(6 Ağustos 1960,
Trabzon - )
İlk ve orta öğrenimini Trabzon'da tamamladı. 1978 yılında Trabzon Sağlık
Koleji’ni bitirdi ve iki yıl Yozgat'ın Yerköy ilçesinde, üç yıl Trabzon’da
olmak üzere beş yıl hemşire olarak görev yaptı. Ankara Gevher Nesibe Sağlık
Eğitim Enstitüsü’nde başladığı yüksek öğrenimini tamamladıktan sonra 1986
yılında Sakarya Sağlık Meslek Lisesi’ne öğretmen olarak atandı. Halen emekli ve
Ankara’da yaşıyor. İki çocuk annesi.
1991 yılından bu yana şiirleri, yazıları ve söyleşileri Ada, Agora, Akatalpa, Akköy, Arka Kapak, Bahçe,
Cumhuriyet Kitap, Çağdaş Türk Dili, Deliler Teknesi, Eliz Edebiyat, İnsan, İzlek, Karşı Edebiyat, Kavram
Karmaşa, Kedi Şiir Seçkisi, Kıyı, Kitap-lık, Kocaeli Şehiriçi, Koza, Kum, Kurşun
Kalem, Mavi Portakal, Mor Taka, Öteki-siz, Özgür Edebiyat, Patika, Roman
Kahramanları, Sonsuzluk ve Bir Gün, Şiiri Özlüyorum, Türk Dili, Varlık, Yasakmeyve, Yazılıkaya, Yeni Biçem
gibi dergilerde yayımlandı.
Ödülleri:
1991 yılında İzmir
Belediyesi tarafından düzenlenen “Kadın” konulu şiir yarışmasında, 1992 yılında
Petrol İş Sendikası Kırıkkale Şubesi’nin düzenlediği şiir yarışmasında ve 1993
yılında Yarımca Festivali Şiir Yarışması’nda ödüller aldı. 1993 yılında Ali Rıza Ertan Şiir Ödülü’nü ve “Çılgın Su” adlı kitabıyla Dünya Kitap Dergisi Şiir Ödülü’nü, 1998 yılında Orhon Murat Arıburnu Şiir Ödülü’nü, “Dünya Tutulması” adlı kitabıyla 2006 Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü’nü aldı. “Aşk ve Baharatlar” adlı romanı 2005
İnkılâp Kitabevi Roman Ödülü’nde dikkate değer bulundu; aynı romanı Saint Joseph
Lisesi Yılın Romanı Ödülü’nü aldı. “Alfabeden
Kaçan Harfler” adlı kitabıyla 2014 Türkan Saylan Sanat Ödülü’ne değer
görüldü.
Yapıtları:
Şiir
Kitapları:
& Kanadı Atlas Kuşlar (1991, Karşı Yayınları)
& Çılgın Su (1993, Dünya Kitap Yayınları)
& Kapalı Gişe Hüzünler (1996, Karşı Yayınları, Ank., 64 s.)
& Bir Şehrin Hatıra Fotoğraflarından (1998, Hera Şiir
Kitaplığı, İstanbul, 72 s.)
& Dünya Tutulması (2005, Yom Yayınları, İst., 96 s.)
& Denizden Geçme Hali (2009, YKY, İst., 90 s.)
& Küçük Şeyler Mevsimi (2016, Öteki Yayınevi, İst.)
İnceleme Kitabı:
& Akan Söz Çınlayan Zaman - Ahmet Özer'in Yaşamı ve
Yapıtları (2009,
Heyamola Yayınları, Yaşam Öyküsü Dizisi, İst., 296 s.)
& 12 Eylülün 30. Yılında 30 Yıl 30 Hayat (İbrahim Dizman
ile; 2010, İmge Kitabevi Yayınları, Ank., 648 s.)
Monografi Kitabı:
& Kalbimin Kuzey Kapısı Trabzon (2007, Heyamola
Yayınları, Türkiye’nin Kentleri Dizisi, İst., 276 s.)
& Taş Beşiğim Hacıkasım (2011, Heyamola
Yayınları, Trabzon’dur Yolumuz Dizisi: 5, İst., 152 s.)
Katkıda Bulunduğu Kitaplar:
& Dahiler ve Aşkları (Haz. Özcan Erdoğan; 2008, İkaros
Yayınları)
& Kadın Öykülerinde Karadeniz (Haz. Efnan
Dervişoğlu, 2009, Sel Yayıncılık, İst.)
& Fahriye Abla’dan Çanakkaleli Melahat’a Modern Türk
Şiirinde Kadın İmgesi (Haz. Deniz Durukan; 2012, Everest Yayınları, İst.)
& Yüzyıllık Perde (2014, Alakarga Yayınları)
& Karadeniz Kitabı – Yağmurlar Ülkesinde Çocuk Olmak (2015, Yitik Ülke
Yayınları, İst.)
& Maviden Yeşile Karadenizden Kadın Portreleri (2015,Nika
Yayınları)
& Aşka Dair Düşünceler (2015, İkaros Yayınları, İst.)
Romanları:
& Aşklar ve Baharatlar (2008, Heyamola Yayınları, İst., 256
s.)
& Mavi Çayırın Kadınları (2013, Heyamola
Yayınları, İst., 176 s.)
Çocuk Kitapları:
& Hayal Vadisi (Roman; 2012, Koza Kitap, Yediveren
Kitaplar Dizisi, Ank., 239 s.)
& Alfabeden Kaçan Harfler (Şiir, 2014, Kök
Yayıncılık, Ank., 64 s.)
& Gizemli Yabancı (2014, Top Yayınları)
& Juju – Beni Unutma (2015, Bilgi Yayınevi, Ank.)
Diğer Kitapları:
& Epidemiyoloji ve Sağlık İstatistiği (Halil Polat ile;
2002, Sağlık Meslek Lisesi Ders Kitabı)
Kaynaklar:
A Yılmaz Odabaşı, 1975-2000 Son Çeyrek
Yüzyıl Şiir Antolojisi, Scala Yayıncılık, 2000, İstanbul, sf. 482-483
Hakkında
Yazılan Yazılar:
1
Haydar
Ergülen, “İmkansızlığın şiiri”: Dünya Tutulması, Yazılıkaya, ;Sayı: 13, Ocak
2007, s. 2
1
Mine
Ömer, Çiğdem Sezer Şiiri, Şiiri Özlüyorum, Sayı: 35, Mart-Nisan 2010, s. 24-25
1 “DENİZDEN GEÇME HÂLİ”*
Bu nasıl bir sokak? Nereden bileyim?
Nerede başlayıp nerede bittiği önemli değil ama Türkiye’de bir sokak, bu kesin.
Ülkemizin hâllerinin içinden akıp geçtiği, tahribatların sergilendiği, yürek
yakan insan manzaralarıyla bezeli, biraz beli bükülmüş yılların ağırlığından, sırtı
kamburlaşmış acılardan ama dinç görünmeye çalışan, içini dışa vurmasa da her
şeyi ayan beyan ortada olan bir sokak işte. Bir “sevda sokağı” ya da kimsenin
çıtının çıkmadığı “susmalar sokağı” da denebilir can alıcı fotoğraflara bakınca
uzun uzun. “Burada kimse kimseyi ve hiçbir şeyi sevmiyor” da olabilir ki bu da
doğaldır günümüzde. Gelenekler ve yaşamın incelikleri sırra kadem basalı çok
oluyor ; ama olsun varsın. Burada “hayatın arka bahçesi” onarılıyordur çünkü.
Filmlerdeki hayatlara özenilip mutlaka ve duvarda şöyle bir levha da asılı
duruyordur gören gözler için: “hayat çöp birikmiş bir duvar gibi”. Gel de
içinden çık bakalım bu sokağın, bunca sokağın, bu ülkenin, bu hayatların,
ölümlerin, depremlerin, çakıp duran şimşeklerin!... “Yasemin” kokulu bir sokak
olması da olası bu pembe düşlerini çoktan yitirmiş, suratı iyice asılmış ve
kararmış sokağın. “pembe panjurlar kırmızı kiremit ve kızarmış ekmek kokusu”yla
dopdolu da bir yerdir belki de haritada ve yeryüzünde yeri belli olan,
adreslere mektup bırakılan, elektrik direklerine yağmur, kar yağan,
pencerelerine güneşler konan, balkonlarda çamaşırlar, ömürler kuruyan...
“Mutsuzluk”un “koku gibi” üstlere sindiği ,“benim bir sokağım olsa adını tarçın
koysam” dedirten bir sokaktır belki burası. Yalnızca bu sokağın insanlarında
değil ülkemizin her sokağında “etimizden bir parça koparıp gider hayat ve
dayanırız” der insanlar, bu dizeyi sabah akşam birbirlerinin acısını almak için
söyleyip dururlar ve şöyle düşünmeye devam ederler yarı sesli, yarı sessiz
evlerinde, dışarıda, çay içerken, yemek hazırlarken hücre gibi mutfaklarda, ölü
gibi yatılan yatak odalarında: “dayanırız yaşamak ağır basar içimizdeki akrep /
kendini sokmadan evvel bütün kelimeler ateşe koşar”. “kelimeler ateşe koşar” da
ne olur? İçimiz yanar kavrulur, ülkemiz düzlüğe çıkmaz ama “hayat fal aç”ar
durmadan belirsiz gelecekle göz göze gelmek için. “Körebe” oynanan sokakların
yüreğinde yuvalanır “isyan ve hiddet” ama dışa vurulamaz; öfkeleri de bağrına
yatırır hayat günü gelince. “Hep aynı kâbusu” görenlerin sokağıdır belki de
burası “hayata geç” kalmışların birbirlerini teselli ettikleri, birbirlerinden
bir şeyler gizlemedikleri, ellerindeki avuçlarındakileri paylaşıp durdukları…
“İçli”dir buranın insanları, sazı sözü severler ki aman aman! Kavgayı da
bilirler dostluğu da ve başları beladan kurtulmaz bu yüzden. Düşü düşünürler de
bulamazlar bir çıkış yolu düşüp önlerine. Ölümü iyi bilirler anadan, babadan,
yârdan, kardeşten, haladan, teyzeden, dededen, komşudan, trafikten, cinayetten,
hastaneden, intihardan, polisten; ayrılığı, yoksulluğu; kalleşliği, yarayı
yaşayanlardan-taşıyanlardan bilirler. Bu sokaklar nereye çıkarsa çıksın,
yaşayan ölü olmadılar hiçbir zaman öyle sayılsalar da nüfus sayımlarında. “bir
sokak işte çıkıp gidecek caddenin birine açılacak”. Hep bir umut vardır yolun
bir yerlere çıkacağına ilişkin. Fallar da bunu söylüyordur elbette ehli ellerde
açılınca. Her şey “tamammış gibi” yaşanıyordur eksiğiyle fazlasıyla, oysa
çürüye çürüye ölünüyordur bunca karmaşa, kaos, düzensizlik, haksızlık, yozluk,
yozlaşma, ahlâksızlık, pislik arasında. “Aşktan ve acıdan” ölünmese de ölünecek
o kadar şey var ki, hangisini saymalı! Öyle ya “ölmek de bir masal işte yaşamak
nasılsa...” Dağlar, denizler, insanlar, acılar, mutlu-mutsuz aşklar, iyi-kötü
zamanlar, gülenler, ağlayanlar, düşlüler, düşsüzler, evliler, evsizler,
yorgunlar, bezginler gelip geçer ayaklarını sürüye sürüye, uça uça, sine sine,
bu sokağı baştan sona, sabah akşam... Bir halk türküsü gibi yayılır, çoğalır
hayat evden eve, sokaktan sokağa yine de: “sümbül dağından bir mesel geçti /
gölgesi gövdemize düştü de geçti / üstü başı geyik kanı bir gece geçti / bıçağı
ömrümüze değdi de geçti”. Böyle olunca da “şimdi orada bir orman kalbini
çıkarıyor”dur italik bir yazıya dönüşerek. “Kelimeler gibi ağaçlar”ın içinden
çıkması zor; ama şiir girer bu kuytu alanlara”som acı”lara, avcı düşlerine,
keklik gülüşlerine... Hayatın kustuğu sokakların sokak kadınları da olur
elbette gül kokulu, sümbül gibi, karanlığa yazgılı: “koynunda kaçak tütün
kokusu / yatağında geceden kalma izler / gökyüzü yastığının altında / bedeninde
yıldızlar ve daha neler”. “burası dünya” dünya olmasına ya, “tekin bir yer
değildir”, tedirginlik ise diz boyu. “acının ucuna bucağına / varmanın yol
haritası” dünya burası işte. Hırslanmak, diklenmek için sözcüklerin yardımı
gerekiyorsa, susmak için de imdada ilk koşan onlardır yine boğaza düğümlene
düğümlene. Unutmak bir yazgı değildir de bir “çukurdur” ne varsa içine
doldurulacak ve dünyanın “uzun acısı”na emanet edilecek. “ustura ağzında yaşamak”tır
bu kendin kıra döke, sağa sola çarparak, parçalayarak geçmişi, geleceği,
şimdiyi, ilikli ilişkileri, deri değiştirmeleri öne süre süre. Bilenen ise bir
başka cümbüştür hayata göstermeden gelip geçen; aramızdaki onca hayat geçmişten
sorumlu mudur bilinmez ama herkesin acısı kendi boyu kadar da denemez, çünkü
hayat ne küçüktür ne büyük herkese yer vardır onda. Şarkılar biter ama
sözcükler alır götürür geride kalanları “hayat bir darağacı gibi” sallanırken
“üzerimizde”, yine de elinden bir şey gelmiyor bu hayatın çocuklarımız
öldürülürken orda burada, söz alıp bir şey demiyor, yumruğunu indirmiyor kaşın
gözün üstüne; “tökezliyor” kendine. Şu iki dizeyi ne yapmalı, gelin mi damat mı
acıyı falan bir yana bırakıp? “ters lâleler gibi açıyor hayat / içine taşmış
her kelimede”. İçinden hayat geçmeyen bir ilişki yoktur, bir yaşam da. Nasıl
olsun ki? Eksilen, eksilten ise hayatın yüzüdür öyle dağılıp, yarım yarım
duran, “atlas”lara gelmeyen. Şu dizeler de kadınla erkek arasındaki en doğal ve
en güzel, en sıcak, en anlamlı, en coşturucu ilişkinin capcanlı bir
fotoğrafıdır acıya, ölüme, siyasi baskılara karşın: “bin yıldır karşı karşıya /
iki yok parça iki taş / hadi kendimizi üst üste koyalım”. Böyle olunca tek bir
sözcükle “sayfa” olma hâlidir ki bu, hayatın büyüsü de masalın gerçekliği de
buradadır. Taşa, yaza, kışa, güne, aya, yıla, duvara yazılan, kazınan.
Yaşamı derinden duyumsamak, güçlü
gözlemleri imgelerle paylaşmak hayatın gözü önünde… Daha ne olsun! Şu iki
dizeyi armağan eder Çiğdem Sezer, sezebilenlere: “sende bir yokuş çık çık
bitmez / bende bir telaş atlardan kalma”. Bu, şu mu demektir diye sesli
düşüyorum şimdi: “sonra kiraz ve ayva ve nar / aşktan başka bahçemiz mi var!”
Aşkın olduğu yerde meyveler de bir başka açar, gül de bir başka solar.“güvercin
denizi” bir gökyüzüdür âşıkların başlarının üstünde yıldıza, güneşe, buluta
aldırmayan…Döne döne dönen nedir; başlar mı, dünya mı, içerde mayalanıp duran
çalkantılar mı, bilinmez; ama bilinen bir şey varsa, o da “sabır ile yaş ile
söz / birike birike, yazdım / defterim elinde, oku / yer altı sularının
sesiyle” diyor ya Çiğdem Sezer, bu sese, bu yepyeni kitabında, bu olgunluğunu
doruğa çıkardığı şiirlerde kulak vermeli ki hayatın içine iyice sızılsın
sızlanmadan.
Çiğdem Sezer, engin, derin, zengin içine
açıla açıla yazıyor (azıyor) hayatın her alanından süzdüğü dizelerini.
Kendinden yola çıkıp, dolaşıp insanlığın temel düşüncelerini, esrik
duygularını, farklı ama benzer anları olan yaşam biçimlerini, unutulmaz
acılarını, mutlu-mutsuz aşklarını imgelerinin imbiğinden geçiriyor, sonra yine
kendine dönüp bakıyor bir başkasıymış gibi. “içinde ölüsünü gezdirenin /
olmuyor dışında kimsesi” gibi sağlam dizelerle ustalığını gözler önüne seriyor
iyiden iyiye. Denizden Geçme Hâli, yalınlığın, duruluğun, sağlam duruşun
kanıtı. Hayatın tüm güçlüklerine, dalgalarına, yıldırmalarına, yakıcı
şimşeklerine, inişli çıkışlı hâllerine bir tepkiyle birlikte ölümün
ölümsüzlüğüne, aşkın gücüne, acının evrenselliğine, yıkımların, kırılmaların
yıldırıcılığına da ince oklar, saptamalar düşürüyor şiirinin sırrıyla…
* Denizden Geçme
Hâli ,Şiir, Çiğdem Sezer, YKY, Nisan 2009, 90 sayfa.
Akatalpa/Ağustos
2009
Gültekin Emre
1 ÇİĞDEM SEZER
ŞİİRİNDE ACIYA VE KENDİNE YÖNELİMLER ODAĞINDA EV KADIN VE DÜNYA HALLERİ
Oya Batum Menteşe, “Erkek merkezli
görüşlerin erkek – egemen toplumlar içinde üretildiği” ni söyler , Toplumsal
Kimlik ve Kadın Yazarlığı”* başlıklı yazısında ve ekler: “Erkek – egemen
ifadesi, bilindiği gibi, erkeğin çıkar ve ilgi alanlarının kadının çıkar ve ilgi
alanlarından öncelikli sayıldığı toplumlara ve o toplumlardaki güç ilişkilerine
verilen addır. Erkek – egemenlik bir güç ilişkisidir ve gücünü cinsler arası
biyolojik farklılıklara verilen sosyokültürel anlamlardan alır. Bu görüş
çerçevesinde üstün olan cins erkektir, bu nedenle kadın, erkek ‘norm’ alınarak
ona göre ve göreceli olarak tanımlanır.”
Erkeğin üstün olduğu toplumda, elbette
ki alınacak çok yol vardır. Çünkü hemen hemen her şey ( buna medya ve ev içi
halleri dahil ) erkeğin arzularına hizmet eder. Bu bağlamda, kadın, binlerce
yıldır kendine çıkış yolları arar. Bu arayış, geçmişe göre bugün oldukça ivme
kazanmış durumdadır; 80’lerin suskun, iç benine dönük kadının yerini, 90’larda
konuşkan bir kadına bıraktığına tanık oluruz. Bu kadın, kendini evden sokağa,
sokaktan meydanlara taşımıştır. Kadının yaşam içine çekilmesinde, 90’larda
değişen ekonomik koşulların kuşkusuz büyük payı vardır. Bu koşullar ona yaşam
içinde farklı bir alan açmıştır.
Ekonomik ve sosyal koşulların açtığı bu
alana karşın, kadının kendini, eril topluma ‘kabul ettirmesi’ kaçınılmaz bir
gereklilik olarak karşımızdadır. Gerek söylemlerinde gerekse vücut dillerinde
gözlemlenen genellikle budur. Yine de zaman içerisinde bu durumda, gittikçe
göze çarpan bir iyileşme de söz konusudur.
Daha öncelerde belki kendilerine
uygulanan kota sebebiyle edebiyat dergilerinde yer alan kadınlar, zaman
içerisinde bu kotadan yararlanmama durumunu seçerler. ( Her ne kadar bu durum
şimdilerde de bazı erkek ve kadın şairler için geçerli olsa da...) Kimi kez de
hazırlanan yıllıklarda nerdeyse kişisel hesaplaşmalar yüzünden kendilerine yer
bulamazlar. Buldularsa da bu sayının, erkeklerle oranlandığında, oldukça az
olduğu görülür. Yıllıklar çoğu zaman, hazırlayıcısının beğenisi ile sınırlı
kalsa da, geneli yansıtmakta rol oynarlar kuşkusuz. Geçmiş yıllarda yayımlanan
yıllıkların bazılarında, şairlerin cinsiyet dağılımına bakacak olursak, durum
daha anlaşılır olacaktır :
1995
Adam Sanat Şiir Yıllığı, ( Haz. M.H. Doğan) 131 erkek – 9 kadın
1998
Şiir Coğrafyamız.( Haz. Osman Bolulu) 182 erkek 25 kadın
(HANGİ
YIL)E Şiir Yıllığı ( Haz. Veysel Çolak.) 126 erkek 18 kadın
2007
YKY Şiir Yıllığı, Hazırlayan Baki Asiltürk 100 erkek- 14 kadın
2007
Şiir Defteri ( Haz. Şeref Bilsel – Cenk Gündoğdu ) 122 erkek – 24 kadın
Görünen o ki, kadın, çeşitli sebeplerden
dolayı yıllıklarda kendine yer bulamamış. Hayatın çeşitli alanlarında binlerce
yıllık yalnızlığa itilen kadın için durum, edebiyat alanında da fazla
değişmemiş görünüyor. Şair kadın sayısındaki bu düşük oran, sadece edebiyat
alanının sorunu olmayıp, toplumsal koşullarla da ilintilidir kuşkusuz.
Tam da bu noktada, değişen toplum yapısı
ile birlikte, kadına atfedilen rollerde de bir değişiklik olduğu akla
gelebilir. Yazının girişinde andığım ekonomik koşullar, tüketim toplumunun
dayatmaları, kadının ev içi halleriyle sınırlı olduğu yaşam biçimini etkilemiş,
bireysel varoluş kaygıları ile ilgisi olmayan bir dışa açılım olanağı
sunulmuştur kadına; çünkü para kazanabilir, kazanmalıdır! Ancak, bu dışa
açılım, para kazanma, giderek yüksek öğrenimden yararlanma oranının artışı, iş
yaşamındaki kadın sayısındaki çoğalma, kadının ev içi rollerinde bir azalma
sağlanmadığından, bedensel ve ruhsal yıpranma sürecini de hızlandırmıştır.
Bunca yıpranmaya karşın, denilebilir ki kadın, kendine açılan alanı
olabildiğince değerlendirip sızmıştır yaşamın içine; hiç değilse edebiyat
alanında durum budur.
Sözü burada, koşulların bunca
olumsuzluğuna karşın kendini var edebilmiş şair kadınlarımızdan birine, Çiğdem
Sezer’e getirmek istiyorum . Gürhan Uçkan, şöyle diyor “Çiğdem Sezer ve Şiiri”
başlıklı yazısında**: …usta işi ve düşündürücü…/ ilerisi için umutlandım;
hayır, yalnızca ozanın ilerisi değil, şiirimizin geleceği için. Kadın ozan,
erkek ozan; bilmem ne kuşağı tartışmalarına girmeden, düpedüz kalıcı ve basma
kalıplıktan uzak şiirlerin yazılabildiğini bir kez daha görmüş olduğum için.”
Uçkan, adı geçen yazıda ozanın şiir yürüyüşünde “tuttuğu tertemiz yol” dan da
söz ediyor. Bu saptamalar, Sezer’in şiire bakışının da ip uçlarıdır aslında.
Pek çok söyleşisinde “şiiri bir statü aracı değil, bir hâl, bir oluş” olarak
gördüğünü söyler, Sezer de; bu görüştür ki onu kısır tartışmalardan, mevzi
yarışlarından uzak tutar ve şiire odaklar.
Çiğdem Sezer’in, ilk şiir kitabı Kanadı
Atlas Kuşlar 1991 yılında yayınlanmış. Bunu izleyen diğer kitapları; Çılgın Su(
1993), Kapalı Gişe Hüzünler ( 1996 ), Bir Şehrin Hatıra Fotoğraflarından( 1998
), Dünya Tutulması. ( 2005 ) izlemiş. (Bundan sonra kitap adları kısaltılarak
verilecektir.)
80’lerin kadını, ev içi ve dışında
kendini var etmeye çalışsa da, çabası sadece bir fısıltı olarak duyulacaktır.
90’larla birlikte şiirde, sözcüklerle sevişen, hatta “ sözcüklerin metresi”
olmuş kadın tipi ortaya çıkacaktır. Bu kadın, 12 Eylül darbesinin yarattığı bir
kadın tipi olsa da, erkeğin yarattığı yaşam alanında kendini var etme çabası
verir. İşte biz tam da bu noktada, bu yazı ile “ Çiğdem Sezer Şiirinde Acıya ve
Kendine Yönelimler Odağında Ev Kadın ve Dünya Halleri” ni irdelemeye
çalışacağız. Daha çok da belki, evden sokağa, sokaktan, dünyaya açılmanın
hallerini…
Şiirlerinde, daha çok anne, ölüm,
yalnızlık, ev, oda, yara, savaş, dünya temalarını işleyen, Çiğdem Sezer’in
K.A.K adlı kitabına baktığımızda, Sesim İçimde Ağrı adlı şiirinde, bir kadınlık
hali ile karşılaşırız. Bu, okuyana acı veren bir kadınlık halidir. Bireysel
gibi görünse de, gerçekte toplumsal bir acıyı imlemektedir şiirdeki kadının
varoluş biçimi.Duyguların ifade edilmediği ev içlerinde, iki beden de birbirine
yabancıdır. Zoraki bir sevişme sahnesi tasvir edilir. Sevişme tenden öteye
geçemez. “ karanlığı küf kokan bir gece / yolculuğum / tenimden öteye gitmeyen
sevişmeler / üşütürken saatleri” Ama daha öncesi vardır bunun. Önce bakir,
sonra da genç kız olunacaktır.. Ardından hayatın her alanında boy gösterecektir
kadın. Sonra da, daha kendini bilmeden, belki de birilerinin isteğiyle
evlenecek, evlendirilecektir. Gelin Ağıdı , işte bu türden bir şiirdir: “
sevincim bir gelin döşeğinde uyur / on dört yaşım / saçım belime dek sırma /
iki yorgan üç tencere çeyizim / başlığım iki kol Trabzon burma / gelin girdin
kefenle çık / er sözü kulağımda küpe / kefen gibi taşıdım otuz küsur yıl”
Egemen görüşün kadına biçtiği rol, ona
her daim hatırlatılır. Mutsuz bir evliliğin, her ne pahasına olursa olsun
sürmesi gerektiği öğütlenir. O da bunları, kulağına küpe gibi takmıştır
nasılsa. Yalnızlığına itilir. Yine de, bir sevişme sahnesi olmazsa olmaz. O da,
güler bir yüzün, kadının kapısına uğradığı vakitlerdir belki. Sezer, Nisan adlı
şiirinde şöyle der: “ musluğu gece boyu açık kurnalar / bir yemişin şehvetiyle
yıkandığımız / sularda karışır iki karanlık”
K.G.H adlı kitabına baktığımızda ise,
yalnızlık, ev, aşk ve dünya hallerinin Sezer’deki yansımasına tanık oluruz.
Çünkü o, 12 Eylül’ü görmüş, darbelere tanık olmuş, çevresinde gelişen savaşlara
içten içe üzülmüş, acılı bir coğrafyanın kızıdır. Kendine, kendinden çıkıp
anneye oradan da dünyaya, dünya meselelerine gider. Yaşlanan dünya, bir
yalnızlar oratoryosuna benzer. O da, bu oratoryonun kahramanıdır. Ya da dünya
bir sinemadır da hüzün, bu sinemada kapalı gişe oynamaktadır. Artık K.G.H’ler
de evden sokağa çıkılmış, K.A.K’larda öncelenen yanlış evlilikler, mutsuzluk,
K.G.H’ de, öznenin bir mutluluk, aşk arayışı içinde olduğunu bize
göstermektedir. Hüzün Matinesi adlı şiirinde, şu dizeleri yazar şair; “
yalnızlığın yatak odası: / hüzün maskeleri biriktirdim yıllarca / aynaydı
yüzüme kararan su, camları sildim / ovdum pervazları, yağmur hiç susmadı” Ve
kadınların sesi tek bir ses halinde duyuluyordur artık; hicazkârda
tutsaktırlar. Tutsak edense, yine bir erkektir. “Cesaret Sayın Bayım” adlı
şiirine bakıldıkta, eril olanı şu dizeleri ile tanımlar; “ çünkü siz sayın
bayım, eğik bir çizgideydiniz / öldürenle doğuran arasında, ah ne tuhaf / bir
durumdan diğerine geçerkenki haliniz”. Burada, küçük bir değinmeyle de olsa,
erkeğin, doğuran ve öldüren; anne ve sevgili arasındaki sıkışmışlığını da
işaret eder Sezer. “bir durumdan diğerine” yani anneye oğul olmaktan, sevgiliye
erkek olmaya geçişte yaşanan tuhaflığı gösterir okura. Erkeğin, erk-iktidar
tutkusunun ardında yatan trajediyi, belki de…
Cinsiyet rollerini bunca sorgulayan
Sezer’in şiirine bakıldıkta, onda annelik ve kadınlık hissinin azalmadığına,
hatta koruyucu bir anne olduğuna dair işaretlerin varlığına tanık oluruz. İster
istemez, belki de içgüdüsel olarak, dönüş yine evedir. Evde çocuk vardır. Çocuk
bakılmak, ilgilenilmek ister. Bunu da yapacak kadındır. Çocuk, korunabildiği
kadar korunur nasılsa, ama belki de kız çocuklar daha fazla korunma güdüsüyle
sarılıp sarmalanırlar. “ sokak çocuk ve aşk / koruyup biriktirdiğimiz kadardır”
Eril olana yönelik dizeler, bu kadarla da bitmez. Çünkü bizlere öğretilmiş olan
tanrı erkektir. Kimi kez bıyıkları vardır. Ya da babadır. K.G.H’ler adlı
kitabındaki, Mektup adlı şiirine bakıldığında, bu görülebilir. “ öjelerime
kızdı gök baba. Yer anne kücücüktü / bahçe duvarına kaçtım”
Sezer, artık sokaktadır; ama bir ayağı
ev içindedir. B.Ş.H.F adlı kitabında onu şehrin içinde dolaşırken görürüz. Bu
yağmurlu şehir, çocukluğunun ve ilk gençliğinin geçtiği Trabzon’dur. Aşkın, aşk
hallerinin yoğun olarak hissedildiği bir kitaptır B.Ş.H.F. Burada, acıya ve
kendine yönelse de, bir yanı hep şehrin içindedir. Tülden ayakları ile şehri
gezer, dolaşır. Anılar yumağını, sevgilileri hep içinde taşır. Adresi Köz Olana
adlı şiirinde, suskunluğunu vurgular. Bu, bir kadının yağmur öncesi
suskunluğudur. Susar, çok uzun susar ama ya sonrası? “ doğrudur suskun ve vahşi
olduğum / sular kabardığında bir hayvan gibi / dönüp durduğum, çemberin
etrafında”
Doğu’nun gizemli havasına, çöl, kum ve
töre cinayetlerine karşın, kadın için durum batıda da çok farklı değildir.
Doğudaki çarşaf ve peçe, yerini batıda ipeğe bırakmıştır. Leyla ile Slyvia
Plath bir anlamda özdeşleştirilir: “… geceler uzuyor / ipek bir kilot
onarıyordu sylvia / üstüne dikip yaşamı/ bir başka yüzü aramak için zifiri
karanlıkta”. Şehrin içinde gezmeye devam edilir. Gezilirken, göze çarpan
şeylerden bir tanesi de, kadının binlerce yıldır hazine gibi sakladığı
kızlığıdır. İyi Huylu Kitaplar Rafından adlı şiirinde yer alan dizeleriyle
Sezer, güle bir takım anlamlar yükler. Onu kişileştirir. Gülün rengi ile
kadının ay hali durumunu özdeşleştirir. “ o büyük şarkının. o eşsiz / çağıltının
gövdeme açtığı yara / irin çoğaltmada. hâlâ / ihanet / kefaret / kan / akıyor /
kızlığını kaybetmiş gül çığlığından” Bazen de kenti gezerken, fosforlu bir
fahişenin yerine kendini koyar.; Bir Şehrin Hatıra Fotoğraflarından adlı
şiirinde. “ şehir der, gizimdir / ateşin ardında bıraktığı köz / ben fosforlu
fahişe / kaç çağ artığı / diş izi, kan lekesi / saten çarşaf hiç çekilmemiş
fotoğrafta / hep melek kalmak” der.
Muhsin Şener, B.Ş.H.F. adlı
yazısında***, Sezer’in şiirindeki çok anlamlılıktan, sesin önemli bir yapı taşı
olduğundan söz ederek şunu söylüyor: “..sözcüklere hem yeni bir dil olma
bilinci vermek hem de o bilinci hiç bozmadan derinliklerdeki anlam katmanlarını
içermesini sağlamak, bir yandan da ona bir büyü kazandırmak…Sezer bunu başarıyor.”
D.T’na baktığımız zamansa, meselelerin
Sezer’in şiirine iyice yerleştiğine tanık oluruz. Artık ev içi hallerini dünya
halleri ile bütünleştirme sürecini tamamlamış bir şiirdir karşımızdaki. Kendini
ve yarasını açık eden Sezer, kendine biçim vermeye çalışan hayata rağmen ayakta
kalmayı başarır. Ölüm izleği çoğu şiirinde geçse de, hayatın güzelliğini bilir.
Kendini ırmağın suyuna, boynuna bağladığı taşların ağırlığınca bırakan Virginia
Woolf örneğinde olduğu gibi, intihar etmeyi düşünmez. İçinde hep umut vardır.
Umutsuzluk bir anlamda hayattan umut kesmektir. Ben Seninle Beyaz adlı şiirine
bakıldıkta bu şu dizelerle göze çarpar: “ ölünün gövdesi acıdı ağırlanmaktan /
acıdı avuçları yeryüzünün / kapladığı boşluktan / ben seninle beyaz / bir gemiye
bindimdi / çırpınıp dururken iki su kuşu / gökyüzünün ayakları denize
değiyordu”
Bu kitaptaki ölüm izleği, diğerlerinde
olduğu gibi varoluşsal bir sorunsalın irdelenmesinden öte, bir somutluk edinir;
Sezer, 1999 depremini yaşamış, o felâketin çok yönlü yıkımına tanık olmuştur.
D.T. ‘nda yer alan “Yaslı Ova” şiiri; depremi yaşadığı Adapazarı’na “verdiği
her şey için”, ifadesiyle; “Yağmur Yağıyor Gibi Ölüyorsun” adlı şiirse,
“giderken götürdüğü onca güzellik için, Elvan’a” ithaf edilmiş şiirlerdir.
Arka oda ve yoksanmışlık halinin sürüp gittiği ev, bazen bir uçurum olsa
da, Sezer’in şiirinde kadın, bunca yoksanmışlığına karşın, yalnızca ev içinde
değil, dışarıda da vardır; dünya meselelerinin içinde. Bu, ben’ini dışlayarak
değil, ben’ini de içine alan bir dışa açılmadır.Konuşmayan insanlar,
paylaşımsızlık, evi içten içe çürütse de, Çiğdem Sezer kendini Esra Zeynep’in
ifadesiyle “ iyi aile evleri” ne kaçırmaz. Kaldığı, tam da hayatın ortasıdır.
Gözleri Bağlı Güller adlı şiirine bakıldıkta, şu dizeler göze çarpar; “ sanki
ev kendini yutuyor / sanki kuyu / içmiş kendi suyunu / ev bize bakıyor / kuyu
çatlıyor yalnızlığından / kuyunun yalnızlığı üstümüze akıyor”. Evler değişir
ama çoğunlukla yaşantılar değişmez. “ şimdi başkalarının oturduğu / evlerdeyiz.
Birer balkon / birer eşik olmaya / yeraltından yaralarımızla / şimdi
başkalarının oturduğu / evlerde oda olmaya” Tam da bu noktada, Metin Celal’in
konu ile ilintili şu sözleri akla gelebilir: “ yine de yukarıda iki dizesini
alıntıladığım Perihan Mağden’in “ Kaçtığım İyi Aile Evleridir” ya da “ Mutfak
Kazaları” gibi şiirler ( nedense) bekliyorum kadın şairlerden. Süheyla
Taşçıer’in erkek egemen dille kurduğu “ erotik şiirler”inin karşıtlarını
bekliyorum, arıyorum. 80’li yılların kadın şairlerinin en ilginç
özelliklerinden biri olan evrensellik onları yerel olandan daha çok çekiyor.
Aşk, cinsellik, gündelik hayat, kadın – erkek ilişkileri, erkek egemen söylem
ve iktidar yapısı gibi şeylerle uğraşmaktansa daha “ulvi”, daha imgesel olanı
tercih ediyorlar. Evet, bu da bir tercihtir ve bu açıdan
eleştirilebileceklerini sanmıyorum. Çünkü güzel, değişik, kendine has şiirler
yazıyorlar ve şiirleri ile var oluyorlar, kadınlıklarıyla değil önemli olan da
bu.” *** demesine katılıyorum ama değişen toplumsal gerçeklikle birlikte,
rollerin eşitlendiğini, kadından, kadın özneden beklenilen bir takım şeylerin,
kadınlıkları ile sınırlı tutulmaması gerektiğini düşünerek. Çünkü burada, erkek
şairlerin, cinsiyetlerini ne kadar şiire yansıttıkları sorusu akla gelebiliyor.
Özellikle 90’lara bakıldığında, erkek şairlerin şiirlerinde, 70’li yılların
erkek şairlerine oranla kendilerini eril söylemden kurtardıklarını, bu anlamda,
büyük gelişme kaydettiklerini söyleyerek. Çünkü bugün, bu söylem, erkekler
tarafından da büyük ölçüde kırılmıştır.
Sezer, diğer kitaplarında olduğu gibi bu
kitabı D.T’nda da egemene karşı tavır geliştirmiş, durumu işaret etmiştir
adeta. Erkek çocukların evden, kız çocuklardan önce çıkması, annenin kız
çocuklarına karşın korumacı ( ki buradaki koruma, çoğu kez mahrum bırakma ile
eş anlamlıdır) bir tavır geliştirilmesi onu derinden yaralar ve yaraya adeta
parmak basar, Vebal adlı şiirindeki şu dizeleriyle; “ oğlanlar sokağa çıkardı /
kızlar bahçeye kadar / rahminden düşen asit damlası / kimin boynuna vebal”
Yara hep vardır, hem de hiç
kapanmamacasına. Zeynep Uzunbay’ın. “ Şiirlerinde müthiş bir bunaltı var, ümit
kaçamakları da yok değil, ama çabuk sönüyor. Sönüp gitmenin, ölmenin, zulmün,
yaranın tadına bakıyorsun, ağlamıyorsun da. ben yaramı sevdim, diyorsun Mahrem
Yara’da.” diye sorduğu soruya şu şekilde cevap verir; “Bayılıyorum bu
yargılara! ‘ Şiirinde müthiş bir bunaltı var’ dedin ya, izin ver sözlük
karıştırayım biraz. Bunaltı; sıkıntı, iç sıkıntısı. Böyle diyor sözlük. Hepsi
bu mu yani? İç sıkıntım olmasa şiir niye? Sıkıntıya çare olsun diye değil,
senin ‘ümit kaçamağı’ dediğinin farkına varabilmek için belki.”
Ve yarasını sever. “ ben yaramı çok
sevdim” der. Onda yara sevilmek için vardır çünkü. Bu, “yarası olmayanın çaresi
de olmayacağı” anlayışından yola çıkmış bir sevme halidir elbette. Gökyüzü,
yağmur ve bulut Sezer şiirinin diğer izlekleridir. Yağmurla, bulutla, gökyüzü
ile sevişilir adeta. Su, yaşamın ilk oluş anına, kirlenmemişliğe, doğal olana,
insani olana gönderme yapar. Dünyanın kirletilmişliğinden arınma isteği belki
de…Bu izlekleri içeren dizelerden yalnızca birkaçı şunlardır:“ seni denize
ödünç verdimse / söyleyip yağmurun diliyle”, “ bekleyen adacıklar gibi /
karanlık sularını ışıtıp”, “sabaha karşı dedimdi / yasak sularda uzak
dağlarda”, “kalbimi ağır akışlı bir suya bırakarak”
Sezer, baştan beri muhalif tavrını da
sürdürür.. İkinci kitabı Çılgın Su’da, yer alan şu dizeler, bunu en iyi şekilde
somutlar: “ benimle böyle seviş hayat / kendime muhalif dizeyim” Durup, “ sen
şimdi bu dünyayı / tut bir ucundan havalandır” der. Çünkü dünya kirlenmiştir,
nefes alacak tek yeri kalmamıştır. Savaşlar, köşe dönmecilik alıp başını
yürümüştür. Ya da ikiz kuleler faciasına göndermeler yapılır. “ yataklarda bir
kez daha / ikiz kulelerin tozuyla, sevişmesiz uyanırken Burka” Yine D.T ‘de yer
alan Burka adlı şiirde, dünya ve Türkiye gerçeğine göndermeler yapılır yeniden.
“ kurtlar uluyor Burka / koynundaki oğul koca oluyor / kabil ve Kandahar ve
incirlik / ve new york Burka / kasıklarında geziyor”
D.T adlı kitapta nerdeyse dünya ya da
yerküre adının geçmediği şiir yok gibidir. “ bu saatte yerküre / iç bulantısı
gibi dönmekte”, “ bu saatte dünya / kocaman bir göz akı karasına”, “ kaç
hayattır burada oturuyorum / hem dünyalı hem değil”, “ sıradan şeyler olup
bitiyor, dünyanın / her yerinde”, “ dünyayı avucumdaki kesikten bildim”, “
dünya mağara / büyük zaman tapınağında”
Sezer, ilk kitabı K.A.K’dan, son kitabı
D.T’na kadar geçirdiği süreç içerisinde, kendini evden sokağa, sokaktan
meydanlara taşımış, kendine biçim vermeye çalışan eril dünyaya, inatla karşı
durmuştur. Bu karşı duruş içerisinde, yanında şiirin kız kardeşleri de vardır.
Çünkü alınacak yol uzun ve çetindir. Ve Sezer’in şiire atfettiği “hâl”, “oluş”
kavramları, iktidarı değil kardeşliği içerir. Haydar Ergülen “adı güzel, derdi
güzel, içi güzel” dediği ve “imkansızlığın şiiri” diye nitelediği D.T’ndaki
şiirlerin bir “halsizlik hali” olduğunu söyledikten sonra ekliyor: “Sezer bu
halsizliği bir güce, bir gösteriye dönüştürmeme başarısını, erdemini de tüm
şiirinde gösteriyor ki büyük harfli şiir-iktidar tartışmasına hiç girmeden
şiirin iktidarla en küçük bir alışverişi olamayacağını da sessizce beyan
ediyor.”****
Bu beyan ediş; has şiire giden yolun
kilometre taşlarını da imliyor aslında; insanı ve insani olanı içeren, acıyı ve
yarayı olduğu kadar, dünyanın iyilik hallerini de –aşk, kardeşlik, arkadaşlık.-
kendinde saklayan, sunan, çoğalan ve çoğaltan kilometre taşları; sözcükler…
Sanırım son söz bu olmalı; sözcüklerle
sevişen bir şair, Çiğdem Sezer….
*Oya
Batum Menteşe, Toplumsal Kimlik ve Kadın Yazarlığı, s. 3, Varlık, Mart 2002
**Gürhan
Uçkan, Varlık Dergisi, Ağustos 1999
***Muhsin
Şener,Varlık Dergisi, Temmuz 2001,
****Metin
Celal, Yeni Türk Şiiri, 80’li Yılların Kadın Şairleri Üzerine Dağınık
Düşünceler, Çizgi Yay. Mart 1999
*****Haydar
Ergülen,Radikal Kitap,26 Ocak 2007
Sezer,
Çiğdem. Kanadı Atlas Kuşlar. İstanbul: Kerem Yayınları, 1991.
--.
Çılgın Su. İstanbul: Dünya Kitap, 1993.
--.
Kapalı Gişe Hüzünler. Ankara: Karşı Yayınları, 1996
--.
Bir Şehrin Hatıra Fotoğraflarından. İstanbul: Hera Yayınları, 1998.
--.
Dünya Tutulması. İstanbul: Yom Yayınları, 2005.
Betül Tarıman
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder