27 Kasım 2015 Cuma

ÇİĞDEM SEZER





(6 Ağustos 1960, Trabzon - )


        İlk ve orta öğrenimini Trabzon'da tamamladı. 1978 yılında Trabzon Sağlık Koleji’ni bitirdi ve iki yıl Yozgat'ın Yerköy ilçesinde, üç yıl Trabzon’da olmak üzere beş yıl hemşire olarak görev yaptı. Ankara Gevher Nesibe Sağlık Eğitim Enstitüsü’nde başladığı yüksek öğrenimini tamamladıktan sonra 1986 yılında Sakarya Sağlık Meslek Lisesi’ne öğretmen olarak atandı. Halen emekli ve Ankara’da yaşıyor. İki çocuk annesi.
       1991 yılından bu yana şiirleri, yazıları ve söyleşileri Ada, Agora, Akatalpa, Akköy, Arka Kapak, Bahçe, Cumhuriyet Kitap, Çağdaş Türk Dili, Deliler Teknesi, Eliz Edebiyat, İnsan, İzlek, Karşı Edebiyat, Kavram Karmaşa, Kedi Şiir Seçkisi, Kıyı, Kitap-lık, Kocaeli Şehiriçi, Koza, Kum, Kurşun Kalem, Mavi Portakal, Mor Taka, Öteki-siz, Özgür Edebiyat, Patika, Roman Kahramanları, Sonsuzluk ve Bir Gün, Şiiri Özlüyorum, Türk Dili, Varlık, Yasakmeyve, Yazılıkaya, Yeni Biçem gibi dergilerde yayımlandı.
Ödülleri: 1991 yılında İzmir Belediyesi tarafından düzenlenen “Kadın” konulu şiir yarışmasında, 1992 yılında Petrol İş Sendikası Kırıkkale Şubesi’nin düzenlediği şiir yarışmasında ve 1993 yılında Yarımca Festivali Şiir Yarışması’nda ödüller aldı. 1993 yılında Ali Rıza Ertan Şiir Ödülü’nü ve “Çılgın Su” adlı kitabıyla Dünya Kitap Dergisi Şiir Ödülü’nü,  1998 yılında Orhon Murat Arıburnu Şiir Ödülü’nü, “Dünya Tutulması” adlı kitabıyla 2006 Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü’nü aldı. “Aşk ve Baharatlar” adlı romanı  2005 İnkılâp Kitabevi Roman Ödülü’nde dikkate değer bulundu; aynı romanı Saint Joseph Lisesi Yılın Romanı Ödülü’nü aldı. “Alfabeden Kaçan Harfler”  adlı kitabıyla 2014 Türkan Saylan Sanat Ödülü’ne değer görüldü.      
Yapıtları:
Şiir Kitapları:
& Kanadı Atlas Kuşlar (1991, Karşı Yayınları)
& Çılgın Su (1993, Dünya Kitap Yayınları)
& Kapalı Gişe Hüzünler (1996, Karşı Yayınları, Ank., 64 s.)
& Bir Şehrin Hatıra Fotoğraflarından (1998, Hera Şiir Kitaplığı, İstanbul, 72 s.)
& Dünya Tutulması (2005, Yom Yayınları, İst., 96 s.)
& Denizden Geçme Hali (2009, YKY, İst., 90 s.)
& Küçük Şeyler Mevsimi (2016, Öteki Yayınevi, İst.)
       İnceleme Kitabı:
& Akan Söz Çınlayan Zaman - Ahmet Özer'in Yaşamı ve Yapıtları (2009, Heyamola Yayınları, Yaşam Öyküsü Dizisi, İst., 296 s.)
& 12 Eylülün 30. Yılında 30 Yıl 30 Hayat (İbrahim Dizman ile; 2010, İmge Kitabevi Yayınları, Ank., 648 s.)
       Monografi Kitabı: 
& Kalbimin Kuzey Kapısı Trabzon (2007, Heyamola Yayınları, Türkiye’nin Kentleri Dizisi, İst., 276 s.)
& Taş Beşiğim Hacıkasım (2011, Heyamola Yayınları, Trabzon’dur Yolumuz Dizisi: 5, İst., 152 s.)
       Katkıda Bulunduğu Kitaplar:
& Dahiler ve Aşkları (Haz. Özcan Erdoğan; 2008, İkaros Yayınları)
& Kadın Öykülerinde Karadeniz (Haz. Efnan Dervişoğlu, 2009, Sel Yayıncılık, İst.)
& Fahriye Abla’dan Çanakkaleli Melahat’a Modern Türk Şiirinde Kadın İmgesi (Haz. Deniz Durukan; 2012, Everest Yayınları, İst.)
& Yüzyıllık Perde (2014, Alakarga Yayınları)
& Karadeniz Kitabı – Yağmurlar Ülkesinde Çocuk Olmak (2015, Yitik Ülke Yayınları, İst.)
& Maviden Yeşile Karadenizden Kadın Portreleri (2015,Nika Yayınları)
& Aşka Dair Düşünceler (2015, İkaros Yayınları, İst.)
       Romanları:
& Aşklar ve Baharatlar (2008, Heyamola Yayınları, İst., 256 s.)
& Mavi Çayırın Kadınları (2013, Heyamola Yayınları, İst., 176 s.)
       Çocuk Kitapları:
& Hayal Vadisi (Roman; 2012, Koza Kitap, Yediveren Kitaplar Dizisi, Ank., 239 s.)
& Alfabeden Kaçan Harfler (Şiir, 2014, Kök Yayıncılık, Ank., 64 s.)
& Gizemli Yabancı (2014, Top Yayınları)
& Juju – Beni Unutma (2015, Bilgi Yayınevi, Ank.)
      Diğer Kitapları:
& Epidemiyoloji ve Sağlık İstatistiği (Halil Polat ile; 2002, Sağlık Meslek Lisesi Ders Kitabı)
Kaynaklar:
A  Yılmaz Odabaşı, 1975-2000 Son Çeyrek Yüzyıl Şiir Antolojisi, Scala Yayıncılık, 2000, İstanbul, sf. 482-483

Hakkında Yazılan Yazılar:
1  Haydar Ergülen, “İmkansızlığın şiiri”: Dünya Tutulması, Yazılıkaya, ;Sayı: 13, Ocak 2007, s. 2

1 Mine Ömer, Çiğdem Sezer Şiiri, Şiiri Özlüyorum, Sayı: 35, Mart-Nisan 2010, s. 24-25

1 “DENİZDEN GEÇME HÂLİ”*

       Bu nasıl bir sokak? Nereden bileyim? Nerede başlayıp nerede bittiği önemli değil ama Türkiye’de bir sokak, bu kesin. Ülkemizin hâllerinin içinden akıp geçtiği, tahribatların sergilendiği, yürek yakan insan manzaralarıyla bezeli, biraz beli bükülmüş yılların ağırlığından, sırtı kamburlaşmış acılardan ama dinç görünmeye çalışan, içini dışa vurmasa da her şeyi ayan beyan ortada olan bir sokak işte. Bir “sevda sokağı” ya da kimsenin çıtının çıkmadığı “susmalar sokağı” da denebilir can alıcı fotoğraflara bakınca uzun uzun. “Burada kimse kimseyi ve hiçbir şeyi sevmiyor” da olabilir ki bu da doğaldır günümüzde. Gelenekler ve yaşamın incelikleri sırra kadem basalı çok oluyor ; ama olsun varsın. Burada “hayatın arka bahçesi” onarılıyordur çünkü. Filmlerdeki hayatlara özenilip mutlaka ve duvarda şöyle bir levha da asılı duruyordur gören gözler için: “hayat çöp birikmiş bir duvar gibi”. Gel de içinden çık bakalım bu sokağın, bunca sokağın, bu ülkenin, bu hayatların, ölümlerin, depremlerin, çakıp duran şimşeklerin!... “Yasemin” kokulu bir sokak olması da olası bu pembe düşlerini çoktan yitirmiş, suratı iyice asılmış ve kararmış sokağın. “pembe panjurlar kırmızı kiremit ve kızarmış ekmek kokusu”yla dopdolu da bir yerdir belki de haritada ve yeryüzünde yeri belli olan, adreslere mektup bırakılan, elektrik direklerine yağmur, kar yağan, pencerelerine güneşler konan, balkonlarda çamaşırlar, ömürler kuruyan... “Mutsuzluk”un “koku gibi” üstlere sindiği ,“benim bir sokağım olsa adını tarçın koysam” dedirten bir sokaktır belki burası. Yalnızca bu sokağın insanlarında değil ülkemizin her sokağında “etimizden bir parça koparıp gider hayat ve dayanırız” der insanlar, bu dizeyi sabah akşam birbirlerinin acısını almak için söyleyip dururlar ve şöyle düşünmeye devam ederler yarı sesli, yarı sessiz evlerinde, dışarıda, çay içerken, yemek hazırlarken hücre gibi mutfaklarda, ölü gibi yatılan yatak odalarında: “dayanırız yaşamak ağır basar içimizdeki akrep / kendini sokmadan evvel bütün kelimeler ateşe koşar”. “kelimeler ateşe koşar” da ne olur? İçimiz yanar kavrulur, ülkemiz düzlüğe çıkmaz ama “hayat fal aç”ar durmadan belirsiz gelecekle göz göze gelmek için. “Körebe” oynanan sokakların yüreğinde yuvalanır “isyan ve hiddet” ama dışa vurulamaz; öfkeleri de bağrına yatırır hayat günü gelince. “Hep aynı kâbusu” görenlerin sokağıdır belki de burası “hayata geç” kalmışların birbirlerini teselli ettikleri, birbirlerinden bir şeyler gizlemedikleri, ellerindeki avuçlarındakileri paylaşıp durdukları… “İçli”dir buranın insanları, sazı sözü severler ki aman aman! Kavgayı da bilirler dostluğu da ve başları beladan kurtulmaz bu yüzden. Düşü düşünürler de bulamazlar bir çıkış yolu düşüp önlerine. Ölümü iyi bilirler anadan, babadan, yârdan, kardeşten, haladan, teyzeden, dededen, komşudan, trafikten, cinayetten, hastaneden, intihardan, polisten; ayrılığı, yoksulluğu; kalleşliği, yarayı yaşayanlardan-taşıyanlardan bilirler. Bu sokaklar nereye çıkarsa çıksın, yaşayan ölü olmadılar hiçbir zaman öyle sayılsalar da nüfus sayımlarında. “bir sokak işte çıkıp gidecek caddenin birine açılacak”. Hep bir umut vardır yolun bir yerlere çıkacağına ilişkin. Fallar da bunu söylüyordur elbette ehli ellerde açılınca. Her şey “tamammış gibi” yaşanıyordur eksiğiyle fazlasıyla, oysa çürüye çürüye ölünüyordur bunca karmaşa, kaos, düzensizlik, haksızlık, yozluk, yozlaşma, ahlâksızlık, pislik arasında. “Aşktan ve acıdan” ölünmese de ölünecek o kadar şey var ki, hangisini saymalı! Öyle ya “ölmek de bir masal işte yaşamak nasılsa...” Dağlar, denizler, insanlar, acılar, mutlu-mutsuz aşklar, iyi-kötü zamanlar, gülenler, ağlayanlar, düşlüler, düşsüzler, evliler, evsizler, yorgunlar, bezginler gelip geçer ayaklarını sürüye sürüye, uça uça, sine sine, bu sokağı baştan sona, sabah akşam... Bir halk türküsü gibi yayılır, çoğalır hayat evden eve, sokaktan sokağa yine de: “sümbül dağından bir mesel geçti / gölgesi gövdemize düştü de geçti / üstü başı geyik kanı bir gece geçti / bıçağı ömrümüze değdi de geçti”. Böyle olunca da “şimdi orada bir orman kalbini çıkarıyor”dur italik bir yazıya dönüşerek. “Kelimeler gibi ağaçlar”ın içinden çıkması zor; ama şiir girer bu kuytu alanlara”som acı”lara, avcı düşlerine, keklik gülüşlerine... Hayatın kustuğu sokakların sokak kadınları da olur elbette gül kokulu, sümbül gibi, karanlığa yazgılı: “koynunda kaçak tütün kokusu / yatağında geceden kalma izler / gökyüzü yastığının altında / bedeninde yıldızlar ve daha neler”. “burası dünya” dünya olmasına ya, “tekin bir yer değildir”, tedirginlik ise diz boyu. “acının ucuna bucağına / varmanın yol haritası” dünya burası işte. Hırslanmak, diklenmek için sözcüklerin yardımı gerekiyorsa, susmak için de imdada ilk koşan onlardır yine boğaza düğümlene düğümlene. Unutmak bir yazgı değildir de bir “çukurdur” ne varsa içine doldurulacak ve dünyanın “uzun acısı”na emanet edilecek. “ustura ağzında yaşamak”tır bu kendin kıra döke, sağa sola çarparak, parçalayarak geçmişi, geleceği, şimdiyi, ilikli ilişkileri, deri değiştirmeleri öne süre süre. Bilenen ise bir başka cümbüştür hayata göstermeden gelip geçen; aramızdaki onca hayat geçmişten sorumlu mudur bilinmez ama herkesin acısı kendi boyu kadar da denemez, çünkü hayat ne küçüktür ne büyük herkese yer vardır onda. Şarkılar biter ama sözcükler alır götürür geride kalanları “hayat bir darağacı gibi” sallanırken “üzerimizde”, yine de elinden bir şey gelmiyor bu hayatın çocuklarımız öldürülürken orda burada, söz alıp bir şey demiyor, yumruğunu indirmiyor kaşın gözün üstüne; “tökezliyor” kendine. Şu iki dizeyi ne yapmalı, gelin mi damat mı acıyı falan bir yana bırakıp? “ters lâleler gibi açıyor hayat / içine taşmış her kelimede”. İçinden hayat geçmeyen bir ilişki yoktur, bir yaşam da. Nasıl olsun ki? Eksilen, eksilten ise hayatın yüzüdür öyle dağılıp, yarım yarım duran, “atlas”lara gelmeyen. Şu dizeler de kadınla erkek arasındaki en doğal ve en güzel, en sıcak, en anlamlı, en coşturucu ilişkinin capcanlı bir fotoğrafıdır acıya, ölüme, siyasi baskılara karşın: “bin yıldır karşı karşıya / iki yok parça iki taş / hadi kendimizi üst üste koyalım”. Böyle olunca tek bir sözcükle “sayfa” olma hâlidir ki bu, hayatın büyüsü de masalın gerçekliği de buradadır. Taşa, yaza, kışa, güne, aya, yıla, duvara yazılan, kazınan.
       Yaşamı derinden duyumsamak, güçlü gözlemleri imgelerle paylaşmak hayatın gözü önünde… Daha ne olsun! Şu iki dizeyi armağan eder Çiğdem Sezer, sezebilenlere: “sende bir yokuş çık çık bitmez / bende bir telaş atlardan kalma”. Bu, şu mu demektir diye sesli düşüyorum şimdi: “sonra kiraz ve ayva ve nar / aşktan başka bahçemiz mi var!” Aşkın olduğu yerde meyveler de bir başka açar, gül de bir başka solar.“güvercin denizi” bir gökyüzüdür âşıkların başlarının üstünde yıldıza, güneşe, buluta aldırmayan…Döne döne dönen nedir; başlar mı, dünya mı, içerde mayalanıp duran çalkantılar mı, bilinmez; ama bilinen bir şey varsa, o da “sabır ile yaş ile söz / birike birike, yazdım / defterim elinde, oku / yer altı sularının sesiyle” diyor ya Çiğdem Sezer, bu sese, bu yepyeni kitabında, bu olgunluğunu doruğa çıkardığı şiirlerde kulak vermeli ki hayatın içine iyice sızılsın sızlanmadan.
       Çiğdem Sezer, engin, derin, zengin içine açıla açıla yazıyor (azıyor) hayatın her alanından süzdüğü dizelerini. Kendinden yola çıkıp, dolaşıp insanlığın temel düşüncelerini, esrik duygularını, farklı ama benzer anları olan yaşam biçimlerini, unutulmaz acılarını, mutlu-mutsuz aşklarını imgelerinin imbiğinden geçiriyor, sonra yine kendine dönüp bakıyor bir başkasıymış gibi. “içinde ölüsünü gezdirenin / olmuyor dışında kimsesi” gibi sağlam dizelerle ustalığını gözler önüne seriyor iyiden iyiye. Denizden Geçme Hâli, yalınlığın, duruluğun, sağlam duruşun kanıtı. Hayatın tüm güçlüklerine, dalgalarına, yıldırmalarına, yakıcı şimşeklerine, inişli çıkışlı hâllerine bir tepkiyle birlikte ölümün ölümsüzlüğüne, aşkın gücüne, acının evrenselliğine, yıkımların, kırılmaların yıldırıcılığına da ince oklar, saptamalar düşürüyor şiirinin sırrıyla…

* Denizden Geçme Hâli ,Şiir, Çiğdem Sezer, YKY, Nisan 2009, 90 sayfa.

Akatalpa/Ağustos 2009
Gültekin Emre

1  ÇİĞDEM SEZER ŞİİRİNDE ACIYA VE KENDİNE YÖNELİMLER ODAĞINDA EV KADIN VE DÜNYA HALLERİ

       Oya Batum Menteşe, “Erkek merkezli görüşlerin erkek – egemen toplumlar içinde üretildiği” ni söyler , Toplumsal Kimlik ve Kadın Yazarlığı”* başlıklı yazısında ve ekler: “Erkek – egemen ifadesi, bilindiği gibi, erkeğin çıkar ve ilgi alanlarının kadının çıkar ve ilgi alanlarından öncelikli sayıldığı toplumlara ve o toplumlardaki güç ilişkilerine verilen addır. Erkek – egemenlik bir güç ilişkisidir ve gücünü cinsler arası biyolojik farklılıklara verilen sosyokültürel anlamlardan alır. Bu görüş çerçevesinde üstün olan cins erkektir, bu nedenle kadın, erkek ‘norm’ alınarak ona göre ve göreceli olarak tanımlanır.”
       Erkeğin üstün olduğu toplumda, elbette ki alınacak çok yol vardır. Çünkü hemen hemen her şey ( buna medya ve ev içi halleri dahil ) erkeğin arzularına hizmet eder. Bu bağlamda, kadın, binlerce yıldır kendine çıkış yolları arar. Bu arayış, geçmişe göre bugün oldukça ivme kazanmış durumdadır; 80’lerin suskun, iç benine dönük kadının yerini, 90’larda konuşkan bir kadına bıraktığına tanık oluruz. Bu kadın, kendini evden sokağa, sokaktan meydanlara taşımıştır. Kadının yaşam içine çekilmesinde, 90’larda değişen ekonomik koşulların kuşkusuz büyük payı vardır. Bu koşullar ona yaşam içinde farklı bir alan açmıştır.
       Ekonomik ve sosyal koşulların açtığı bu alana karşın, kadının kendini, eril topluma ‘kabul ettirmesi’ kaçınılmaz bir gereklilik olarak karşımızdadır. Gerek söylemlerinde gerekse vücut dillerinde gözlemlenen genellikle budur. Yine de zaman içerisinde bu durumda, gittikçe göze çarpan bir iyileşme de söz konusudur.
       Daha öncelerde belki kendilerine uygulanan kota sebebiyle edebiyat dergilerinde yer alan kadınlar, zaman içerisinde bu kotadan yararlanmama durumunu seçerler. ( Her ne kadar bu durum şimdilerde de bazı erkek ve kadın şairler için geçerli olsa da...) Kimi kez de hazırlanan yıllıklarda nerdeyse kişisel hesaplaşmalar yüzünden kendilerine yer bulamazlar. Buldularsa da bu sayının, erkeklerle oranlandığında, oldukça az olduğu görülür. Yıllıklar çoğu zaman, hazırlayıcısının beğenisi ile sınırlı kalsa da, geneli yansıtmakta rol oynarlar kuşkusuz. Geçmiş yıllarda yayımlanan yıllıkların bazılarında, şairlerin cinsiyet dağılımına bakacak olursak, durum daha anlaşılır olacaktır :
1995 Adam Sanat Şiir Yıllığı, ( Haz. M.H. Doğan) 131 erkek – 9 kadın
1998 Şiir Coğrafyamız.( Haz. Osman Bolulu) 182 erkek 25 kadın
(HANGİ YIL)E Şiir Yıllığı ( Haz. Veysel Çolak.) 126 erkek 18 kadın
2007 YKY Şiir Yıllığı, Hazırlayan Baki Asiltürk 100 erkek- 14 kadın
2007 Şiir Defteri ( Haz. Şeref Bilsel – Cenk Gündoğdu ) 122 erkek – 24 kadın
       Görünen o ki, kadın, çeşitli sebeplerden dolayı yıllıklarda kendine yer bulamamış. Hayatın çeşitli alanlarında binlerce yıllık yalnızlığa itilen kadın için durum, edebiyat alanında da fazla değişmemiş görünüyor. Şair kadın sayısındaki bu düşük oran, sadece edebiyat alanının sorunu olmayıp, toplumsal koşullarla da ilintilidir kuşkusuz.
       Tam da bu noktada, değişen toplum yapısı ile birlikte, kadına atfedilen rollerde de bir değişiklik olduğu akla gelebilir. Yazının girişinde andığım ekonomik koşullar, tüketim toplumunun dayatmaları, kadının ev içi halleriyle sınırlı olduğu yaşam biçimini etkilemiş, bireysel varoluş kaygıları ile ilgisi olmayan bir dışa açılım olanağı sunulmuştur kadına; çünkü para kazanabilir, kazanmalıdır! Ancak, bu dışa açılım, para kazanma, giderek yüksek öğrenimden yararlanma oranının artışı, iş yaşamındaki kadın sayısındaki çoğalma, kadının ev içi rollerinde bir azalma sağlanmadığından, bedensel ve ruhsal yıpranma sürecini de hızlandırmıştır. Bunca yıpranmaya karşın, denilebilir ki kadın, kendine açılan alanı olabildiğince değerlendirip sızmıştır yaşamın içine; hiç değilse edebiyat alanında durum budur.
       Sözü burada, koşulların bunca olumsuzluğuna karşın kendini var edebilmiş şair kadınlarımızdan birine, Çiğdem Sezer’e getirmek istiyorum . Gürhan Uçkan, şöyle diyor “Çiğdem Sezer ve Şiiri” başlıklı yazısında**: …usta işi ve düşündürücü…/ ilerisi için umutlandım; hayır, yalnızca ozanın ilerisi değil, şiirimizin geleceği için. Kadın ozan, erkek ozan; bilmem ne kuşağı tartışmalarına girmeden, düpedüz kalıcı ve basma kalıplıktan uzak şiirlerin yazılabildiğini bir kez daha görmüş olduğum için.” Uçkan, adı geçen yazıda ozanın şiir yürüyüşünde “tuttuğu tertemiz yol” dan da söz ediyor. Bu saptamalar, Sezer’in şiire bakışının da ip uçlarıdır aslında. Pek çok söyleşisinde “şiiri bir statü aracı değil, bir hâl, bir oluş” olarak gördüğünü söyler, Sezer de; bu görüştür ki onu kısır tartışmalardan, mevzi yarışlarından uzak tutar ve şiire odaklar.
       Çiğdem Sezer’in, ilk şiir kitabı Kanadı Atlas Kuşlar 1991 yılında yayınlanmış. Bunu izleyen diğer kitapları; Çılgın Su( 1993), Kapalı Gişe Hüzünler ( 1996 ), Bir Şehrin Hatıra Fotoğraflarından( 1998 ), Dünya Tutulması. ( 2005 ) izlemiş. (Bundan sonra kitap adları kısaltılarak verilecektir.)
       80’lerin kadını, ev içi ve dışında kendini var etmeye çalışsa da, çabası sadece bir fısıltı olarak duyulacaktır. 90’larla birlikte şiirde, sözcüklerle sevişen, hatta “ sözcüklerin metresi” olmuş kadın tipi ortaya çıkacaktır. Bu kadın, 12 Eylül darbesinin yarattığı bir kadın tipi olsa da, erkeğin yarattığı yaşam alanında kendini var etme çabası verir. İşte biz tam da bu noktada, bu yazı ile “ Çiğdem Sezer Şiirinde Acıya ve Kendine Yönelimler Odağında Ev Kadın ve Dünya Halleri” ni irdelemeye çalışacağız. Daha çok da belki, evden sokağa, sokaktan, dünyaya açılmanın hallerini…
       Şiirlerinde, daha çok anne, ölüm, yalnızlık, ev, oda, yara, savaş, dünya temalarını işleyen, Çiğdem Sezer’in K.A.K adlı kitabına baktığımızda, Sesim İçimde Ağrı adlı şiirinde, bir kadınlık hali ile karşılaşırız. Bu, okuyana acı veren bir kadınlık halidir. Bireysel gibi görünse de, gerçekte toplumsal bir acıyı imlemektedir şiirdeki kadının varoluş biçimi.Duyguların ifade edilmediği ev içlerinde, iki beden de birbirine yabancıdır. Zoraki bir sevişme sahnesi tasvir edilir. Sevişme tenden öteye geçemez. “ karanlığı küf kokan bir gece / yolculuğum / tenimden öteye gitmeyen sevişmeler / üşütürken saatleri” Ama daha öncesi vardır bunun. Önce bakir, sonra da genç kız olunacaktır.. Ardından hayatın her alanında boy gösterecektir kadın. Sonra da, daha kendini bilmeden, belki de birilerinin isteğiyle evlenecek, evlendirilecektir. Gelin Ağıdı , işte bu türden bir şiirdir: “ sevincim bir gelin döşeğinde uyur / on dört yaşım / saçım belime dek sırma / iki yorgan üç tencere çeyizim / başlığım iki kol Trabzon burma / gelin girdin kefenle çık / er sözü kulağımda küpe / kefen gibi taşıdım otuz küsur yıl”
       Egemen görüşün kadına biçtiği rol, ona her daim hatırlatılır. Mutsuz bir evliliğin, her ne pahasına olursa olsun sürmesi gerektiği öğütlenir. O da bunları, kulağına küpe gibi takmıştır nasılsa. Yalnızlığına itilir. Yine de, bir sevişme sahnesi olmazsa olmaz. O da, güler bir yüzün, kadının kapısına uğradığı vakitlerdir belki. Sezer, Nisan adlı şiirinde şöyle der: “ musluğu gece boyu açık kurnalar / bir yemişin şehvetiyle yıkandığımız / sularda karışır iki karanlık”
       K.G.H adlı kitabına baktığımızda ise, yalnızlık, ev, aşk ve dünya hallerinin Sezer’deki yansımasına tanık oluruz. Çünkü o, 12 Eylül’ü görmüş, darbelere tanık olmuş, çevresinde gelişen savaşlara içten içe üzülmüş, acılı bir coğrafyanın kızıdır. Kendine, kendinden çıkıp anneye oradan da dünyaya, dünya meselelerine gider. Yaşlanan dünya, bir yalnızlar oratoryosuna benzer. O da, bu oratoryonun kahramanıdır. Ya da dünya bir sinemadır da hüzün, bu sinemada kapalı gişe oynamaktadır. Artık K.G.H’ler de evden sokağa çıkılmış, K.A.K’larda öncelenen yanlış evlilikler, mutsuzluk, K.G.H’ de, öznenin bir mutluluk, aşk arayışı içinde olduğunu bize göstermektedir. Hüzün Matinesi adlı şiirinde, şu dizeleri yazar şair; “ yalnızlığın yatak odası: / hüzün maskeleri biriktirdim yıllarca / aynaydı yüzüme kararan su, camları sildim / ovdum pervazları, yağmur hiç susmadı” Ve kadınların sesi tek bir ses halinde duyuluyordur artık; hicazkârda tutsaktırlar. Tutsak edense, yine bir erkektir. “Cesaret Sayın Bayım” adlı şiirine bakıldıkta, eril olanı şu dizeleri ile tanımlar; “ çünkü siz sayın bayım, eğik bir çizgideydiniz / öldürenle doğuran arasında, ah ne tuhaf / bir durumdan diğerine geçerkenki haliniz”. Burada, küçük bir değinmeyle de olsa, erkeğin, doğuran ve öldüren; anne ve sevgili arasındaki sıkışmışlığını da işaret eder Sezer. “bir durumdan diğerine” yani anneye oğul olmaktan, sevgiliye erkek olmaya geçişte yaşanan tuhaflığı gösterir okura. Erkeğin, erk-iktidar tutkusunun ardında yatan trajediyi, belki de…
       Cinsiyet rollerini bunca sorgulayan Sezer’in şiirine bakıldıkta, onda annelik ve kadınlık hissinin azalmadığına, hatta koruyucu bir anne olduğuna dair işaretlerin varlığına tanık oluruz. İster istemez, belki de içgüdüsel olarak, dönüş yine evedir. Evde çocuk vardır. Çocuk bakılmak, ilgilenilmek ister. Bunu da yapacak kadındır. Çocuk, korunabildiği kadar korunur nasılsa, ama belki de kız çocuklar daha fazla korunma güdüsüyle sarılıp sarmalanırlar. “ sokak çocuk ve aşk / koruyup biriktirdiğimiz kadardır” Eril olana yönelik dizeler, bu kadarla da bitmez. Çünkü bizlere öğretilmiş olan tanrı erkektir. Kimi kez bıyıkları vardır. Ya da babadır. K.G.H’ler adlı kitabındaki, Mektup adlı şiirine bakıldığında, bu görülebilir. “ öjelerime kızdı gök baba. Yer anne kücücüktü / bahçe duvarına kaçtım”
       Sezer, artık sokaktadır; ama bir ayağı ev içindedir. B.Ş.H.F adlı kitabında onu şehrin içinde dolaşırken görürüz. Bu yağmurlu şehir, çocukluğunun ve ilk gençliğinin geçtiği Trabzon’dur. Aşkın, aşk hallerinin yoğun olarak hissedildiği bir kitaptır B.Ş.H.F. Burada, acıya ve kendine yönelse de, bir yanı hep şehrin içindedir. Tülden ayakları ile şehri gezer, dolaşır. Anılar yumağını, sevgilileri hep içinde taşır. Adresi Köz Olana adlı şiirinde, suskunluğunu vurgular. Bu, bir kadının yağmur öncesi suskunluğudur. Susar, çok uzun susar ama ya sonrası? “ doğrudur suskun ve vahşi olduğum / sular kabardığında bir hayvan gibi / dönüp durduğum, çemberin etrafında”
       Doğu’nun gizemli havasına, çöl, kum ve töre cinayetlerine karşın, kadın için durum batıda da çok farklı değildir. Doğudaki çarşaf ve peçe, yerini batıda ipeğe bırakmıştır. Leyla ile Slyvia Plath bir anlamda özdeşleştirilir: “… geceler uzuyor / ipek bir kilot onarıyordu sylvia / üstüne dikip yaşamı/ bir başka yüzü aramak için zifiri karanlıkta”. Şehrin içinde gezmeye devam edilir. Gezilirken, göze çarpan şeylerden bir tanesi de, kadının binlerce yıldır hazine gibi sakladığı kızlığıdır. İyi Huylu Kitaplar Rafından adlı şiirinde yer alan dizeleriyle Sezer, güle bir takım anlamlar yükler. Onu kişileştirir. Gülün rengi ile kadının ay hali durumunu özdeşleştirir. “ o büyük şarkının. o eşsiz / çağıltının gövdeme açtığı yara / irin çoğaltmada. hâlâ / ihanet / kefaret / kan / akıyor / kızlığını kaybetmiş gül çığlığından” Bazen de kenti gezerken, fosforlu bir fahişenin yerine kendini koyar.; Bir Şehrin Hatıra Fotoğraflarından adlı şiirinde. “ şehir der, gizimdir / ateşin ardında bıraktığı köz / ben fosforlu fahişe / kaç çağ artığı / diş izi, kan lekesi / saten çarşaf hiç çekilmemiş fotoğrafta / hep melek kalmak” der.
       Muhsin Şener, B.Ş.H.F. adlı yazısında***, Sezer’in şiirindeki çok anlamlılıktan, sesin önemli bir yapı taşı olduğundan söz ederek şunu söylüyor: “..sözcüklere hem yeni bir dil olma bilinci vermek hem de o bilinci hiç bozmadan derinliklerdeki anlam katmanlarını içermesini sağlamak, bir yandan da ona bir büyü kazandırmak…Sezer bunu başarıyor.”
       D.T’na baktığımız zamansa, meselelerin Sezer’in şiirine iyice yerleştiğine tanık oluruz. Artık ev içi hallerini dünya halleri ile bütünleştirme sürecini tamamlamış bir şiirdir karşımızdaki. Kendini ve yarasını açık eden Sezer, kendine biçim vermeye çalışan hayata rağmen ayakta kalmayı başarır. Ölüm izleği çoğu şiirinde geçse de, hayatın güzelliğini bilir. Kendini ırmağın suyuna, boynuna bağladığı taşların ağırlığınca bırakan Virginia Woolf örneğinde olduğu gibi, intihar etmeyi düşünmez. İçinde hep umut vardır. Umutsuzluk bir anlamda hayattan umut kesmektir. Ben Seninle Beyaz adlı şiirine bakıldıkta bu şu dizelerle göze çarpar: “ ölünün gövdesi acıdı ağırlanmaktan / acıdı avuçları yeryüzünün / kapladığı boşluktan / ben seninle beyaz / bir gemiye bindimdi / çırpınıp dururken iki su kuşu / gökyüzünün ayakları denize değiyordu”
       Bu kitaptaki ölüm izleği, diğerlerinde olduğu gibi varoluşsal bir sorunsalın irdelenmesinden öte, bir somutluk edinir; Sezer, 1999 depremini yaşamış, o felâketin çok yönlü yıkımına tanık olmuştur. D.T. ‘nda yer alan “Yaslı Ova” şiiri; depremi yaşadığı Adapazarı’na “verdiği her şey için”, ifadesiyle; “Yağmur Yağıyor Gibi Ölüyorsun” adlı şiirse, “giderken götürdüğü onca güzellik için, Elvan’a” ithaf edilmiş şiirlerdir.
       Arka oda ve yoksanmışlık halinin sürüp gittiği ev, bazen bir uçurum olsa da, Sezer’in şiirinde kadın, bunca yoksanmışlığına karşın, yalnızca ev içinde değil, dışarıda da vardır; dünya meselelerinin içinde. Bu, ben’ini dışlayarak değil, ben’ini de içine alan bir dışa açılmadır.Konuşmayan insanlar, paylaşımsızlık, evi içten içe çürütse de, Çiğdem Sezer kendini Esra Zeynep’in ifadesiyle “ iyi aile evleri” ne kaçırmaz. Kaldığı, tam da hayatın ortasıdır. Gözleri Bağlı Güller adlı şiirine bakıldıkta, şu dizeler göze çarpar; “ sanki ev kendini yutuyor / sanki kuyu / içmiş kendi suyunu / ev bize bakıyor / kuyu çatlıyor yalnızlığından / kuyunun yalnızlığı üstümüze akıyor”. Evler değişir ama çoğunlukla yaşantılar değişmez. “ şimdi başkalarının oturduğu / evlerdeyiz. Birer balkon / birer eşik olmaya / yeraltından yaralarımızla / şimdi başkalarının oturduğu / evlerde oda olmaya” Tam da bu noktada, Metin Celal’in konu ile ilintili şu sözleri akla gelebilir: “ yine de yukarıda iki dizesini alıntıladığım Perihan Mağden’in “ Kaçtığım İyi Aile Evleridir” ya da “ Mutfak Kazaları” gibi şiirler ( nedense) bekliyorum kadın şairlerden. Süheyla Taşçıer’in erkek egemen dille kurduğu “ erotik şiirler”inin karşıtlarını bekliyorum, arıyorum. 80’li yılların kadın şairlerinin en ilginç özelliklerinden biri olan evrensellik onları yerel olandan daha çok çekiyor. Aşk, cinsellik, gündelik hayat, kadın – erkek ilişkileri, erkek egemen söylem ve iktidar yapısı gibi şeylerle uğraşmaktansa daha “ulvi”, daha imgesel olanı tercih ediyorlar. Evet, bu da bir tercihtir ve bu açıdan eleştirilebileceklerini sanmıyorum. Çünkü güzel, değişik, kendine has şiirler yazıyorlar ve şiirleri ile var oluyorlar, kadınlıklarıyla değil önemli olan da bu.” *** demesine katılıyorum ama değişen toplumsal gerçeklikle birlikte, rollerin eşitlendiğini, kadından, kadın özneden beklenilen bir takım şeylerin, kadınlıkları ile sınırlı tutulmaması gerektiğini düşünerek. Çünkü burada, erkek şairlerin, cinsiyetlerini ne kadar şiire yansıttıkları sorusu akla gelebiliyor. Özellikle 90’lara bakıldığında, erkek şairlerin şiirlerinde, 70’li yılların erkek şairlerine oranla kendilerini eril söylemden kurtardıklarını, bu anlamda, büyük gelişme kaydettiklerini söyleyerek. Çünkü bugün, bu söylem, erkekler tarafından da büyük ölçüde kırılmıştır.
       Sezer, diğer kitaplarında olduğu gibi bu kitabı D.T’nda da egemene karşı tavır geliştirmiş, durumu işaret etmiştir adeta. Erkek çocukların evden, kız çocuklardan önce çıkması, annenin kız çocuklarına karşın korumacı ( ki buradaki koruma, çoğu kez mahrum bırakma ile eş anlamlıdır) bir tavır geliştirilmesi onu derinden yaralar ve yaraya adeta parmak basar, Vebal adlı şiirindeki şu dizeleriyle; “ oğlanlar sokağa çıkardı / kızlar bahçeye kadar / rahminden düşen asit damlası / kimin boynuna vebal”
       Yara hep vardır, hem de hiç kapanmamacasına. Zeynep Uzunbay’ın. “ Şiirlerinde müthiş bir bunaltı var, ümit kaçamakları da yok değil, ama çabuk sönüyor. Sönüp gitmenin, ölmenin, zulmün, yaranın tadına bakıyorsun, ağlamıyorsun da. ben yaramı sevdim, diyorsun Mahrem Yara’da.” diye sorduğu soruya şu şekilde cevap verir; “Bayılıyorum bu yargılara! ‘ Şiirinde müthiş bir bunaltı var’ dedin ya, izin ver sözlük karıştırayım biraz. Bunaltı; sıkıntı, iç sıkıntısı. Böyle diyor sözlük. Hepsi bu mu yani? İç sıkıntım olmasa şiir niye? Sıkıntıya çare olsun diye değil, senin ‘ümit kaçamağı’ dediğinin farkına varabilmek için belki.”
       Ve yarasını sever. “ ben yaramı çok sevdim” der. Onda yara sevilmek için vardır çünkü. Bu, “yarası olmayanın çaresi de olmayacağı” anlayışından yola çıkmış bir sevme halidir elbette. Gökyüzü, yağmur ve bulut Sezer şiirinin diğer izlekleridir. Yağmurla, bulutla, gökyüzü ile sevişilir adeta. Su, yaşamın ilk oluş anına, kirlenmemişliğe, doğal olana, insani olana gönderme yapar. Dünyanın kirletilmişliğinden arınma isteği belki de…Bu izlekleri içeren dizelerden yalnızca birkaçı şunlardır:“ seni denize ödünç verdimse / söyleyip yağmurun diliyle”, “ bekleyen adacıklar gibi / karanlık sularını ışıtıp”, “sabaha karşı dedimdi / yasak sularda uzak dağlarda”, “kalbimi ağır akışlı bir suya bırakarak”
       Sezer, baştan beri muhalif tavrını da sürdürür.. İkinci kitabı Çılgın Su’da, yer alan şu dizeler, bunu en iyi şekilde somutlar: “ benimle böyle seviş hayat / kendime muhalif dizeyim” Durup, “ sen şimdi bu dünyayı / tut bir ucundan havalandır” der. Çünkü dünya kirlenmiştir, nefes alacak tek yeri kalmamıştır. Savaşlar, köşe dönmecilik alıp başını yürümüştür. Ya da ikiz kuleler faciasına göndermeler yapılır. “ yataklarda bir kez daha / ikiz kulelerin tozuyla, sevişmesiz uyanırken Burka” Yine D.T ‘de yer alan Burka adlı şiirde, dünya ve Türkiye gerçeğine göndermeler yapılır yeniden. “ kurtlar uluyor Burka / koynundaki oğul koca oluyor / kabil ve Kandahar ve incirlik / ve new york Burka / kasıklarında geziyor”
       D.T adlı kitapta nerdeyse dünya ya da yerküre adının geçmediği şiir yok gibidir. “ bu saatte yerküre / iç bulantısı gibi dönmekte”, “ bu saatte dünya / kocaman bir göz akı karasına”, “ kaç hayattır burada oturuyorum / hem dünyalı hem değil”, “ sıradan şeyler olup bitiyor, dünyanın / her yerinde”, “ dünyayı avucumdaki kesikten bildim”, “ dünya mağara / büyük zaman tapınağında”
       Sezer, ilk kitabı K.A.K’dan, son kitabı D.T’na kadar geçirdiği süreç içerisinde, kendini evden sokağa, sokaktan meydanlara taşımış, kendine biçim vermeye çalışan eril dünyaya, inatla karşı durmuştur. Bu karşı duruş içerisinde, yanında şiirin kız kardeşleri de vardır. Çünkü alınacak yol uzun ve çetindir. Ve Sezer’in şiire atfettiği “hâl”, “oluş” kavramları, iktidarı değil kardeşliği içerir. Haydar Ergülen “adı güzel, derdi güzel, içi güzel” dediği ve “imkansızlığın şiiri” diye nitelediği D.T’ndaki şiirlerin bir “halsizlik hali” olduğunu söyledikten sonra ekliyor: “Sezer bu halsizliği bir güce, bir gösteriye dönüştürmeme başarısını, erdemini de tüm şiirinde gösteriyor ki büyük harfli şiir-iktidar tartışmasına hiç girmeden şiirin iktidarla en küçük bir alışverişi olamayacağını da sessizce beyan ediyor.”****
       Bu beyan ediş; has şiire giden yolun kilometre taşlarını da imliyor aslında; insanı ve insani olanı içeren, acıyı ve yarayı olduğu kadar, dünyanın iyilik hallerini de –aşk, kardeşlik, arkadaşlık.- kendinde saklayan, sunan, çoğalan ve çoğaltan kilometre taşları; sözcükler…
       Sanırım son söz bu olmalı; sözcüklerle sevişen bir şair, Çiğdem Sezer….

*Oya Batum Menteşe, Toplumsal Kimlik ve Kadın Yazarlığı, s. 3, Varlık, Mart 2002
**Gürhan Uçkan, Varlık Dergisi, Ağustos 1999
***Muhsin Şener,Varlık Dergisi, Temmuz 2001,
****Metin Celal, Yeni Türk Şiiri, 80’li Yılların Kadın Şairleri Üzerine Dağınık Düşünceler, Çizgi Yay. Mart 1999
*****Haydar Ergülen,Radikal Kitap,26 Ocak 2007

Sezer, Çiğdem. Kanadı Atlas Kuşlar. İstanbul: Kerem Yayınları, 1991.
--. Çılgın Su. İstanbul: Dünya Kitap, 1993.
--. Kapalı Gişe Hüzünler. Ankara: Karşı Yayınları, 1996
--. Bir Şehrin Hatıra Fotoğraflarından. İstanbul: Hera Yayınları, 1998.
--. Dünya Tutulması. İstanbul: Yom Yayınları, 2005.

Betül Tarıman

Hiç yorum yok: