14 Temmuz 2015 Salı

DEVRİM DİRLİKYAPAN'DAN ŞİİRLER

UÇURUMLARI EMZİRİRKEN

tehlikeye gecikmedim izinsiz geliyorum
sen de izin alma uykularından
topla düşlerini çık gel
yine bir göçükte buluşalım
bu kez bir uçurumu emzirirken
yakalasınlar bizi
uyanmayalım

kanasa da ellerimiz her defasında
tıklayalım suçun kapısını
yine bulutlardan düşelim gökyüzüne
ters düşelim

derine ve daha derine düşelim
bir büyük dehliz çünkü dünya dedikleri
her geçen gün daralıyor boşluklar
yeni bir yol buluyoruz çığ düşüyor
depremler oluyor yedi kat tepemizde
durmadan erteleniyor yolculuklar

vazgeçmeyelim ne yaradan ne sızıdan
suların akmadığı kanallardan yürüyelim
sesimiz suçüstü yakalansın göğün kuyusunda
aleyhimize delil olsun ağrılarımız
ya da aleyhine delil olalım bu enkaz yığınının
uzlaşmayalım

yarına hazırlanmadığımız günlerimiz olmalı
sayfalarını karıştırdıklarında ömrümüzün
ki günlerimizi de gömdüler yarının telaşına
selamlık dostlar, haremlik arzular
ve mümkün şeylerden öte bir şeydi oysa
değirmenlere gönderilen kavak yellerimiz

yel kaçıralım soluğu tehdit sayılan aşklardan
daha bir soluyalım ve sulayalım gedikleri
tehlikeler biriksin buluştuğumuz göçükte
binmeyelim nuh’un gemisine
ve ölelim uçurumları emzirirken
izinsiz ölelim

“Epitaph” adlı kitabından

GÖKYÜZÜ MATKAPÇIŞI

“müzik gökyüzünü oyar”
baudelaire

prolog:

bir garip uzaylıdır ibrahim,
ne bulgaristan’da doğmuş
ne rusya’da yaşamış
ne de türkiyeli olabilmiştir.
ozon delindiği için filan değil
müzik gökyüzünü oymuştur da
ondan düşmüştür buralara.

sen de ibrahim
sen de bir yanlış notasın
dolaşıp durma artık, 45’lik yüreğinle
seyyar bir antikacı dükkânı gibi
kayıp şarkılar arasında.
sen woodstock değilsin ibrahim
kapama gözlerini, öyle soyu tükenmiş bir
festival gibi her yağmur dönüşlerinde.

bir hayat geçti ibrahim
bir hayat geçip gitti dışarıdan
biz günbatımını seyrederken sinemalarda
kaç bin karanlık gün doğurdu dünya,
onlarca bunak ülke ve ölü gezegen.
nicedir aydan haber yok ibrahim
ve nicedir yıl 1969 değil.

kerouac “yolda”
biz zaman yolculuğunda
olmuyor böyle ibrahim, duralım biraz
biraz tay durabilen çocuklar bulalım.
içmesek bu gece kurur muyuz
rock dul mu kalır, ölürse alkol
ah ibrahim, yine bozuldu musluklar
hıncahınç yalnızlık doluyuz.

değilsin ibrahim
sen bu günler değilsin
öyle ölüm ilanı gibi durma karşımda
bak kırdım iğnesini pikabımın
matkabına taktım. bir kez olsun
delme şu göğü yanlış yerinden,
dünyam bunaldı ibrahim
bunaldım kül ve katran seslerinden.

müzik bu ibrahim
öyle esip geçmelere benzemez
bir deldi mi en demir yerinden göğü
geçmişinden başlar adamın
adamı uçurum gönüllüsü yapar.
artık çıkalım şu evden ibrahim
çıkaralım tüm şarkıları cebimizden,
kimbilir, bu akşam belki birkaç
ibrahim daha düşer gökten.

“Karla Gelen” adlı kitabından

THEO ANGELOPOUOS İÇİN ÜÇ ŞİİR

YABANSI YOLCULUK

karda kalmış bir kaplumbağanın çığlığı
neyi çağırır bu yolundan alıkonmuş yolculukta
sussalar duyulur belki o yapışkan demirler
yarım bırakılmış bir memleketin şarkısı mıdır bu
sisin içinde yola çıkan
iç konuşmaların uğultusu

yetişmek isterken bir yere
peşine takılmak bambaşka bir yerin, nerde başlar
nerde başlar bir insanın sınırı
bir adım, bir adım daha, ne dönüş var ne varış
bunca gitmelere denizin hepsi
kıyıymış gibi gelmez mi bazen
ağıtlardan resimler yapan şairimsin sen
bunu da sor
parçaları birleştirebilmek için
değil midir yollar

keyfi çıkarılmış bir kış
kaçırılmış bir kış uykusu mu – bunu da
erken bahara kandırılmış bir ağaç gibi
kaçarken düşürülmüş kanlı bir anahtar gibi
karla tanışıyor palmiyeli çocuk

suriyeli belki, belki suriye’de bir fenikeli
fark eder mi nedir toprağı yabancı kılan
elinde kopuk bir el, dağılmış kucak
mümkün mü büyüyecek sabahın bağrında
yarından çalarak geçmişler arayacak

babalar boşlukta aksak bir yağış şekli
ayrılık ritimleri anneler
sussalar duyulur belki o yapışkan demirler
nereye ulaşır mevsiminden edilmiş hayat:
yürüyemedim kendi yolumu
beni kendi düellomda öldürmediler

hangi sessizlik yanıtlayacak
karda kalmış bir kaplumbağanın çığlığını
ağıtlar: belki büyük başlangıçlar…

“İmdat İşaretleri” adlı kitabından

BELLEKSİZ DÖNÜŞÜM

harabeler yanıtlıyor artık susmanın dilini
evlerin bağırsakları dışarda, tarih yıkık dökük
bir soytarıya yol açmak için kenara çekilmiş şehir
her yerde taşın gözyaşı, ağacın ağrısı
cam kovanımı öldürmüşler

bulsam söylemez miydim
nerde nasıl nereye yetiştik biz
bir akordeonun körükleri gibi
açılıp kapanıyor geçmiş
anımsadıkça parçalanan çocukluk
düşledikçe uzaklaşan ütopya

diyorum, bir yolu olmalı
anıları bir arada tutmanın
bir yere değil, yola ulaşmak yeterdi belki
fısıldıyor pamuksu sesiyle
rutubetin duvarıma çizdiği gemi:
burda akan yok artık
yer değiştirdi kıyı ve nehir

yıkılmış sinemalardan
taşlara yansıyor masumiyetin yüzü
abdal kahvelerinden arıları kovana çağıran çalgılar
bir siren sesi gibi çınlıyor şimdi
yitik komşular, silik bahçeler
balmumundanmış meğer bizi ayıran duygular

sırtımda paramparça evimle
kaplumbağanın izlerini arar gibi karda
susuyorum bir ağıtın parçaları arasında
şehrim benim, mutlu mahallem
ergen mafya elinde hayıflanan tenha
her yerde taşın gözyaşı, ağacın ağrısı
cam kovanımı öldürmüşler

yazık ki ömrümüz yok
bunca talanı hatırlamaya yetecek kadar
bu ülkenin anılarını nasıl onaracaklar

“İmdat İşaretleri” adlı kitabından

KORFULAMU

benim güzel eleni’m
gerçek bir anı mıdır rüyada anımsanan
ne kadardır hatırlamanın yeterincesi
ne varsa söylenmemiş olan hepsi yanı başımda
ben bir kavuşmanın söylenmişini yitirdim

benim güzel eleni’m
bulamıyorum sözcüklerimi
yükselen bir uçaktan gittikçe belirsizleşen
evler gibi, yıldızları bulutların
süpürüp gitmesi gibi yitirdim

benim güzel eleni’m
iki şehir arasında bir irtifa migreniyim
leyleğini bırakmış göçler gibi bensiz
büyüdü kızım, kucağımda kanat kanat
bir karanfilin kalbini yitirdim

benim güzel eleni’m
her şey öteki şeylere gönderme
her dönüş yeni bir yolculuk
öyleyse nedir bütünlüğe bunca övgü
ben hepsinden bir eleni yitirdim

benim güzel eleni’m
yolu yok ağzımdan çıkan buhar
sisine karışacak sonsuzluğun
yine de birleşmiyor bütün parçalar
ruhumda suları buluşturan şairimi yitirdim

benim güzel eleni’m
açıklarda bir deniz öylece kalakaldı
denizin içinde başka deniz
çoktan geçtim bir aşkı başlatan bakıştan
bir şiiri bitiren şeyi yitirdim

2012-2013, ankara-adana

“İmdat İşaretleri” adlı kitabından

AHMET ERHAN

kalbim, sana bir eyvah yeter mi
ölünce diner mi o yanık imdatların
işte, kıyıya vuruyor sesin bir şişenin içinde
acılarından yonta yonta kıstığın

2013, ankara

“İmdat İşaretleri” adlı kitabından

DÖNÜŞ

günde beş gününü unutuyor anneannem
hızla küçülüyor böylece
kimsenin misafir odalarında
gittikçe daralan yerine sığabilmek için

soyunuyor tüm bildiklerinden
bir bir çıkarıp yerine koyuyor anladıklarını
cezvesini bakıra, kahvesini acıya
geri veriyor köpürüp duran bir tecrübenin
yalnızını kıza, yanılmışını oğula
özenle, incitmeden, sessizce uzağa

bir ihtiyar yalnızlığı mıdır fark eden
saklı ve kayıp arasında
bulamıyor artık ne ertelenmiş
ne yorulmuş fırtınalar gibi geçmişini
ne kefen parası, ne kıssadan hisseler
peçeteler biriktiriyor zaten sildiği

her gün bir yanını unutuyor anneannem
tadından usanmış bir meyve gibi çürüyor koltukta
sanki daha olmamış da, bir yükseklik korkusuyla
düşmek istemiş ağacından

insan üşümez mi sustuklarından
özlemez mi çocuklara dağılmış bir ömrün sonunda
kendinde olmanın kederini
ne yüzünde gözleri var artık
ne dizlerinde fabrikanın izleri
dinmiyor, dinlemiyor eksilmiş bedeni

            -uyan anneannem! bugün ellerindi bu senin
            saçlarındı sabah daha bu sabah
            akvaryumu dolduran yüzgeç
            suyunu yoran yengeç kabuğu
            insan ağaçlarını üzmeden
            taşıyamaz mı bahçesini

günde beş vaktini unutuyor anneannem
kimseyle buluşmuyor böylece
tanımıyor ruhundan acıyla doğurduklarını
bizi, sizi, kendi onlarını

bir kayıt yanlışlığı mıdır fark eden
olmak ya da oyuncak arasında
kim anlatabilir artık yaşlanmakla olunduğunu
camın buğuya, toprağın suya
annenin çocuğa dönüştüğü bir dünyada
her şeyin yalnız kendisi olduğunu

derdinde değil artık ne öbürü ne ötesi hayatın
uzun bir boşluğu sürüklüyor peşinden
doldurulmuş bir koyu
nerde başladığını bir ölünün
aklında binlerce çakmak taşı
toz değil miydi sanki onun da kıvılcımı

her gün bir yanımı unutuyor anneannem
gitmiş gözlerimin değişebilen rengi, erimiş
suretim, ben miyim yaşlı bir torun mu öteki
bulanık bir adam şekli soy ağacında

bugün saçlarımı unutmuş
yarın kim bilir ne kadar
kalırım bu kel arazide yitirmeden ayaklarımı
ondan almıştım oysa katlanmayı
nasıl göründüğüne bakmadan
baktığıma tutunmayı

hiç yaşamamış gibi ölmeden
önce mi ölse
bir kez daha mı kaydedilmese
düşenin tarihi düştüğü yere
ah vefa! bir yetişebilsem
kollarımı unutmadan onu tutabilsem

2008-2009, gemikonağı-lefke

“İmdat İşaretleri” adlı kitabından



*Şiirler,  Devrim Dirlikyapan’ın izniyle yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok: