ALICI KUŞ
“küll-î
cism”
I.
yeryüzü
şekilleri mesela şu küçük dağ
bu
gürültü içinde soğrulan bülbül avazı
yer
altına kaçmış bir ave maria
ben
yarattım diyen duyamaz şarkısını
gül
ocağında bir kuş yuvası ceviz kabuğundan
içinde
yedi çeşit kuş
yılanlar
çıkamaz
sâba
rüzgârı sadece, bir de ala üveyik
gömleksiz
kuşun ağzında zeytin dalı:
bir
daha hiç dönmeyecek.
büyük
yolculuk öncesi son kanat çırpışı
kır,
bütün otlar, toprak
şehrin
göbeğinde açan nevruz
kadınsa
katmerli bir iri gül
katılaşmış
dünya yuvarlağının dışında
can
dilinden kutlu bir ninni
doğmamış
bebeklere
her
ağacın çiçeği mintanları geren domur domur emceklerdir, delikanlı sevdasıdır
her
arnavut kaldırımı hatırlar kaya olduğu günleri, kör olan gözler unutmaz kendini
kör edeni… durmuş bir kalp dokunulduğunda yeniden atmayı dener…
ve
biz severiz cızırtılı plakları, kırıp atmayız, saklarız, severiz üstünde
duramayacağımız halde içinde can taşıyan şişkin sığınakları, tepeye çıkmayı
değil, yolda olmayı, aşağılara doğru hep beraber tekrar be tekrar yuvarlanacak
olmaları
II.
kibrit
çöpleriyle kargalar gibi oradan buradan çalarak çırparak yapılmış bir evin,
sonra evlerin, gemilerin, şehrin, köprülerin, dünyanın köküne kibrit suyu
sıkmaktır, çekivermek temel direklerinden birini, severiz… her şey olağanken,
yani bir sabah, çocuklar seksek oynarken, yoyo çevirirken ayağında, kimisi
pazarda, işinde gücünde, sevişirken kimisi,
kimisi mesela mike kadın sevmezken, iskambil oynarken toz duman birden
kocaman gri mantar gibi bir bulut, bir uğursuz alıcı kuş, aniden durmak gibi
değildir, gibi değildir, herkes yerde yüzükoyun yatıp, ayaklarını sallayarak
yan yana suluboya resimler yaparken, piyanoda bir vals ve kuşlar ve sulardır,
sestir yumuşaktır, kristal bir bahar, mine çiçekleri ve fırfırlı güneş
şemsiyeleri, küçük küçük dürbünlerdir, her şey yolundadır, yola tebeşirle
çizilmiş seksek kareleri yalnız değildir bu anda.
sonra
o büyük gölge
sonra
bu, her yer sırılsıklam olmuş saç, her yer savrulan kırmızı elbise
kaldırımda
köpeklerle yan yana uyumak
kimisi
yatay kimisi dikey çizgili
sokak
kedileriyle yan yana, durmak…
ama
diri, çiçeği burnunda bir salatalıktır yine de, koyu yeşil kabuğu vardır ve
hafif dikenlidir; diken onun silahı,
işte böyle Konstantinopolis’ten Tavşan adasına, mozaikli müzeye, Olimpos’a
karmakarışık bir isyandır, horon vurmaktır
fakat
sonra bu,
“ben
seni sevdiğimi dünyalara bildirdim”
bir
delikanlıdır
yerli
yerindeyken hücreleri, dengesi içinde ve dışında gövdesinin bir yerinde, her
şeyi, tıkır tıkır işliyorken sevinci, heyecanı göz kamaşması, kirlenmemişken,
fasulye ayıklarken öğrenci evinde, kanı kalpten gövdeye ve beyne bir saniye
sekmeden zamanında taşınırken
karanlık
ara sokakta, tam fırının önünde, ekmek
kestiğimiz sıradan bir bıçak:
önce
ışıldadı, yıldız gibi değildi, geceye bir çıngıraklı yılan kuyruğu değdi sanki
ve bir kara delik… düşünmeye vakit yoktu, hızla büyüdü delik ve içine çekti
bütün gezegenleri, ışıklı, sarı ne varsa hepimizi, gece huzursuzca kıpırdadı
hayra alamet değildi bu seferki,
karanlığıyla karanlık işlere örtü olmak… … aldatılmış, hadım edilmiş bir
adam oldu gece ağlama duvarı oldu kendine
sonra
kara ellerinden kurtulup kaçarken köşede yine deli kanlı ve gece… hücrelerini
yerinden etmek, elektronların, sodyumun, potasyumun, gözle görülemez kadar
küçük ve nazik işleyişi, kapının ne zaman açılıp ne zaman kapanacağını
ayarlayan hassasiyeti, iç huzurunu, iş bölümünü… sert eller ve ayaklarla ezerek
o yumuşacık ve sakin dengeyi bozmak, derisini yırtmak, içini kanatmak…koca
delik hiçbir şey olmamış gibi elbirliğiyle güzelce yamandı…bilmiyorlardı eskisi
gibi dolmazdı çukur, bir iz, bir çizik mutlaka…
hâlâ
her şey böyle karşı karşıya durabilmekteydi
sonra
ince uzun kıpkırmızı bir çizgi… kargalar
göründü… kara haber
bu
onun kalbinin bundan sonraki ritmidir ,
bu sevr dağındaki mağaranın ağzı
kadar büyük yara... kapanamaz artık örümcek ağlarıyla, yuva kurmaz üstünde, süt vermez güvercinler
hepimiz
işitiyoruz
“Ne
kadar uzak olsak da çok yakınız
...
Ve
başka hiçbir şey önemli değil”
derinden
geliyor, yerin altından, yerin üstünden, her yerden, neden duyulmuyor peki kör kurşunun sesi, o
ölümcül tekme, nerede saklanıyor o sırtımıza inen yumruk şimdi
nerede
? nerede ?
nereye,
nereye?
taklalar
atarak uçuyor güvercin
ku,
ku, ku ku!
III.
her
ölüm soprano bir sessizliktir
vitrindeki
kırılgan şeyleri oynatır yerinden
aynı
anda uçak hızıyla dört bir yana saçılır kırık cam parçaları
kötü
haber tez duyulur
öyleyse
kim kısabilir bu zılgıtın sesini
sonra
bir bildiriye imza atan kalemin sesi bu
tazyikli
suyla, ki:
“suyun
sabit durduğunu hiç kimse görmemiştir. Böyle olduğu için su üstüne bina
kurulmaz ve kurulup kalamaz. Su, her şeyi alıp, gidendir”
ayakları
yerden kesilir ve sırt üstü birkaç metre geriye düşer şişman, orta yaşlı ve
gövdesinin üst yarısı tamamen çıplak adam, anlaşılan o ki; öyle TV izlerken
salonda kanepede, yarı uyuklarken, aniden kalkmış, pantolonunu geçirivermiş, fırlamış sokağa...
onun öfkesinde, onun korkusunda, Vaclav Havel’den bir şeyler vardır, Che’den
bir acayip yakışıklılık, İrene’den bir
itiraf, Joan Baez’den kır saçlı bir güzellik, Aleksandra’dan bir işkence
sonrası durgunluğu, bir Avrupa’ya giden tren bileti, wahşi atlardan bir yoldaşlık,
bir bedel ödeme vardır…güzeldir … bu anda subcomandante Marcos ‘tur herkes
sandık
kokar derileri yıkansa da çıkmaz, birbirine inanmanın kokusudur
boyun
eğmezliğin sarı lekesi
gül
ile bülbül incitmeden birbirini
yan
yana durabilmektedir
IV.
onlar
çapullara sinmiş eski eşya kokarlar
naftalin
ve güve kelebeği
eski
palto, eski etek
istediğinde
çıkarıp atamazsın
eski
elbiseler
terk
edilişin hıncını alır, yok olmaya direnmektendir o koku
V.
bir
harf önce upuzun bir O’dur belki
sonra
bir hece, kelime derken cümle
sayfalar
sayfalar dolusu
bir
geçmiştir, kendi üstüne katlanınca
gelecek
olmuştur adı
VI.
ve
Helen… uzun uzun durmalı burada
yaşlıyken,
kıskanırken, iyi bilirken solculuğu
ve
nefes alamaz, “el sallayamaz,
boğulurken”
O’nun
hikayesi başka
hangi
yeryüzü şekli denk gelir böyle ölümlere
hangi
dağ
iyi
gelir, hangi köprü
hangi
tapınak alır acısını, hangi dua
hangi
aşk örtebilir üstünü
ne
renktir kesilen bir soluk
nasıldır
kokusu körlüğün
nefesiniz
yeter mi “düğümlere üflemeye”
ne
demektir Neffâsâti fil ugad
siz
bilebilir misiniz Zehra efendi
VII.
konuşmak
değil
yürümek
değil, katlanarak kendime
hızla
yuvarlanmak
duvarlara
çarpa çarpa dağılmak
hemen
yapmak hemen
sanki
hiç vakit yokmuş gibi
zamanın
kesesinden ödünç istiyorum
vuruyorum
kapısına içeriden sesler geliyor
The
Doors doğuştan sevmezmiş uzun konuşmayı
uzun
yaşamayı ve yalan söyleyenleri durmadan:
_
Father
_ Yes, son…
_ I want to kill
you!
Zehra Betül
KENTTE SAKLI
birlikte
öğrendik şehrin kara deliklerini
konuşulması
ve susulması gereken yerleri vardı
dumanlar
içinde kümbetler, çatı katları
konuştuk,
kimse duymadı
dikenlerini
çıkarmış kirpiler gibi yaşıyorlardı
kedi
olsak sırtımızı kamburlaştırırdık
gerekli
olduğundan değil, öylesine
birbirimize
baktık ve gülümsedik
kurtarılmış
bir yer aradık
tek
başınalıklar
her
şeyi bilenler
ve
hep haklı olanlar olmasın içinde
komik
birkaç laf sadece
saf
yenilgi başım üstüne
tek
kişilik kuralsız bir oyunken hayat
yoktan
var edebiliyordu inanmak
nasıl
bir oyunsa bu;
gözlerimiz
sadece birer pencere
hurufat
bakıyor ardından
A’yı
atmayı değil gökyüzünden
yerli
yerine koymayı saklıyor ellerinin karasında
sabahın
sisi içindeydik
hurafe
değil sadece bizdik
kurşunsuz
bir gece borçlandık hayata
bulun
bizi başkasına söylemeyin
sadece
pencereden giren gün ışığına
Zehra Betül
“KUŞ YEMİ”
I.
Demiştin
ki bana:
sıradan
bir şeye çok bakma
O
şey
korkutur sonra seni
baktım,
çok baktım
turgut’unkiydi,
orhan’ınkiydi derken
bütün
erkeklerin kederi:
en
iyi kim doğurabilir kendini kendinden
bahisler
yükseldi
toplanmış
ateşin etrafında ellerinde mızraklarla ahali
herkes
birbirinin aynası
yeryüzü
kanasa da görünmez artık
seni
bana bıraktığın kokudan bilirdim
tartılamaz
bir büyük yalnızlıktan
orada
yuvalanmak istedim, en içine sığınmak
hem
çok seviyorduk kendimizi
nefret
ediyorduk hem de çok
bir
adım ileri değil, geri değil bir adım
ısrarla
baktık
kabuk
tuttu yüzümüz
korktuk
II.
demiştin
ki bana:
susmanın
anlamı değişince ve konuşmanın
bu
büyük dünyanın içinde onu reddeden
küçük
bir dünya olursun
senden
başka hiç kimse sığmaz içine
buna
yalnızlık deriz işte
öğrenemedim
dilini
çatlamış
toprak gibiydin. avutulmaz
güneydoğu
illeri gibi
çıplak
ayaklarını jilet gibi kesen buz
bir
gece uyurken
suratına
inen şamar gibiydin
tabanlarım
yarıldı, yanaklarım alev alev
yalan
dediğimiz gerçeğin aynıydı
bir
uzatıp bir çekseydim ipi
hayır!
yücelttim
bir
dinim olsun benim de
tanrıya
soyunmaktı, nefret ettim kendimden
dedim
ki :
bir
gün bir film izledim ve
pırrr
!!!
sana
verdiğim tüm gözyaşlarını, tüm yalvarmaları
inanmaları,
anlaşmaları geri aldım, dedim
iyimserliklerimi
bütün
bilinmeyen
bir başa sardım filmi
değişme!
çünkü
sevdiğimiz her şey
hiç
başlamamışta kaldı
III.
durmadan,
benimle değil, içindeki küçük dille
kendi
kendine konuşuyor olmalı
durmaksızın
susabilir mi yoksa böyle
hiç
bir silahım yok
avunmak
istemiyorum, yanılsamak
katılaşarak
ufalmak da
kendimle
birlikte paramparça aşklar
ve
köpekler geliyor aklıma
bunu
derine,
müstevliyi
sıratlarına yayan bir kokunun içine dik,
alejandro
gonzálezdi:
köşeleri
ve lekeleri keşfet dedi, bana
derken
dünya eşkenar üçgenlerden ibaretti
tuttum
birinin bir kenarını azıcık çektim
pencere
önünde çiçekleri dizmek için denizlik
ve
bir ağacın kovuğu oldu sevişmek için
bir
kement gibi doru atın boynuna
kendini
seyrederken suya düşmüş birine uzattım sonra
yükselttim
bahisleri
yüzümdeki
kabuğu kaldırınca;
kınar
hanımın denizleri kanadı
hayatım
kanadı
kendimden
çıkardım kendimi
yenildim
ihdinas
sıratel müstakim
IV.
bu
şiiri böyle bırakma
“beni
bıraktığın yerde bırakma”
gidilecekse
yolun yarısını gitmek gerekti önce
çıktım
yola
yol
topraktandı
gördüm
sırtına
biraz toprak bulaşmıştı
örtünmek
için değil,
lekesiydi
onun bu kırmızı
araziye
uydurmak için değil,
farklı
kılmak için kendini
avucuma
aldım, o lekeli siyah taş işte
rengini
derime bulaştırdı
neden
değiştirmiyor bazıları renklerini
neden
değiliz iki kişi
dölümüz
kısır
çocuklarımız
ölü
V.
anlamı
değişmedi
güç
demek: yalnızlıktan korkmamak değil
her
şekilde hayatta kalmak demek
birlikte
güçlüyse ötekiler
yalnızlık
da kendini doğurur kendinden
hadi
yürü, dedin
yürüdüm
aynı
yerdeydi kaşımızdaki yara izi
kapanmadı
üst üste
sırt
sırta verip ters yönlere gitmek
kaf
dağını aşmak gerekti
VI.
sen
belki bir bayram günü bir atlıkarıncasın
alnına
sürülmüş bir damla kurban kanısın
sende
gördüğümle senin kendini kurduğun farklı belki
ikimiz
de şu titreşip duran yaprağı
farklı
renkte görüyoruz belki
yeşillerimiz
aynı değil
tomurcuklarımız,
çiçeklerimiz
yerimiz,
yurdumuz
gidişimiz,
dönüşümüz
atları
yerli yerine koyuyorsun
belki
sen onları bir yere koy diye
senin
yolun bunun için belki:
b
e l l i b i r y e r e
k o y d i y e a t l a r ı
durmadan
can sıkıntısı, durmadan ölmek
eksik
olduğumuzu anlamaktan kaçmak için belki bu korku
var
mıyım
VII.
birini
yok etmek için susmak
yokluğuna
katlanmamak için
ona
dokunmamak
her
şey bitmemişte, yarım kalıyor
her
yarım bir son belki
her
seferinde en baştan başlıyoruz
bir
son yok belki
sonsuzluk
bu demek
sonumuzun
olmayışı
VIII.
konuşmalar,
bakışmalar
sorduklarım
yüzünden
sonra
uzun uzun can çekişmesi
sonra
tekrar soruyorum
yeniden
susana dek seviniyoruz
bir
dilsizin alfabesi bu
yeraltına
kaçmış birinin
gözlerinde
ışık var demek hâlâ
canlı
bir yerleri kalmış demek
bu
söylenmemiş onun en büyük şiiri
IX.
yalnızlığa
tapıyorum. has olana.
sevişmeden
mahremine giriyorum
yalnızlıklar
iç içe geçiyor
ama
zedelenmiyor orada
X.
bu
yolların sonu yok dedim; bu yarımların bir sonu yok.
gitgide
küçülüyoruz
benim
hatam değil ki bu
sonra
tekrar soruyorum
yeniden
susana dek seviniyoruz
bilmediğim
bir alfabe bu
XI.
dedim
ki:
kaybetmekten
başka ne kazanılır kayıplardan
küçülüp
kendi içime döneceğim
her
şeyimi kaybederek kazanacağım
az
değil; bir “kuş yemi”nin sertliği
sayıklama
değildi
kendimi
boşalttım önüne
XII.
bıraktım
artık
duvarlara
vurdukça kanlı izler bırakan tarafımın
izini
sürmeyi bıraktım orada tek başına
sessiz
bir soru
yanıtsız
bir karşılık
boş
bir kağıt parçasıyım
çok
istemeyi bıraktım artık
XIII.
dedim
ki:
saatleri
huzura ayarlama enstitüleri olmalıydı bu ülkede
her
sevincin sonu
upuzun
bir durma
bu
güneşli cumartesi bile
O
bir büyük :
“içe dönük bakla”
XIV.
anlamı
eski suskunluklardan dolduruyor dil
ağzından
çıkacak hangi sözcük söyleyebilir
söylemediğinden
daha büyük bir şeyi
söylenmemişten
daha büyük ne söyleyebilirsin
dilim
şişiyor
kaşmir
kazak, kuş tüyü yastık, ipek şal
seninle
birlikte kuzuları da emziriyorum
bitmedi,
bu “hikaye seni anlatıyor”
XV.
dedi
ki:
“çile
sabırlı bekleyiş demektir”
“bataklıktaki
kamış”
çocukken
ince ince kıyılmış bu çocuk
hiç
büyümüyor
durmadan
mızrağının ucunu biliyor
suskunluğu
bulaşıcıymış
XVI.
dedim
ki:
neden
- sonucu aştım da sana vardım
durdurmalıydı
beni zorunluluklar
sonuç
mu; yenilgi
o
koku dişiliğim, korkutmasın seni, diyeydi
o
iyot, o tuz, o uzak deniz
o
kadın korkutacak diye
öyle
temiz, öyle hiç gelsin sana, diyeydi.
XVII.
ağzını
aç, konuşma, dilini ver bana
dilin
gerçek
dokun
bak, bunlar da..
…
Zehra Betül
NERKİS
filiz
veren bir ağaç gibi
çocukluğumdan
sürdüm kendimi
büyüdükçe
kırılgan oldu dallarım
lekeli
yüzüyle ortaya çıkıyor ay çıbanı
şifreli
bir düzlükken
deliniyor
gece
girintiler,
çıkıntılar
içimde
her geleni o sandığım içrek bir aşk
ille
de dokunmak istiyorum çıplaklığınıza
ille
de koklamak çenenizle boynunuzun bitiştiği yeri
dilimin
ucunda kalanla kalbinize dokunmak
olmuyor,
ortalarında çırılçıplak dururken
buğulanmış
aynalar, gözlerimi çalıyor
böyle
bir şeymiş demek ki üstünden sevişmek
saçlarım
çözülmeden kalıyor
ey!
çıplaklık
ey!
kendisini
yeniyle örten katmerlenmiş eski
tanrı
artık sizsiniz
parmak
izi toplayın, bulun yalancıyı
uslu
durdum aynaların içinde
bir
çok oldum
bir
yok oldum, saçlarımda masallar
dinleyin
anlatıyor peygamber devesi
min
el aşk ene'l aşk
Zehra Betül
OL'URUM
gülüşüyoruz
karşılıklı
incecik
birer çizgi oluyor gözlerimiz
orada
yuvalanıyor mermer kuşlardan artan sözcükler
yalnızlığımızın
ayak ucunda duruyor tarih
geleceğin
ellerinden içiyor zehrini
rodin’in
avuçlarından çıkma bir monica belluci
ortaçağ
şehirlerini alıyorum yanıma
üstümü
bir fahişenin el'iyle örtmüş ismimi
meydanları,
köprüleri, cadı kazanlarını
öpülmekten
yorgun düşmüş boynumu alıyorum
bir
de limoni servi, fıstık ağaçları
atlıyorsunuz
arkamdan
önce
ol'uyorum sonra taylar
evet
diyorum size
sesim
siyah bir taştan çıkıyor bembeyaz
büyümüş
çocukların korkusu olarak geliyorum
evet,
süt doluyor günahlar
bir
daha anlatıyorsunuz gözlerim sizin oluyor
biz
kirlenmek nedir iyi biliyoruz
iyi
biliyoruz suskunluklardan
kara
dutları nasıl doğuruyor kavruk ağaçlar
Zehra Betül ALICI KUŞ
“küll-î
cism”
I.
yeryüzü
şekilleri mesela şu küçük dağ
bu
gürültü içinde soğrulan bülbül avazı
yer
altına kaçmış bir ave maria
ben
yarattım diyen duyamaz şarkısını
gül
ocağında bir kuş yuvası ceviz kabuğundan
içinde
yedi çeşit kuş
yılanlar
çıkamaz
sâba
rüzgârı sadece, bir de ala üveyik
gömleksiz
kuşun ağzında zeytin dalı:
bir
daha hiç dönmeyecek.
büyük
yolculuk öncesi son kanat çırpışı
kır,
bütün otlar, toprak
şehrin
göbeğinde açan nevruz
kadınsa
katmerli bir iri gül
katılaşmış
dünya yuvarlağının dışında
can
dilinden kutlu bir ninni
doğmamış
bebeklere
her
ağacın çiçeği mintanları geren domur domur emceklerdir, delikanlı sevdasıdır
her
arnavut kaldırımı hatırlar kaya olduğu günleri, kör olan gözler unutmaz kendini
kör edeni… durmuş bir kalp dokunulduğunda yeniden atmayı dener…
ve
biz severiz cızırtılı plakları, kırıp atmayız, saklarız, severiz üstünde
duramayacağımız halde içinde can taşıyan şişkin sığınakları, tepeye çıkmayı
değil, yolda olmayı, aşağılara doğru hep beraber tekrar be tekrar yuvarlanacak
olmaları
II.
kibrit
çöpleriyle kargalar gibi oradan buradan çalarak çırparak yapılmış bir evin,
sonra evlerin, gemilerin, şehrin, köprülerin, dünyanın köküne kibrit suyu
sıkmaktır, çekivermek temel direklerinden birini, severiz… her şey olağanken,
yani bir sabah, çocuklar seksek oynarken, yoyo çevirirken ayağında, kimisi
pazarda, işinde gücünde, sevişirken kimisi,
kimisi mesela mike kadın sevmezken, iskambil oynarken toz duman birden
kocaman gri mantar gibi bir bulut, bir uğursuz alıcı kuş, aniden durmak gibi
değildir, gibi değildir, herkes yerde yüzükoyun yatıp, ayaklarını sallayarak
yan yana suluboya resimler yaparken, piyanoda bir vals ve kuşlar ve sulardır,
sestir yumuşaktır, kristal bir bahar, mine çiçekleri ve fırfırlı güneş
şemsiyeleri, küçük küçük dürbünlerdir, her şey yolundadır, yola tebeşirle
çizilmiş seksek kareleri yalnız değildir bu anda.
sonra
o büyük gölge
sonra
bu, her yer sırılsıklam olmuş saç, her yer savrulan kırmızı elbise
kaldırımda
köpeklerle yan yana uyumak
kimisi
yatay kimisi dikey çizgili
sokak
kedileriyle yan yana, durmak…
ama
diri, çiçeği burnunda bir salatalıktır yine de, koyu yeşil kabuğu vardır ve
hafif dikenlidir; diken onun silahı,
işte böyle Konstantinopolis’ten Tavşan adasına, mozaikli müzeye, Olimpos’a
karmakarışık bir isyandır, horon vurmaktır
fakat
sonra bu,
“ben
seni sevdiğimi dünyalara bildirdim”
bir
delikanlıdır
yerli
yerindeyken hücreleri, dengesi içinde ve dışında gövdesinin bir yerinde, her
şeyi, tıkır tıkır işliyorken sevinci, heyecanı göz kamaşması, kirlenmemişken,
fasulye ayıklarken öğrenci evinde, kanı kalpten gövdeye ve beyne bir saniye
sekmeden zamanında taşınırken
karanlık
ara sokakta, tam fırının önünde, ekmek
kestiğimiz sıradan bir bıçak:
önce
ışıldadı, yıldız gibi değildi, geceye bir çıngıraklı yılan kuyruğu değdi sanki
ve bir kara delik… düşünmeye vakit yoktu, hızla büyüdü delik ve içine çekti
bütün gezegenleri, ışıklı, sarı ne varsa hepimizi, gece huzursuzca kıpırdadı
hayra alamet değildi bu seferki,
karanlığıyla karanlık işlere örtü olmak… … aldatılmış, hadım edilmiş bir
adam oldu gece ağlama duvarı oldu kendine
sonra
kara ellerinden kurtulup kaçarken köşede yine deli kanlı ve gece… hücrelerini
yerinden etmek, elektronların, sodyumun, potasyumun, gözle görülemez kadar
küçük ve nazik işleyişi, kapının ne zaman açılıp ne zaman kapanacağını
ayarlayan hassasiyeti, iç huzurunu, iş bölümünü… sert eller ve ayaklarla ezerek
o yumuşacık ve sakin dengeyi bozmak, derisini yırtmak, içini kanatmak…koca
delik hiçbir şey olmamış gibi elbirliğiyle güzelce yamandı…bilmiyorlardı eskisi
gibi dolmazdı çukur, bir iz, bir çizik mutlaka…
hâlâ
her şey böyle karşı karşıya durabilmekteydi
sonra
ince uzun kıpkırmızı bir çizgi… kargalar
göründü… kara haber
bu
onun kalbinin bundan sonraki ritmidir ,
bu sevr dağındaki mağaranın ağzı
kadar büyük yara... kapanamaz artık örümcek ağlarıyla, yuva kurmaz üstünde, süt vermez güvercinler
hepimiz
işitiyoruz
“Ne
kadar uzak olsak da çok yakınız
...
Ve
başka hiçbir şey önemli değil”
derinden
geliyor, yerin altından, yerin üstünden, her yerden, neden duyulmuyor peki kör kurşunun sesi, o
ölümcül tekme, nerede saklanıyor o sırtımıza inen yumruk şimdi
nerede
? nerede ?
nereye,
nereye?
taklalar
atarak uçuyor güvercin
ku,
ku, ku ku!
III.
her
ölüm soprano bir sessizliktir
vitrindeki
kırılgan şeyleri oynatır yerinden
aynı
anda uçak hızıyla dört bir yana saçılır kırık cam parçaları
kötü
haber tez duyulur
öyleyse
kim kısabilir bu zılgıtın sesini
sonra
bir bildiriye imza atan kalemin sesi bu
tazyikli
suyla, ki:
“suyun
sabit durduğunu hiç kimse görmemiştir. Böyle olduğu için su üstüne bina
kurulmaz ve kurulup kalamaz. Su, her şeyi alıp, gidendir”
ayakları
yerden kesilir ve sırt üstü birkaç metre geriye düşer şişman, orta yaşlı ve
gövdesinin üst yarısı tamamen çıplak adam, anlaşılan o ki; öyle TV izlerken
salonda kanepede, yarı uyuklarken, aniden kalkmış, pantolonunu geçirivermiş, fırlamış sokağa...
onun öfkesinde, onun korkusunda, Vaclav Havel’den bir şeyler vardır, Che’den
bir acayip yakışıklılık, İrene’den bir
itiraf, Joan Baez’den kır saçlı bir güzellik, Aleksandra’dan bir işkence
sonrası durgunluğu, bir Avrupa’ya giden tren bileti, wahşi atlardan bir yoldaşlık,
bir bedel ödeme vardır…güzeldir … bu anda subcomandante Marcos ‘tur herkes
sandık
kokar derileri yıkansa da çıkmaz, birbirine inanmanın kokusudur
boyun
eğmezliğin sarı lekesi
gül
ile bülbül incitmeden birbirini
yan
yana durabilmektedir
IV.
onlar
çapullara sinmiş eski eşya kokarlar
naftalin
ve güve kelebeği
eski
palto, eski etek
istediğinde
çıkarıp atamazsın
eski
elbiseler
terk
edilişin hıncını alır, yok olmaya direnmektendir o koku
V.
bir
harf önce upuzun bir O’dur belki
sonra
bir hece, kelime derken cümle
sayfalar
sayfalar dolusu
bir
geçmiştir, kendi üstüne katlanınca
gelecek
olmuştur adı
VI.
ve
Helen… uzun uzun durmalı burada
yaşlıyken,
kıskanırken, iyi bilirken solculuğu
ve
nefes alamaz, “el sallayamaz,
boğulurken”
O’nun
hikayesi başka
hangi
yeryüzü şekli denk gelir böyle ölümlere
hangi
dağ
iyi
gelir, hangi köprü
hangi
tapınak alır acısını, hangi dua
hangi
aşk örtebilir üstünü
ne
renktir kesilen bir soluk
nasıldır
kokusu körlüğün
nefesiniz
yeter mi “düğümlere üflemeye”
ne
demektir Neffâsâti fil ugad
siz
bilebilir misiniz Zehra efendi
VII.
konuşmak
değil
yürümek
değil, katlanarak kendime
hızla
yuvarlanmak
duvarlara
çarpa çarpa dağılmak
hemen
yapmak hemen
sanki
hiç vakit yokmuş gibi
zamanın
kesesinden ödünç istiyorum
vuruyorum
kapısına içeriden sesler geliyor
The
Doors doğuştan sevmezmiş uzun konuşmayı
uzun
yaşamayı ve yalan söyleyenleri durmadan:
_
Father
_ Yes, son…
_ I want to kill
you!
Zehra Betül
KENTTE SAKLI
birlikte
öğrendik şehrin kara deliklerini
konuşulması
ve susulması gereken yerleri vardı
dumanlar
içinde kümbetler, çatı katları
konuştuk,
kimse duymadı
dikenlerini
çıkarmış kirpiler gibi yaşıyorlardı
kedi
olsak sırtımızı kamburlaştırırdık
gerekli
olduğundan değil, öylesine
birbirimize
baktık ve gülümsedik
kurtarılmış
bir yer aradık
tek
başınalıklar
her
şeyi bilenler
ve
hep haklı olanlar olmasın içinde
komik
birkaç laf sadece
saf
yenilgi başım üstüne
tek
kişilik kuralsız bir oyunken hayat
yoktan
var edebiliyordu inanmak
nasıl
bir oyunsa bu;
gözlerimiz
sadece birer pencere
hurufat
bakıyor ardından
A’yı
atmayı değil gökyüzünden
yerli
yerine koymayı saklıyor ellerinin karasında
sabahın
sisi içindeydik
hurafe
değil sadece bizdik
kurşunsuz
bir gece borçlandık hayata
bulun
bizi başkasına söylemeyin
sadece
pencereden giren gün ışığına
Zehra Betül
“KUŞ YEMİ”
I.
Demiştin
ki bana:
sıradan
bir şeye çok bakma
O
şey
korkutur sonra seni
baktım,
çok baktım
turgut’unkiydi,
orhan’ınkiydi derken
bütün
erkeklerin kederi:
en
iyi kim doğurabilir kendini kendinden
bahisler
yükseldi
toplanmış
ateşin etrafında ellerinde mızraklarla ahali
herkes
birbirinin aynası
yeryüzü
kanasa da görünmez artık
seni
bana bıraktığın kokudan bilirdim
tartılamaz
bir büyük yalnızlıktan
orada
yuvalanmak istedim, en içine sığınmak
hem
çok seviyorduk kendimizi
nefret
ediyorduk hem de çok
bir
adım ileri değil, geri değil bir adım
ısrarla
baktık
kabuk
tuttu yüzümüz
korktuk
II.
demiştin
ki bana:
susmanın
anlamı değişince ve konuşmanın
bu
büyük dünyanın içinde onu reddeden
küçük
bir dünya olursun
senden
başka hiç kimse sığmaz içine
buna
yalnızlık deriz işte
öğrenemedim
dilini
çatlamış
toprak gibiydin. avutulmaz
güneydoğu
illeri gibi
çıplak
ayaklarını jilet gibi kesen buz
bir
gece uyurken
suratına
inen şamar gibiydin
tabanlarım
yarıldı, yanaklarım alev alev
yalan
dediğimiz gerçeğin aynıydı
bir
uzatıp bir çekseydim ipi
hayır!
yücelttim
bir
dinim olsun benim de
tanrıya
soyunmaktı, nefret ettim kendimden
dedim
ki :
bir
gün bir film izledim ve
pırrr
!!!
sana
verdiğim tüm gözyaşlarını, tüm yalvarmaları
inanmaları,
anlaşmaları geri aldım, dedim
iyimserliklerimi
bütün
bilinmeyen
bir başa sardım filmi
değişme!
çünkü
sevdiğimiz her şey
hiç
başlamamışta kaldı
III.
durmadan,
benimle değil, içindeki küçük dille
kendi
kendine konuşuyor olmalı
durmaksızın
susabilir mi yoksa böyle
hiç
bir silahım yok
avunmak
istemiyorum, yanılsamak
katılaşarak
ufalmak da
kendimle
birlikte paramparça aşklar
ve
köpekler geliyor aklıma
bunu
derine,
müstevliyi
sıratlarına yayan bir kokunun içine dik,
alejandro
gonzálezdi:
köşeleri
ve lekeleri keşfet dedi, bana
derken
dünya eşkenar üçgenlerden ibaretti
tuttum
birinin bir kenarını azıcık çektim
pencere
önünde çiçekleri dizmek için denizlik
ve
bir ağacın kovuğu oldu sevişmek için
bir
kement gibi doru atın boynuna
kendini
seyrederken suya düşmüş birine uzattım sonra
yükselttim
bahisleri
yüzümdeki
kabuğu kaldırınca;
kınar
hanımın denizleri kanadı
hayatım
kanadı
kendimden
çıkardım kendimi
yenildim
ihdinas
sıratel müstakim
IV.
bu
şiiri böyle bırakma
“beni
bıraktığın yerde bırakma”
gidilecekse
yolun yarısını gitmek gerekti önce
çıktım
yola
yol
topraktandı
gördüm
sırtına
biraz toprak bulaşmıştı
örtünmek
için değil,
lekesiydi
onun bu kırmızı
araziye
uydurmak için değil,
farklı
kılmak için kendini
avucuma
aldım, o lekeli siyah taş işte
rengini
derime bulaştırdı
neden
değiştirmiyor bazıları renklerini
neden
değiliz iki kişi
dölümüz
kısır
çocuklarımız
ölü
V.
anlamı
değişmedi
güç
demek: yalnızlıktan korkmamak değil
her
şekilde hayatta kalmak demek
birlikte
güçlüyse ötekiler
yalnızlık
da kendini doğurur kendinden
hadi
yürü, dedin
yürüdüm
aynı
yerdeydi kaşımızdaki yara izi
kapanmadı
üst üste
sırt
sırta verip ters yönlere gitmek
kaf
dağını aşmak gerekti
VI.
sen
belki bir bayram günü bir atlıkarıncasın
alnına
sürülmüş bir damla kurban kanısın
sende
gördüğümle senin kendini kurduğun farklı belki
ikimiz
de şu titreşip duran yaprağı
farklı
renkte görüyoruz belki
yeşillerimiz
aynı değil
tomurcuklarımız,
çiçeklerimiz
yerimiz,
yurdumuz
gidişimiz,
dönüşümüz
atları
yerli yerine koyuyorsun
belki
sen onları bir yere koy diye
senin
yolun bunun için belki:
b
e l l i b i r y e r e
k o y d i y e a t l a r ı
durmadan
can sıkıntısı, durmadan ölmek
eksik
olduğumuzu anlamaktan kaçmak için belki bu korku
var
mıyım
VII.
birini
yok etmek için susmak
yokluğuna
katlanmamak için
ona
dokunmamak
her
şey bitmemişte, yarım kalıyor
her
yarım bir son belki
her
seferinde en baştan başlıyoruz
bir
son yok belki
sonsuzluk
bu demek
sonumuzun
olmayışı
VIII.
konuşmalar,
bakışmalar
sorduklarım
yüzünden
sonra
uzun uzun can çekişmesi
sonra
tekrar soruyorum
yeniden
susana dek seviniyoruz
bir
dilsizin alfabesi bu
yeraltına
kaçmış birinin
gözlerinde
ışık var demek hâlâ
canlı
bir yerleri kalmış demek
bu
söylenmemiş onun en büyük şiiri
IX.
yalnızlığa
tapıyorum. has olana.
sevişmeden
mahremine giriyorum
yalnızlıklar
iç içe geçiyor
ama
zedelenmiyor orada
X.
bu
yolların sonu yok dedim; bu yarımların bir sonu yok.
gitgide
küçülüyoruz
benim
hatam değil ki bu
sonra
tekrar soruyorum
yeniden
susana dek seviniyoruz
bilmediğim
bir alfabe bu
XI.
dedim
ki:
kaybetmekten
başka ne kazanılır kayıplardan
küçülüp
kendi içime döneceğim
her
şeyimi kaybederek kazanacağım
az
değil; bir “kuş yemi”nin sertliği
sayıklama
değildi
kendimi
boşalttım önüne
XII.
bıraktım
artık
duvarlara
vurdukça kanlı izler bırakan tarafımın
izini
sürmeyi bıraktım orada tek başına
sessiz
bir soru
yanıtsız
bir karşılık
boş
bir kağıt parçasıyım
çok
istemeyi bıraktım artık
XIII.
dedim
ki:
saatleri
huzura ayarlama enstitüleri olmalıydı bu ülkede
her
sevincin sonu
upuzun
bir durma
bu
güneşli cumartesi bile
O
bir büyük :
“içe dönük bakla”
XIV.
anlamı
eski suskunluklardan dolduruyor dil
ağzından
çıkacak hangi sözcük söyleyebilir
söylemediğinden
daha büyük bir şeyi
söylenmemişten
daha büyük ne söyleyebilirsin
dilim
şişiyor
kaşmir
kazak, kuş tüyü yastık, ipek şal
seninle
birlikte kuzuları da emziriyorum
bitmedi,
bu “hikaye seni anlatıyor”
XV.
dedi
ki:
“çile
sabırlı bekleyiş demektir”
“bataklıktaki
kamış”
çocukken
ince ince kıyılmış bu çocuk
hiç
büyümüyor
durmadan
mızrağının ucunu biliyor
suskunluğu
bulaşıcıymış
XVI.
dedim
ki:
neden
- sonucu aştım da sana vardım
durdurmalıydı
beni zorunluluklar
sonuç
mu; yenilgi
o
koku dişiliğim, korkutmasın seni, diyeydi
o
iyot, o tuz, o uzak deniz
o
kadın korkutacak diye
öyle
temiz, öyle hiç gelsin sana, diyeydi.
XVII.
ağzını
aç, konuşma, dilini ver bana
dilin
gerçek
dokun
bak, bunlar da..
…
Zehra Betül
NERKİS
filiz
veren bir ağaç gibi
çocukluğumdan
sürdüm kendimi
büyüdükçe
kırılgan oldu dallarım
lekeli
yüzüyle ortaya çıkıyor ay çıbanı
şifreli
bir düzlükken
deliniyor
gece
girintiler,
çıkıntılar
içimde
her geleni o sandığım içrek bir aşk
ille
de dokunmak istiyorum çıplaklığınıza
ille
de koklamak çenenizle boynunuzun bitiştiği yeri
dilimin
ucunda kalanla kalbinize dokunmak
olmuyor,
ortalarında çırılçıplak dururken
buğulanmış
aynalar, gözlerimi çalıyor
böyle
bir şeymiş demek ki üstünden sevişmek
saçlarım
çözülmeden kalıyor
ey!
çıplaklık
ey!
kendisini
yeniyle örten katmerlenmiş eski
tanrı
artık sizsiniz
parmak
izi toplayın, bulun yalancıyı
uslu
durdum aynaların içinde
bir
çok oldum
bir
yok oldum, saçlarımda masallar
dinleyin
anlatıyor peygamber devesi
min
el aşk ene'l aşk
Zehra Betül
OL'URUM
gülüşüyoruz
karşılıklı
incecik
birer çizgi oluyor gözlerimiz
orada
yuvalanıyor mermer kuşlardan artan sözcükler
yalnızlığımızın
ayak ucunda duruyor tarih
geleceğin
ellerinden içiyor zehrini
rodin’in
avuçlarından çıkma bir monica belluci
ortaçağ
şehirlerini alıyorum yanıma
üstümü
bir fahişenin el'iyle örtmüş ismimi
meydanları,
köprüleri, cadı kazanlarını
öpülmekten
yorgun düşmüş boynumu alıyorum
bir
de limoni servi, fıstık ağaçları
atlıyorsunuz
arkamdan
önce
ol'uyorum sonra taylar
evet
diyorum size
sesim
siyah bir taştan çıkıyor bembeyaz
büyümüş
çocukların korkusu olarak geliyorum
evet,
süt doluyor günahlar
bir
daha anlatıyorsunuz gözlerim sizin oluyor
biz
kirlenmek nedir iyi biliyoruz
iyi
biliyoruz suskunluklardan
kara
dutları nasıl doğuruyor kavruk ağaçlar
Zehra Betül
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder