15 Ekim 2010 Cuma

DAĞLARCA 96 YAŞINDA! / ENGİN TURGUT



Sevgili Dağlarca…



“Yeter der kişi kendine/ Damla damla yapsan denizi / Damla damla yapsan evreni / Hepsi şu serçenin sesi etmez”



Mektubuma nereden ve nasıl başlayacağımı inan bilmiyorum. Az önce bir dergiden arayıp size mektup yazmamı istediler benden. Hem aceleymiş hem de bir sayfayı geçmeyecekmişim. Fazıl Bey siz beni yıllardır tanırsınız. Aynı semtte oturmanın da kolaylığından olsa gerek, sık sık görüşür, edebiyat ve şiir üzerine o doyumsuz sohbetlerinize tanık olduğum gibi, birlikte baş başa çok sohbetlerimiz oldu. Ben size hep Fazıl Bey derdim ve sizi bir şiir okulu gibi görürdüm de yanınızdan hiç ayrılmayasım gelirdi. Ben şimdi size ne yazacağım inanın elim ayağım dolaşıyor ve o günlere, ilk tanıştığımız 1984 yıllarına gidiyorum. Denizcilik Bankasında çalıştığım ve iş çıkışı mutlaka vagon kıraathanesine, yanınıza uğradığım o yıllar geliyor aklıma. Henüz ilk kitabım çıkmamış ama dergilerde ara ara gözükmeye başladığım edebiyat yıllarım…



Sizin o zamanlarda da etrafınızda şiirle ilgilenen gençler ve kendisini o yıllarda kanıtlamış şair ve yazar dostlarınız hep vardı. Bugün sevgili Doğan Hızlan’ın da dediği gibi o günlerde de hep bir “şiir perisi”ydiniz ve size duyulan hayranlık ve saygıya karşılık siz de elinizden geldiği kadar şiir üzerine düşüncelerinizi anlatırdınız. Şimdi size bu mektubumu yazarken bir tuhafım. Çok anılar biriktirmiştim sizinle ilgili olarak ama daha çok bana hayatla ilgili dersler vermeyi ve bana karşı olan o özel, sıcak sevginizi benden asla esirgemediniz. Sizin zaten hiç ölmediğinizi düşünüyorum şu an ve bir film gibi anılarımız geçiyor nemli gözlerimin önünden. Ben şimdi size bir sayfada nasıl bir mektup yazabilirim ki? O yıllara tekrar gittiğimde şunu hissediyorum. Siz hayata hep şiirin gözüyle bakıyordunuz. Şiirin ‘çok canlı bir şey olduğunu’ söyler ve adeta sizi usta bir şairin ötesinde bir büyük şiir gibi de görür ve sizi hep dinlerdim. Hatta yanınızdayken, yanımdan kalem, kâğıdı çıkarıp, söylediğiniz her şeyi not almak isterdim. Çünkü her sözünüz şiire gidiyordu. Her cümleniz şiir gibiydi ve sizden her defasında yeni bir şeyler öğreniyordum. Bazen not almama izin verir, bazen de istemezdiniz. Benim şiir yazdığımı bilirdiniz de pek istemezdiniz şiirle uğraşmamı.



Şimdi anlıyorum şiir yolculuğunun hiç bitmeyen ve ne kadar uzun ve kahırlı bir süreç olduğunu. Sahi hatırlar mısınız size bir türlü şiirlerimi beğendiremezdim. Bir şiirimde eski bir kelime geçmişti de beni uyarmış, “eski kelime kullanma, çabuk yaşlanırsın” demişliğinizi nasıl unuturum. Sonra baktım ki not alınacak gibi değildi bu arkadaşlığımız ben de söylediklerinizi beynime yazmaya başlamıştım. O günlerde evli değildim. Evlenmemi çok istiyordunuz. Hatta bana en geç iki yıl içinde evlenirsem takım elbisemi sizin alacağınızı söylüyordunuz. Gerekçeniz şuydu: “ Benim bir dikili ağacım bile yok, evlilik bir kültür mirasıdır, evlen ve bir yuvan olsun” diyor, bohem bir hayatın beni yoracağını düşünüyordunuz ve haklıydınız da. Sonra tanışamasanız bile eşimi çok sevdiğinizi her fırsatta dile getirdiniz.



Bir gün Kadıköy’deki rıhtımda o yıllarda sanırım 5- 6 yaşlarında oğlumu görmüş, sevmiş, içtenlikle gülümsemiştiniz. O yıllarda inanılmaz bir şiir açlığı içinde ilk fırsatta size koşuyordum ama ne yapsam ne etsem bir türlü size şiirimi fazla beğendiremiyordum. Artık geceleri uykum kaçıyordu, bir şeyler yapmalıydım. Ve bir gece uykumdan fırladım, aklıma bir fikir gelmişti. Ben öyle bir şiir yazmalıydım ki siz bu şiirimi beğenmeliydiniz. Ve beğenmiştiniz de. Çünkü sizi öven bir şiirdi bu! İşte dediniz “ bu şiirini pek beğendim, bunu hemen Zeynep Oral’a gönderelim Milliyet Sanat’ta yayınlansın”. Ve bu şiirim Milliyet Sanat dergisinde yayınlanmış, ikimiz de gülümsemiştik. Bir gün tam yaşınızı parmaklarımla hesaplamaya kalkışırken, “ Engin benim yaşımı hesaplaman için, parmaklarını çoğaltman lazım” demeniz gelir de aklıma, yine gülümserim… Sizinle beraber olup ta nüktedanlık olmaz mı, kahkahalarım bugün bile değiyordur gönlünüze.



En çok tavla oynadığımız günler geliyor aklıma. Çünkü bir tavla günümüz var ki inanın hiç unutamıyorum. Ben sakallıydım o günlerde, kaybedersem sakalımı hemen kesecek, siz kaybederseniz bıyık bırakacaktınız. Ama ne yalan söyleyeyim. Çok hırslıydınız, şiirde olduğu kadar tavlada da. Neyse sonra 'acıdınız' da bana, “peki, peki kesme sakallarını” dediniz… Yani evet o gün beni yendiniz ama kaşla göz arasında pulların yerini değiştirdiğinizi, hile yaptığınızı görmemezlikten gelmiştim. Sizin edebi kişiliğiniz zaten şiirleriniz, şiir anlayışınız, şairce yaşayışınızdı. Bütün şiirle ilgili sorulan sorulara nerdeyse “ gidin kitaplarıma bakın, şiirlerimde ne öğrenmek istiyorsanız her şey vardır” diyordunuz. Ben sizi hiç unutmadım sevgili arkadaşım ve ustam. “Engin, ağaçların senden genç olduklarını ve senden daha çalışkan olduklarını unutma” demenizi de unutmadım. Bana imzaladığınız kitaplarınıza yazdığınız önemli öğütlerinizi, “göz lirizmi” tanımınızı, “karikatür, resmin gazetesidir” demenizi de unutmadım. Çünkü bir öğrenci gibi not almıştım. Çünkü ben de başından beri usta çırak ilişkisine inananlardandım. Özellikle de bir konuda çok kızmıştınız da bu sözünüzü yine not almıştım. “Bunlar, şike muhatap laflar” demiş ve “ bu sözlerimin sahipleri gövdelerinde kullanamadıkları güzelliği dile getirmekte yoksundurlar” diyerek cümlenizi tamamlamıştınız.



Bence siz kötü şair ve kötü şiirlerin kalbine kuş sıkacak kadar da yufka yürekliydiniz. Çünkü sizin de şiir hakkında derdiniz vardı ve çok çalışmanın gerekliliğini her fırsatta söyleyerek hatta belki de bilerek, ya da isteyerek şiir adına insanları üzmekten de çekinmezdiniz. Çünkü şiir sizin biricik aşkınızdı. “Benim sıkıntılarım açların ya da tokların sıkıntılarından içerdedir” diyebilecek kadar, kimseden etkilenmeyen, sadece kendi kendinizden etkilenen özel bir felsefeye de sahiptiniz. “Ben her saniye bütün sözcüklerimi kendim yaparım”. Evet, bunu bana söylediğiniz tarihe bakıyorum, çünkü defterlerimi hep saklarım. Evet, tarih, 10.08.1984. Dile kolay. “Duyarlık, geleceğin bilincidir”. Sizin kıymetinizi şimdi daha bir anlıyor, sizi daha çok özlüyorum. Ama sizi mahcup etmedim. Ve size saygımda ve sevgimde kusur etmedim. Şimdi iyi kötü sevilen ve sayılan on bir kitabı olan ki o günlerde resim çalışmalarımı da biliyordunuz, on iki kişisel resim sergisi açmış biriyim. Ve iyi ki de evlenmişim. Belki de bu mutluluğumu size borçluyum.



Sevgili Dağlarca, Sevgili Fazıl Bey…



Sizi henüz şiirin cennetine uğurlamadan önce sizi benim kadar çok seven, sanatçı arkadaşım Gül Acemi bana İzmir’den sizin son çıkan kitaplarınızdan “ orda karanlık olurum ” adlı kitabınızı bana hediye almıştı. Kitabınızı bir solukta okumuş, sizin ne kadar genç şiirler yazdığınıza bir kez daha inanmıştım. Sizin bu kitabınızla ilgili olarak Cumhuriyet Kitap Eki’nde yazı yazacak, Gül Acemi de portrenizi çizecekti. Ama ne yapalım kaderde size mektup yazmak da varmış ve ben size bu mektup yazmak güzelliğini çok sevdim. Arada sırada size buradan mektup yazarım tekrar. Belki kitabınızda yazdığınız gibi “ İki uzak bakışırlar / Bin yıllık olursun kendiliğinden” gibi oluruz biz de! Bu kitaptaki “ Oranın kör basamakları”, “Taş Adam”, “Bayram Günü”, “Yürüyüş” adlı şiirlerinizi o kadar çok sevdim ki. Başka şair arkadaşlarım da okusunlar isterim.



O sizin “yeryüzüne benzeyen çocuksu güzelliğinizi “ özledim. “ Doğan çocuk der ki / Bu aydınlık / Benden.”…Bütün şiir yazmaya kalkışanların ve benim de sizden öğreneceğimiz daha o kadar çok şey var ki. Ellerinizden öpüyor ve yıllar önce hiç unutamadığım bir dizenizle size buradan görünmek istiyorum: “İsveç’teki kadınlar, aydınlana aydınlana sarışın olmuşlar”…



Engin Turgut

Hiç yorum yok: