5 Temmuz 2015 Pazar

MERYEM COŞKUNCA



(1992, Tufanbeyli / Adana - )


       Mersin 19 Mayıs Anadolu Lisesi’nden mezun oldu,  Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi'nde İngilizce Öğretmenliği Bölümü’nde öğrenim görüyor.
       İlk şiirleri Hayâl dergisinin Genç Dize bölümünde (Nisan-Mayıs-Haziran 2013) ve Tmolos Edebiyat dergisinin 14. sayısında yayımlandı. Şiirleri; Akatalpa, Akköy, Aşkın E Hali, Çoğul, Diri Ozanlar Derneği, Eliz Edebiyat, Gard Şiir, Hayâl, Kalemsiz, Kurşun Kalem, Kuşak Edebiyat, Lacivert, Mavi Yeşil, Melâmet, Me’yus, Mühür, Panoptikon, Peyniraltı Edebiyatı, Şiiri Özlüyorum, Tmolos Edebiyat, Tun, Yasakmeyve gibi dergi ve fanzinlerde yayımlandı / yayımlanıyor.
Ödülleri: 2015 Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü’nde jüri tarafından Örsan Gürkan Aplak, Elif Karık, Yaşar Kavas, Alp Can Konuk, Caner Kuşçu, Atacan Öztekin ve Bekir Türker ile birlikte adının anılmasına karar verildi. “Geceyle İşlenen” adlı dosyasıyla 2016 Arkadaş Z. Özger Ödülü’nü aldı.
Kaynaklar:
A  https://meryemcoskunca.wordpress.com/

Şiirlerinden Seçmeler:

ALIÇ GÜZÜ

Dilaltında saklı sözler gibi bir ağaçla akşamları
birikirdi ellerim kanlı kütüğün soğuğunda
ölü aynalardan yansıyandı inançsız gövdelere
çizgisine yamanan kovuk başları.

Ben sonbahardan sonraki şeylere inanırdım
ağzımdan Akdeniz tadına en çok ve suya
yetmedi söz buldum ağzıma
harflerin ininde yaz’dım
geçmişimde alıç güzü

İndiğim tümsekte durulmazdı
karanlığın yarama battığı o çukur aynada
gezindiğim yırtık bana esrar, bana buz ağı
her buz eriyeceği bir kap bulmalıydı oysa

her iyi denilen şey gibi fos çıkardı mutluluk
cam gibi eşiğe dağılırdım kim kırsa

ve içimizde hep dağlı bir at başı suskunluğu.

ARALIKSIZ BOŞLUK

her kadın
kaybettiği aşkın akşamında
başka bir acıya aralıksız
değil mi doğurgan
ey ölümsüz tenha

hücre sevmekle yenilemez kendini
birikir ve birikir öldüğümüz şeyler
birbirine tutunup bakamayan iki el
ve iki dokunulmuş kalp gibi

değil mi insan kendi çitinde
kendi fırtınasıyla kopar ve
toplayamaz onu hiçbir taş
bırakıldığının sularında

ben de bir suyun oyuğuyum
ve uyruğu onun altında
susturulmuş bir kuyu
ağzının acı kapağıyla

sustukça içine çekilirim
korusunda kuruduğum kalbin
yine de söz dedim:
söz ! seni kimselere
demeyeceğim

değil mi yirmi iki yıldır
yirmi iki kuyumdan çıkmadım
içim içini çok çekti
içim içinden çok. söz dedim:
söz ! olmayacağım bir yüzük
boşluğu bile
hiçkimse’nin kalbinde

CEYL’E İÇ DÖKMELER

insan u-nu-tur-muş

insan mıyız ki unutalım ceyl
tırnak nasıl kopar kökünden
nasıl eksiliriz cansız yerlerimizle
ne kadar zayıfız
cılız bedenin yoksulluğunda
durmadan acıyoruz
ve yok
iyi değilim diyecek kimsemiz

neremizden ağlamadık
neremizden boncuk boncuk
bilyeler gibi
saçılmadıydık yere
nerede susmamıştık en çok
oradan koyulalım yola ceyl

yürümeyi öğrenir insan
peki nerede duracağını
ondan mı bu dinmeyen
uğultusu yokuşun
ve kalabalık sesleri gecenin

günler de geçiyor kim için?

cumadan ve benden yuva ol-maz-mış

gereksiz birer ağırlık gibiyiz
yalnız acının bilgisi anlamlı
kurulacak başka söz
        yok
korkma dedim ceyl
ol sylvia ve yaz
görünmeyen yaşantıyı
ol geceyle daha öteki
yaz ve öl
bıraktığın desenlerin
görkemli izleriyle

ECZASIZ

naze’ye

buradasın
gözlerin işlemez olduğu vakitlerde1
çorak gece değil işittiğin
uluyan görüntü. kopmuş uyluk
tutulmayan söz yığınları gibi
omuzlarını kaldırıp düşüren
törenlerdir
uzayan gecenin eteklerinde
bil ki bitmeyecek bu karanlık tören
yağmalayıp attıkça kalbinin köklerini

buradasın
sen ki sevdin, yandın, yendin ve yenildin
sonunu duydun fışkıran kötülüklerin
gözlerin işlemez olduğu vakitlerde
anladın
ışık köreldi, ruh da çizildi deri gibi
buradasın
ve bunun tedavisi yok2

bil
saatler ağrılı birer atış
karalı kalplerin
ölümü bekleyen yalnız odalarında

1 naze nejla yerlikaya
2 samuel beckett

İTİRAF

“Her kim ki yalnızca kendine yardımı dokunur

  ve o da sözcüklerle
ona yardım edilemez!”

/Ingeborg Bachmann

durmadan yazıyorum
göle fırlatılan bir avcun taşırdıklarını
herkesin bir deriyi oyduğu vakitlerde
en büyük kanayanı anılardı belleğin
ve değdi kirpiklerime ulu lamba
döküldü ışıklardan acı yansıtan
gözlerimin iplik gibi eğirdiği gün
sevdirdi bir erkeği: işte hüznün kütlesi
yaprağı açılmaya yasak bir aşk
incitti parmaklarımı içe doğru, sustu ellerim
gövdemi zorla dik tutan dünya
doladı ölü çiçekleri boynuma
savrulan her yaprağa eklendim

herkes herkese bir kalp olabilirdi, evet
düşünde çoğ’u gerçekte hiç’i biliyorsa
uzun bir kışın kırık tepelerinde
tutuldu yanık bir ay ve ağrılarla solundu nisan geceleri
bir sevgiden senelik hüzünlerle bağışlandı kadın
indi sırrına dinlemek için bütün yazgıları
yaşanılmayan saatlerin çekiçlerini vurarak

durmadan yazıyorum
bir avcun taşırdıklarını göle fırlatılan
bir düşün ağrılarında kaldı kadın
gerçekler deriye giziyle işlendi her son’da
ve dinmek içi yazıldı her şey, geceye bulandı ayrılık
yazıldı, yazıldı…
ama susmadı içinden bir kuyu bilinen
yazıldı yazıldı…
ama susmadı her yıkıntıda bir öteye itilen
çünkü her kuyunun sırrında bir çığlık vardı
acı vardı her kuyunun bin sırrında

dudağımdaki ‘ben’ kadar bildim acıyı

zamanın içinden olan bir yanığın yazgısını bilmez
bilmez bir yanık avcumda yazılı yangını
küllerimle kaç tur döndürdüm kendimi
annem ve göğü için
kaç kez ölemeyişlerimde bir utançla fırlatıldım suya
fırlatılan bir yanığın sönmediklerini durmadan yazıyorum
ateşe bürünen acıya ve acıyı yayan aşka
çünkü eti çürük bir Meryem var dünyada

Melâmet Dergisi Sayı:1, 2015

KABUK

Tüm bedenimi sırtlanmış iki tutam saçım
Kekik kokulu dağ başlarında

Herkes kendinin yansımasıdır bir çölün kumlarında
Sessiz bir ağacın kurumuşluğudur saf bir beden
Yeşillikle kaplanan kır sesleri boyunca
Gözlemek ne amaçsız, kaygısız adımları
Bir kayanın oyuğuna havalanırken
Doğrudur dillerde ne söylenirse;
Saksı diplerine aldırırım kendimi
Çiçekler ellerime ağıttır, bir kuşun göçüyle
Kendine çeker denizleri, içimdeki tufan
Yürümek derim yürümek:
Kaldırım taşlarına işkence!

Sen yalnız bir flütün sesiyle sev beni
O seslerden başlasın yollar gelmeye
Sonra giderek kararan ellerinden
Bir masaya yayılır öyle, sessiz ve nazlı,
En çok terli ayaklarına atarım kendimi
Nasırlarına bakarken-perdeler şahit buna
Kederli ayaklarındadır, tohumu kurumuş dünya
Ellerde pas, kapı kollarından arta kalan
Sen yalnız o ellerinin pasıyla sev beni
Yaylalar karını eritirken usulca

Tüm bedenimi sırtlanmış iki tutam saçım
Kekik kokulu dağ başlarında

Sökerken gövdemin kırışık yanlarını bir bir
Gördüm, hangi gökkuşağıydı o yanımdan geçen
Altısı sararmış, altısı da renk budalası
Bakakalırım öyle, eski bir kayığa uzaktan
Sol yanının denizi hırpaladığı
O dedi, birikmiş fosillerden başka nedir zaman

Tüm bedenimi sırtlanmış iki tutam saçım
Kekik kokulu dağ başlarında
Bir suyun yarasına kapanıp
Kabuk tutmayı beklerim en fazla.

Akatalpa, Sayı: 164, Ağustos 2013

MÜZİK, AŞK, UYKU VE ŞARAP

Dururum, o sıvı sessizliğinde çıplak bir akşamın
Dört düşlemektir yaşamak, tedirgin evler gibi
Müzik, aşk, uyku ve şarap
Sözler uğultulu, iç acılar köşe başlarında
Yalnız senin koynuna girer, işitilenler
O ölmüş sesler, kara üzüm bağlarında
Ben birdim işte, o ölü çan seslerinde
Dedim, ancak böyle uzanırım adına
Sen dört olup, dört yana dağılırken hem de
Müzik, aşk, uyku ve şarap
Dedim, ben dört olsaydım eğer
En fazla ayakları baştan aşağı kazınmış bir masa
Dört ayağım da müzik, aşk, uyku ve şarap
Hepimiz terlerdik bu yüzden, başlar ağır yük
En çok da ölümüz…
Toprak altında ağrıyan yanlarımızı okşarken
Bir sen kalırdın kumlardan öte, o da dört!
Kürek sallarken atmayan nabızlara
Müzik, aşk, uyku ve şarap
Akatalpa, Sayı: 162, Haziran 2013

NE YAPMALIYDIM

yazdıklarımla ne sıkıntılar doğacak
eksiksizdir hüzünlü kadınların acısı da
aşkı da

hiçliği değil miydim bu kürenin
ne yapmalıydım boşlukta

acıyı dokudum acıyı desenleriyle
hala diri ellerimin
ellerime benzettim acıyı, baktım
acı ellerim. alıp onları
alnıma sürmekten başka
ne yapmalıydım

uyumayacaktın ve kazınan yerleriyle
şahit olacaktın bir masaya
gecenin yatağında devinimsiz
yoktu gövdemin kamaşmadığı yeri
ellerin bendeyken göremedim
eski kırgınlığın kalıntısından
ölmüşüz geceleri bir yığın ve hiç
doğmamışız sesiyle sohrab’ın

inlerken annem yalnız
vakitsiz bir geceyle doğmuşum

aldım o günü. taşıdım. bugün oldum
açılmış bir karına sadık olup
ağrılarımla yürümekten başka
ne yapmalıydım

ne de olsa kanı annemin
kansızlığım benim
bu kan çağı öyle değilse de
yıpranmış bantlar gibi
dolanırız kendi karanlığımızın
çemberlerinde

ne yapmalıydım
bozuk, anlaşılmayan yerlerimi kestim
kanım hâlâ yok
yalnız solgun parçalarımla
yirmi iki yerimden özlediğim ölümü
dibimde titreyerek beklemekten başka
ne yapmalıydım

ÖBÜRÜ YA DA ÖTEKİ

      içimi kemiren bu korkunç basınç
başka nasıl açığa çıkacaktı
şiirsiz.

kaygılarımı omuzlamaktan başka
bilmedim tek bir yankı
döktüğüm yaşları topluyorum
önüme konulan çeyiz kör. gök kilitli.
duyarım dağılmış tozlar arasında
ezik bir kavalın ağıtını.
ben oradaydım ve yalnız çırpınışları
gecenin

doyur dedim nefsime acıyı doyur
sesi eğilene kadar karanlık ol
kuyunda
bir başına taş
bir yaş daha düş, huy et ve söyle
bu çağda enine duran bir ayna
bütün bütün değil
daha bin parça

SU GÜNÜ

Suyun boğuluşuydu bardağa dökülmek
uzağınızda değil, boşluğunuzda, o sarı kovukta
dört kere tekrarladım bunu kalabalığa
yalnız kendim duyardım, bir de bardağa değen el

Ah dedim, herkes kendine yansır sarhoş bardakta
oyuk masalar üstünde başlar dünya turu!

Kimse sormadan gelirdi suların hatırını,
taşlar bakımsızlıktan kara
uzanmıyorlar ondan ırmak kenarlarına.
Söz gelimi birden doldurulmak desem
aldırır mısınız beni de boşluğunuza?

Dur dedim, bir çölün kumu ne kadar çoksa
o kadar ağaçsızdır topraklar, sen de olmayan bir dal
yol: işaret parmağım, yol: tırnaklarımın kazıdığı
yalnız kendim duyardım bunu, bir de bardağa değen el

Çok kere vurdum masaya, beşincide devrildi masa
işte, suyun ellerimde dirilişi
hazır değildim gülmeye ama güldüm

Yazın bunu: suyun günüdür bugün!

TOZ

gürültüyle doğan gürültüyle ölür
ne de olsa kolay örülen duvarlar insanın
ne de olsa canını dişine takmaz can çürür
her şey kendini bir eksikliğin hıncıyla büyütür

ben ki öfkemi bıçaklardan bilmedim
daha da biledim bıçağımı kesiğimi özenle incelttim
derine indikçe çoğalan çığlık. kanından sıyrılan kinim
derine indikçe daha derine özlem. yok olma isteğim

hazırladım sundum neyim yoksa var edip her şeyimi
ne de olsa büyütüyor yangınını ruhumun bachmann’ı
arayarak yeni dili geceyle gün ediyorum
şimşekler çakıyorum

 ruhuma

lamba alnıma tozunu yayıyor
her ışık tozun içinden var olur kimse bilmiyor
ruhum ışığın acı tonuyla sesleniyor dünyaya
kimse ölçmüyor kaç yük acıyla yürür kadın
bilmiyor kimse tozundan ayırırsa kendini
kaybolacak sularda
çünkü toz değil sudur ruhu bulandıran
su dünyadır. dünyaya uzaklıktır ruhum
varım ki savuruyorum

sularımı

inanın öfkem dinince sizi var edecek toz
beni yok edecek bilmediğiniz yangın
kimse bilmiyor ve bilmeyecek
bir sözcüğü parlatmak için
uzun zamandır pas tutturuyorum gövdemi
inanın ben iniltiyle doğdum
iniltiyle


öleceğim


Güncelleme tarihi: 8 Kasım 2016

Hiç yorum yok: