UÇURUMLARI
EMZİRİRKEN
tehlikeye gecikmedim izinsiz geliyorum
sen de izin alma uykularından
topla düşlerini çık gel
yine bir göçükte buluşalım
bu kez bir uçurumu emzirirken
yakalasınlar bizi
uyanmayalım
kanasa da ellerimiz her defasında
tıklayalım suçun kapısını
yine bulutlardan düşelim gökyüzüne
ters düşelim
derine ve daha derine düşelim
bir büyük dehliz çünkü dünya dedikleri
her geçen gün daralıyor boşluklar
yeni bir yol buluyoruz çığ düşüyor
depremler oluyor yedi kat tepemizde
durmadan erteleniyor yolculuklar
vazgeçmeyelim ne yaradan ne sızıdan
suların akmadığı kanallardan yürüyelim
sesimiz suçüstü yakalansın göğün kuyusunda
aleyhimize delil olsun ağrılarımız
ya da aleyhine delil olalım bu enkaz yığınının
uzlaşmayalım
yarına hazırlanmadığımız günlerimiz olmalı
sayfalarını karıştırdıklarında ömrümüzün
ki günlerimizi de gömdüler yarının telaşına
selamlık dostlar, haremlik arzular
ve mümkün şeylerden öte bir şeydi oysa
değirmenlere gönderilen kavak yellerimiz
yel kaçıralım soluğu tehdit sayılan aşklardan
daha bir soluyalım ve sulayalım gedikleri
tehlikeler biriksin buluştuğumuz göçükte
binmeyelim nuh’un gemisine
ve ölelim uçurumları emzirirken
izinsiz ölelim
“Epitaph” adlı kitabından
GÖKYÜZÜ MATKAPÇIŞI
“müzik
gökyüzünü oyar”
baudelaire
prolog:
bir
garip uzaylıdır ibrahim,
ne
bulgaristan’da doğmuş
ne
rusya’da yaşamış
ne
de türkiyeli olabilmiştir.
ozon
delindiği için filan değil
müzik
gökyüzünü oymuştur da
ondan
düşmüştür buralara.
sen
de ibrahim
sen
de bir yanlış notasın
dolaşıp
durma artık, 45’lik yüreğinle
seyyar
bir antikacı dükkânı gibi
kayıp
şarkılar arasında.
sen
woodstock değilsin ibrahim
kapama
gözlerini, öyle soyu tükenmiş bir
festival
gibi her yağmur dönüşlerinde.
bir
hayat geçti ibrahim
bir
hayat geçip gitti dışarıdan
biz
günbatımını seyrederken sinemalarda
kaç
bin karanlık gün doğurdu dünya,
onlarca
bunak ülke ve ölü gezegen.
nicedir
aydan haber yok ibrahim
ve
nicedir yıl 1969 değil.
kerouac
“yolda”
biz
zaman yolculuğunda
olmuyor
böyle ibrahim, duralım biraz
biraz
tay durabilen çocuklar bulalım.
içmesek
bu gece kurur muyuz
rock
dul mu kalır, ölürse alkol
ah
ibrahim, yine bozuldu musluklar
hıncahınç
yalnızlık doluyuz.
değilsin
ibrahim
sen
bu günler değilsin
öyle
ölüm ilanı gibi durma karşımda
bak
kırdım iğnesini pikabımın
matkabına
taktım. bir kez olsun
delme
şu göğü yanlış yerinden,
dünyam
bunaldı ibrahim
bunaldım
kül ve katran seslerinden.
müzik
bu ibrahim
öyle
esip geçmelere benzemez
bir
deldi mi en demir yerinden göğü
geçmişinden
başlar adamın
adamı
uçurum gönüllüsü yapar.
artık
çıkalım şu evden ibrahim
çıkaralım
tüm şarkıları cebimizden,
kimbilir,
bu akşam belki birkaç
ibrahim
daha düşer gökten.
“Karla Gelen” adlı kitabından
THEO ANGELOPOUOS
İÇİN ÜÇ ŞİİR
YABANSI YOLCULUK
karda
kalmış bir kaplumbağanın çığlığı
neyi
çağırır bu yolundan alıkonmuş yolculukta
sussalar
duyulur belki o yapışkan demirler
yarım
bırakılmış bir memleketin şarkısı mıdır bu
sisin
içinde yola çıkan
iç
konuşmaların uğultusu
yetişmek
isterken bir yere
peşine
takılmak bambaşka bir yerin, nerde başlar
nerde
başlar bir insanın sınırı
bir
adım, bir adım daha, ne dönüş var ne varış
bunca
gitmelere denizin hepsi
kıyıymış
gibi gelmez mi bazen
ağıtlardan
resimler yapan şairimsin sen
bunu
da sor
parçaları
birleştirebilmek için
değil
midir yollar
keyfi
çıkarılmış bir kış
kaçırılmış
bir kış uykusu mu – bunu da
erken
bahara kandırılmış bir ağaç gibi
kaçarken
düşürülmüş kanlı bir anahtar gibi
karla
tanışıyor palmiyeli çocuk
suriyeli
belki, belki suriye’de bir fenikeli
fark
eder mi nedir toprağı yabancı kılan
elinde
kopuk bir el, dağılmış kucak
mümkün
mü büyüyecek sabahın bağrında
yarından
çalarak geçmişler arayacak
babalar
boşlukta aksak bir yağış şekli
ayrılık
ritimleri anneler
sussalar
duyulur belki o yapışkan demirler
nereye
ulaşır mevsiminden edilmiş hayat:
yürüyemedim
kendi yolumu
beni
kendi düellomda öldürmediler
hangi
sessizlik yanıtlayacak
karda
kalmış bir kaplumbağanın çığlığını
ağıtlar:
belki büyük başlangıçlar…
“İmdat İşaretleri” adlı kitabından
BELLEKSİZ DÖNÜŞÜM
harabeler
yanıtlıyor artık susmanın dilini
evlerin
bağırsakları dışarda, tarih yıkık dökük
bir
soytarıya yol açmak için kenara çekilmiş şehir
her
yerde taşın gözyaşı, ağacın ağrısı
cam
kovanımı öldürmüşler
bulsam
söylemez miydim
nerde
nasıl nereye yetiştik biz
bir
akordeonun körükleri gibi
açılıp
kapanıyor geçmiş
anımsadıkça
parçalanan çocukluk
düşledikçe
uzaklaşan ütopya
diyorum,
bir yolu olmalı
anıları
bir arada tutmanın
bir
yere değil, yola ulaşmak yeterdi belki
fısıldıyor
pamuksu sesiyle
rutubetin
duvarıma çizdiği gemi:
burda
akan yok artık
yer
değiştirdi kıyı ve nehir
yıkılmış
sinemalardan
taşlara
yansıyor masumiyetin yüzü
abdal
kahvelerinden arıları kovana çağıran çalgılar
bir
siren sesi gibi çınlıyor şimdi
yitik
komşular, silik bahçeler
balmumundanmış
meğer bizi ayıran duygular
sırtımda
paramparça evimle
kaplumbağanın
izlerini arar gibi karda
susuyorum
bir ağıtın parçaları arasında
şehrim
benim, mutlu mahallem
ergen
mafya elinde hayıflanan tenha
her
yerde taşın gözyaşı, ağacın ağrısı
cam
kovanımı öldürmüşler
yazık
ki ömrümüz yok
bunca
talanı hatırlamaya yetecek kadar
bu
ülkenin anılarını nasıl onaracaklar
“İmdat İşaretleri” adlı kitabından
KORFULAMU
benim
güzel eleni’m
gerçek
bir anı mıdır rüyada anımsanan
ne
kadardır hatırlamanın yeterincesi
ne
varsa söylenmemiş olan hepsi yanı başımda
ben
bir kavuşmanın söylenmişini yitirdim
benim
güzel eleni’m
bulamıyorum
sözcüklerimi
yükselen
bir uçaktan gittikçe belirsizleşen
evler
gibi, yıldızları bulutların
süpürüp
gitmesi gibi yitirdim
benim
güzel eleni’m
iki
şehir arasında bir irtifa migreniyim
leyleğini
bırakmış göçler gibi bensiz
büyüdü
kızım, kucağımda kanat kanat
bir
karanfilin kalbini yitirdim
benim
güzel eleni’m
her
şey öteki şeylere gönderme
her
dönüş yeni bir yolculuk
öyleyse
nedir bütünlüğe bunca övgü
ben
hepsinden bir eleni yitirdim
benim
güzel eleni’m
yolu
yok ağzımdan çıkan buhar
sisine
karışacak sonsuzluğun
yine
de birleşmiyor bütün parçalar
ruhumda
suları buluşturan şairimi yitirdim
benim
güzel eleni’m
açıklarda
bir deniz öylece kalakaldı
denizin
içinde başka deniz
çoktan
geçtim bir aşkı başlatan bakıştan
bir
şiiri bitiren şeyi yitirdim
2012-2013,
ankara-adana
“İmdat İşaretleri” adlı kitabından
AHMET ERHAN
kalbim,
sana bir eyvah yeter mi
ölünce
diner mi o yanık imdatların
işte,
kıyıya vuruyor sesin bir şişenin içinde
acılarından
yonta yonta kıstığın
2013,
ankara
“İmdat İşaretleri” adlı kitabından
DÖNÜŞ
günde
beş gününü unutuyor anneannem
hızla
küçülüyor böylece
kimsenin
misafir odalarında
gittikçe
daralan yerine sığabilmek için
soyunuyor
tüm bildiklerinden
bir
bir çıkarıp yerine koyuyor anladıklarını
cezvesini
bakıra, kahvesini acıya
geri
veriyor köpürüp duran bir tecrübenin
yalnızını
kıza, yanılmışını oğula
özenle,
incitmeden, sessizce uzağa
bir
ihtiyar yalnızlığı mıdır fark eden
saklı
ve kayıp arasında
bulamıyor
artık ne ertelenmiş
ne
yorulmuş fırtınalar gibi geçmişini
ne
kefen parası, ne kıssadan hisseler
peçeteler
biriktiriyor zaten sildiği
her
gün bir yanını unutuyor anneannem
tadından
usanmış bir meyve gibi çürüyor koltukta
sanki
daha olmamış da, bir yükseklik korkusuyla
düşmek
istemiş ağacından
insan
üşümez mi sustuklarından
özlemez
mi çocuklara dağılmış bir ömrün sonunda
kendinde
olmanın kederini
ne
yüzünde gözleri var artık
ne
dizlerinde fabrikanın izleri
dinmiyor,
dinlemiyor eksilmiş bedeni
-uyan anneannem! bugün ellerindi bu
senin
saçlarındı
sabah daha bu sabah
akvaryumu
dolduran yüzgeç
suyunu
yoran yengeç kabuğu
insan
ağaçlarını üzmeden
taşıyamaz
mı bahçesini
günde
beş vaktini unutuyor anneannem
kimseyle
buluşmuyor böylece
tanımıyor
ruhundan acıyla doğurduklarını
bizi,
sizi, kendi onlarını
bir
kayıt yanlışlığı mıdır fark eden
olmak
ya da oyuncak arasında
kim
anlatabilir artık yaşlanmakla olunduğunu
camın
buğuya, toprağın suya
annenin
çocuğa dönüştüğü bir dünyada
her
şeyin yalnız kendisi olduğunu
derdinde
değil artık ne öbürü ne ötesi hayatın
uzun
bir boşluğu sürüklüyor peşinden
doldurulmuş
bir koyu
nerde
başladığını bir ölünün
aklında
binlerce çakmak taşı
toz
değil miydi sanki onun da kıvılcımı
her
gün bir yanımı unutuyor anneannem
gitmiş
gözlerimin değişebilen rengi, erimiş
suretim,
ben miyim yaşlı bir torun mu öteki
bulanık
bir adam şekli soy ağacında
bugün
saçlarımı unutmuş
yarın
kim bilir ne kadar
kalırım
bu kel arazide yitirmeden ayaklarımı
ondan
almıştım oysa katlanmayı
nasıl
göründüğüne bakmadan
baktığıma
tutunmayı
hiç
yaşamamış gibi ölmeden
önce
mi ölse
bir
kez daha mı kaydedilmese
düşenin
tarihi düştüğü yere
ah
vefa! bir yetişebilsem
kollarımı
unutmadan onu tutabilsem
2008-2009,
gemikonağı-lefke
“İmdat İşaretleri” adlı kitabından
*Şiirler, Devrim Dirlikyapan’ın izniyle yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder