİ BEN
O, Dağlarca’dır. “Yeryüzünün bütün devrimleri Âsû’dur!” demiş ya bir kere. Öyle bir Âsû’dur ki, elleri gökyüzü ise ayakları yeryüzüdür. Kendine Âsû olduğu için de, artık iç içe değirmilerle göçebe Asya’dır, yorgun uygarlıktır, sarmal varlıktır, ötez aydınlıktır, uçul umuttur, yoğul karanlıktır, sevidir, sevgidir, sevinçtir. Batı Acısı’na dek de yaralı Doğu’dur. Gelin, çocukluk değirmisi, açlık değirmisi, ölüm değirmisi, yazgı değirmisi, yalnızlık ve ‘ben’ değirmisi soyutlamalarından biriyle 1955’e, Âsû’ya gidelim: “Suçu büyüktü Âsû’nun göklerecek/Taş atmıştı güneşe doğru/Bilinmeyen türküsünde/Bilinmeyen çağından//Açtı uykusuzdu sayrıydı/Dolmuştu şeytanların soluğu derisine/Kötü bir ışık/Ve mavilikte duruşu çarpık ağaçların”. Âh, demek ki o günden sövmüş Tanrısına; şiirindeki bu kirli mavilik ordan!

f] “DAHA” SONSUZ, “DAHA” SEVSEN!
Issız ve tenha bir yer bul bana, beni sonsuz soyutlaştır! der gibidir derinine. Daha’lardan Hoo’lara, Hoo’lar’dan Haydi’lere ölümsüzlük gerçeği ışığında “kişisel-evrensel” yaklaşım birlikteliğinde bile yeni ve sonsuzdur Dağlarca. Ele geçmeyecek kadar kaygan, gözle görülmeyecek denli de saydamdır çoğun. Sözleri soyunuk, imgelem gücü ötelerde aranmak gibidir. Şimdileyin uzak gibi olsa da size; küçük bir “haydi!” deseniz, hemencek “daha”sında uyanacak gibidir: “Dokundu tetiğe/Siz dal üstündeydiniz uyuyordunuz belki/Siz vurulmadınız belki de/Bir kötülüğü sustunuz orda”. Hem soyut hem sonsuzluk; en küçük şiirlerde bile soyutun çığlığı sonsuzluğun üç boyutlu bakışıdır Dağlarca.

g] YAŞAMAM, “TÜRKÇE KATINDA YAŞAMAK”
Akımlar, kuşaklar, hareketler, bildiriler çağında hiçbir akıma, kuşağa ve harekete yüz vermez Dağlarca; 1959’da on dergide birden şiir diliyle yayımlar bildirisini: “Türkçe Katında Yaşamak”. 134 kitaplı bir şâir de değildir üstelik, çok genç sayılabilecek bir yaşta 13 kitaplı şâirdir. O gün bugündür Türkçe’nin “ses bayrağı” oluşu ordan. “Seslenir seni bana yakın uzak/Yeryüzü mavisinden gökyüzü yeşiline/Tutsak uluslar var ya geceler boyu/Onlar için/Yitik özgürlükler için/Türkçe, haykırmak//Seslenir seni bana “ova”m, “dağ”ım/Nere gitsem bulur beni arınmış/Bir çağ ki akar ötelere/Bir ak ki yüce atalar, bir al ki ulu oğullar/Türkçem, benim ses bayrağım”

ğ] TALİH AÇIKLIĞI
Varolmak gerçeği ki, DaĞlarca talihi çepeçevre kuşatır hayatı kendiliĞinden!

h] YURDUMSUN, DESTANIMSIN SEN--
“Yeryüzünün neresi ağrısa benim de bir yerim ağrır” der ve bir birey olmanın bilinciyle toplumsalın daha bir derinine yazdırır kendini Dağlarca. Daha çok olmaktır bu aslında; elbette ki Edirne’den Kars’a, Çanakkale’den Hakkâri’ye yurdunun acılarıyla eş tutacaktır ağrılarını. 1945’te Çakır’ın Destanı’yla başlayan bu epik söylem, üç yıl sonra yayımlanan Üç Şehitler Destanı’yla gramer ve sentaksın da yerli yerindeliğiyle Dağlarca şiirine Çocuk ve Allah ile Âsû’dan sonra üçüncü bir doruk kazandıracaktır. “Anladım, her efsanede aynı âdet/Şehitlerden gazilere akseder bir saadet/Böyledir savaşta üzüntüler/Dağ düşününce asker güler” der, dik ve kararlı geceye karşı gülerken bile. Devamında daha nice ağıtlar, destanlar, ululamalar, koçaklamalar söyleyecektir.

ı] TAŞA MERHABA, TAŞ DEVRİ MERHABA!
Dağlarca şiiri bir yerde “sözcüklerle görme”nin de şiiridir. Bazen üç, dört ve beş sözcük bir şiire; bazen yirmi, otuz ve kırk sözcük de ayrı ayrı kitaplara dönüşebilir. Bu dönüşümün en güzel örneklerinden biri hiç kuşkusuz Taş Devri’dir. İlk basımı 1945’te yapılan bu yapıtın ikinci basımı altmış bir yıllık gecikmeyle 2006’da yapılabilmiştir (Norgunk yayıncılık, ekim 2006). Bu uzun beklemişlik şairden midir, şiirden midir, talihten midir bilinmez. Bilinen şey, eskimeyen sözcükler ve yarınsı imgelem gücüyle Taş Devri’nin bugünü de söylediğidir: “İnsanlar da olsun ama, karanlık da olsun/Rahat, kolay, büyük yaşadığımız/Akıl ermez aşikârlığında sonsuzluğun/İnsanlar ve karanlıklar değil/Olsun//Gündüzü söylemek değil, geceyi demek/Kör hayvanların başucunda/Kör fakat tek/İnsan ve karanlıktan bahsetmeden/Demek”. Demek ki, tek başına anlatır; insanı, karanlığı, körlüğü, taşı, hayvaniliği, toprağı, aydınlığı, bir ağızdanlığı, tekliği...

i] BİR YANIM “TOPRAK ANA”, BİR YANIM “AÇ YAZI”
Yurdunu ve ulusunu aydınlık günlere taşıma isteği, belli ki toplumsal duyarlıktaki ilk sözlerini 1936’da Erzurum ve Iğdır’da düşürmüştür asker üniformalı genç Dağlarca’nın içine; zamanla katmerleşen bu sözler 1949’da Kızılırmak ve “madımak” tadında Sivas’ta dillenerek Toprak Ana adıyla Dağlarca hızı çabucak kitaba dönüşmüştür (1950). Söylem de coşku da alabildiğine çoğuldur: “Kardaş, görmüyorum ama hâlâ duyabiliyorum/Geçmiş zamanlar geleceklerden parlak değil/Vakte şahadet edercesine yükselmiş/Akşam parıltısından, bütün zaferler üzerine/Dağlar dalgalanmakta, bayrak değil”. Ağır bir aydınlığının örtüsünü kaldırır gibidir sesiyle. Bir yanı Toprak Ana olmuştur artık, Anadolu’nun yeryüzü çoğalmasıyla da Sivaslı Karınca’ya dönüşmüştür. Öte yanı ise Aç Yazı şiirin imgelem ovalarını genişletecek uzun uzadıya: “Ya kimse ağlamayacak, sönmüş yıldızlara doğru/Okulda ve çarşıda/Kader, bir saat gibi kurulmuş, bilek bilek/Tembel çocukların çalışkan düşleri parlar/Gülümser bağışlayan bakış/Dünya sevgisiyle karşıda.” --Dağlarca, iki koldan geç ama derin ve diri uyanışın adıdır Anadolu’da!

j] GİTSEN BATISIN GİTMESEN DOĞU...
Dağlarca şiiri; umut, özlem, özgürlük, sevi, tutku, yalnızlık, coşku, sevgi, bağlılık gibi duygu ve kavramların şiiri olduğu kadar acı ve tarifsizliğin de şiiridir. Öyle bir acı ve tarifsizliktir ki, Batı sömürücülüğü ve yozluğunda yaşananı çok geçmez Doğu hayranlığıyla ters yüz eder, kalbin doğusu bir sesle de “anadan ekmeğecek” Anadolu’nun her köşesine içindeki çoğul söylemle dize dize anılar. Evrensel duruşla, Akdeniz duyarlığı gönderindeki Batı Acısı bir “ses bayrağı” dalgalanışıdır bu da: “Der ki/Akdeniz gecelerine/Parıltıların:/Unutmayacaksın hiç/Toprağı//Unutmayacaksın hiç nerde olursan ol/Denizde uykuda ve büyük sevgilerde/Her şeyi bıraksan bile/Anadan ekmeğecek/Anılayacaksın/Ölmüşü sağı.” İşte, Batı’dan Doğu’ya bir acının ve yaşanmışlığın şiiri ki; Türkçe katında, pardon Dağlarca katında ancak böyle anlatılabilir.

k] SEVMEK, SEVİLMEK GİBİ AYRI--
Sol el sevmek, sağ el sevilmekse Mevlânâ’da olmaklarla iki ayrı âyin ışığı renginde dönen bir gövde belki de Dağlarca diyalektiğine tutunan bir inancın paradoksal karşılığıdır. Öyle ya, gövdenin her söylediği net duyulmaz çoğun... Sevmek ve sevilmek için dönen her gövde için denir ki: “Bir ışık üstünde gelir/Yazıları göklerin!”

l] HOO’LAR Kİ HEPSİ BİRER HOHLAMA!
Dağlarca şiiri bu: Kişiselliğin arka tuzaklarına düştüğü, imgeselliğin ıssız soyunukluğunda kaybolduğu sanıldığı küçük anlarda bile “öteleri gelmek” gibisinden bir ses ki; sis, çiğ, buğu ne var bir hohlama hepsini yaşamlar: “Geceleyin çırılçıplak düşmüşüm ben ardına/Yüz ölüm var, biri kaçmış.” Kişisel-evrensel bir çizgide ölümsüzlük gerçeğini yakalamak bu olsa gerek.

m] AYLAM YA DA İÇ İÇE DEĞİRMİLER
Aylam dediği ki; kuş, ırmak, gece, ölüm gibisinden sonsuz bakmalar çağı çoğun; iç içe değirmiler ise, ıpıslak ve epeski halka halka yeryüzünün yavaşlaması üçün, dördün. Bir yanıyla “bilgece bilmezlik”te daha eksilmekse Dağlarca şiiri, öbür yanıyla en çıplağından “dörtgen değirmi” daha daha çoğalmak... “Bir ulussuzluk çağlardan ağrı,/Ölü yok burda/Nerelerden geldiniz?” sorusu gibi “bilgece” bir Dağlarca tıpkı.

n] DAHA HAYDİ!
Dağlarca’da 1968’de akarını bulmuş, aktıkça gözeler oluşturarak, şiirinin her kanalında birikmeyi başarmış; kendince “haydi!” dediği sevincin kalpteki göz şekilleri, çoğu “dörtlük” tadında şiirler. Kimilerinin bazı bazı Japon haikuları dediği oldu bunlara; o, suluboya renkler gibi zengin çağrışımlarla inatla sürdürdü haydi’lerini aslında, ölünceye dek. Bundan sonraki yeni yaşamalarını, belli ki buralardan da sürdürecek. Değil mi ki, Tanrı’ya kafa “O/İşinin ozanı/Ben Tanrısıyım/İşimin” demiş bir kere.

o] 1971’DEN BERİ “KUŞ AYAK”
Aslolan çocuk duyarlığı... Öyle bir duyarlık ki bu, çocukta da var büyükte de sahi! Bunca yıl Dağlarca’yı büyüklerden koparan, “büyük ozan” yapan bu duygunun taşa taşa çocuk denizlerine dönüşmesinin altındaki kum ve çakıllar üzerine dökülmüş masalsı gerçek bu olsa gerek. “Beni ne kadar çok çocuk okursa o kadar çok yaşarım” dileği, Dağlarca’yı şiirler katında, bugün ve yarınlarca “göz masalı” duruluğunda yeryüzü çocuklarınca da daha uzun yıllar okuna okuna, en yalın haliyle yaşatacağa benzer. Öyle ki, şu anda bile birbirini arayan iki çocukta bile dağla kuş gibidir: “Birbirini arar iki çocuk/Uyanırım işte/Korkarım ben//Birbirini arar iki çocuk/Biri gecedir onların, biri gündüz/Sevinirim ben.” Sevinci ki, damla damla acımak hâlâ...

ö] YILLAR VAR Kİ AÇ OVAYIZ, TÜMDEN AÇ AĞIDIMIZ
Ana, kız, gelin, çocuk; çokköy, açova, yokçocuk, korağıt benimdir yurdumun yası, acısı... Anadolu yaşanmışlığı ki, Kınalı Kuzu Ağıdı gibi ahan şurasında Dağlarca’nın: “Ahan bütün kuşlar devrilmiş karanlıktan,/Ahan duyarsa dağ duyar geceyi./Ne birbirine ulaştırmışlar, doğudakini batıdakine,/Ne dilinden anlamışlar yellerin sellerin./Ne duyar olmuşlar uzak günün çağrısını,/Öylesine küçülmüşler, ufalmışlar, azalmışlar ki mavicek,/Ahan bütün kuşlar devrilmiş karanlıktan/Ahan duyarsa dağ duyar geceyi.” Şiir ki, çoğun dağ ve gece...

p] BİR ESKİ UZUN İKİNDİ ŞİMDİ!
Orada orada orada--ta orada! Sessizlik dev... Ki şimdi senden başka hepsi ölmüş!

r] GİYİN SEN DE UZAKLARLA...
1990’lardan bir başyapıt... Çocuk ve Allah’tan Horoz’a, Toprak Ana’dan Tapınağa Asılmış Gövdeler’e birçok ana ya da baba yapıtı kıskandıracak nitelikte bir üstyapıt. Bir adıyla“Uzaklarla Giyinmek”, bir başka adıyla “Sığmazlık Gerçeği”... Özdeksizlik, doğanın kendine sığmazlığı, uzamın kendi imgelem gücü, ışıktan doğma dışarılık, ötekinde olma gerçeği, hayvani gökyüzü soluklanması gibi evrendeki olaylara başka bir açıdan bakmakça yeni bir Dağlarca söylemi vücut bulur bu yapıtta. Biçimlerle soyuna soyuna, çok geçmez artıgüç “İmin Yürüyüşü”ne dönüşür: “İmgelemindeki su/Söndürür yangını/İmgeleminden doğan güneş/Geceyarısı bile yeryüzünü aydınlatır/Kamaşır gözlerimiz//İnsandır o çünkü/Çıkmıştır/Görüntüsünden dışarı”. Çık görüntünden dışarı, giyin sen de uzaklarla!

s] “DİLDEKİ BİLGİSAYAR”DAKİ BU YÜZ SENİN YÜZÜN--
Harflerin, sözcüklerin, tümcelerin, tümce âlem yazıların bir yüzü vardır sende, bende ve boşlukta. Geçmişin, geleceğin yüzü bunların hepsi. Değil mi ki, harf, sözcük, tümce yazıdan gidilen ne güzellik var hepsini biz yaratmışız. Ne ki, adı varlığını yazdırmaktadır; doğa bilgisayarına ilk günden beri!

ş] ŞİMDİ “SEVİŞTİLERKEN”
Giderken bütün yansımalarını götürse ya, götürmez! “İlkin avuç içine sığar ayrılık/Yerler gökler dolusudur sonra”. Her şeyi Dağlarca’ya sorma! Üç uzun sürez yaşadım seni: Seviş—ti—lerken!

t] DİLEK--
Şiir yazmışlığın, şiir bakmışlığın, şiir okumuşluğun varsa eğer dön geri bak; ara ara. Gündoğumu ile günbatımı arasında bir Dağlarca: “Ağaçlar dizilmişlerdir ya yol kıyılarına hep/İkişer ikişer, tek tek/Aralıklarında dur biraz/Beni de say.” Aynı şey değildir, aralarla aralıklar.

u] ORDA KARANLIK OLMAK...
Eskiye göndermelerle hep yeni kalmak Dağlarca’ya özgü bir başka ustalık biçimidir. “Sen misin eski sen misin daha eski sen misin en eski” derken bile yeni, daha yeni, en yenidir aslında karanlıkta bile. Çünkü; “Tanrı/Kurşunkalemle yazmıştır kişiyi/İnanç/Onu silinmez kılar”. Karanlıkta bile parlaması bundan!

ü] BOŞ BİR KÂĞIT OL BAZEN
Gündüzlerden de gecelerden de kaç bazen ömrünü anlamak için. Her ikisinden de kaçmak olası değil aynı anda nasılsa. “Boş bir kâğıt ol/Yalnız dizeler yazılsın sana”... Dağlarca bir yalnızlığa benze bir parça.

v] GENÇ, GEPGENÇ!
Bir ömür şiir yazdı, gömleği bile ıpıslak, evdeki çarşı; gepgenç kâğıtlarda, defterlerde, kitaplarda. Yakası kalkık biri gibi--âh, düşleri dahil kendi içine dökülmüş...

y] BİR DAMLA BANA BAKSAN--
Şiirin ve yazmanın tadıyla bakınca, her şair bir alınyazısı aslında. Çünkü; dönemedikleri için yolları çok yazdılar, kavuşamadıkları için ayrılıkları çok yazdılar, iki kat kırmızılıkta öldükleri için aşkı çok yazdılar, bir sende çok ben gördükleri için senleri çok yazdılar. Bundar ki, her biri uzaktanağrı! Göz okulu, ses okulu “Göl” gibi ötelerde: “Bir damla bana baksan/Genç olurum//Bir damla gece olsan/Hemen uyanırım//Bir damla beni sevsen/Ölürüm”

z] İÇERİ DAĞLARCA
Sevilmeyi bile sevmezdi Dağlarca--
Ona dokunamayan çocuklar, ona konamayan kuşlardı sevilmek!

[şiiri] AZ--

Öldüm mü
Beni az örtünüz
Kuşları uçabilsin
Gövdemin

Gelirseniz
Az durunuz gömütümde
Ki siz gider gitmez başlasın
Saklayabildiğim yaşamalar

N’olur
Küçümsemeyiniz ölüleri
Yok sayılmaz ki
Az olmak

(1987)
Fazıl Hüsnü DAĞLARCA



“ALACA DAĞLARCA”


Bu benim gittiğimdir gece yarısı sesler erken
gün doğar doğmaz dağ ve ova seviştilerken

Nice düğmelesen göğüslerini bir düğmen açık
alaca ısı kat kat soyunursun bende seviştilerken

Gökyüzüne çizdiğim sakin Allah büyütmüş beni
çocukluktan doksan dörde her şeyim seviştilerken

Uzam ve sürez bu iki sözcük bile tenha haydi benimdir
Türkçe adına tüm bulunmama değirmilerim seviştilerken

Ben böyle yaşadım hep yalnız olmadığım yalnızlıkta
gövdemle giyindiğim her anlam seviştilerken

Duyan görür gören işitirdi duydum ve gördüm
uzak kızım uçuk oğlum iki ayrı iklimde seviştilerken

Derim ki: iyi tutunun kendinize sağlık bir hayvandır
ikileyin iki kolum iki ayağım şiirdi seviştilerken

İki sözün biri hâlâ uzun yaşamışsın diyorlar bana
yaşamalar im sevi imge--git oku anla! Seviştilerken*



* Dağlarca’nın “gizli başyapıt”larından biri sayılabilecek, yirmi beş şiirlik bir betiği
(Kaçaklar, Çiçek Seli ve Yokedilen Çokuluslu Olmak yapıtlarıyla birlikte), Milliyet
yayınları, Ocak 1999.


Gebze-Maslak, Ağustos-Eylül 2010
(Esmer dergisi, Eylül 2010)

HÜSEYİN ALEMDAR

Hiç yorum yok: