(1992, Tufanbeyli /
Adana - )
Mersin 19 Mayıs Anadolu Lisesi’nden mezun oldu, Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi'nde
İngilizce Öğretmenliği Bölümü’nde öğrenim görüyor.
İlk şiirleri Hayâl dergisinin
Genç Dize bölümünde (Nisan-Mayıs-Haziran 2013) ve Tmolos Edebiyat dergisinin 14. sayısında yayımlandı. Şiirleri; Akatalpa, Akköy, Aşkın E Hali, Çoğul, Diri
Ozanlar Derneği, Eliz Edebiyat, Gard Şiir, Hayâl, Kalemsiz, Kurşun Kalem, Kuşak
Edebiyat, Lacivert, Mavi Yeşil, Melâmet, Me’yus, Mühür, Panoptikon, Peyniraltı
Edebiyatı, Şiiri Özlüyorum, Tmolos Edebiyat, Tun, Yasakmeyve gibi dergi ve fanzinlerde yayımlandı / yayımlanıyor.
Ödülleri:
2015
Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü’nde jüri tarafından Örsan Gürkan Aplak, Elif Karık,
Yaşar Kavas, Alp Can Konuk, Caner Kuşçu, Atacan Öztekin ve Bekir Türker ile
birlikte adının anılmasına karar verildi. “Geceyle
İşlenen” adlı dosyasıyla 2016
Arkadaş Z. Özger Ödülü’nü aldı.
Kaynaklar:
A https://meryemcoskunca.wordpress.com/
Şiirlerinden
Seçmeler:
ALIÇ
GÜZÜ
Dilaltında saklı sözler gibi bir ağaçla
akşamları
birikirdi ellerim kanlı kütüğün soğuğunda
ölü aynalardan yansıyandı inançsız
gövdelere
çizgisine yamanan kovuk başları.
Ben sonbahardan sonraki şeylere inanırdım
ağzımdan Akdeniz tadına en çok ve suya
yetmedi söz buldum ağzıma
harflerin ininde yaz’dım
geçmişimde alıç güzü
İndiğim tümsekte durulmazdı
karanlığın yarama battığı o çukur aynada
gezindiğim yırtık bana esrar, bana buz ağı
her buz eriyeceği bir kap bulmalıydı oysa
her iyi denilen şey gibi fos çıkardı
mutluluk
cam gibi eşiğe dağılırdım kim kırsa
ve içimizde hep dağlı bir at başı
suskunluğu.
ARALIKSIZ
BOŞLUK
her kadın
kaybettiği aşkın akşamında
başka bir acıya aralıksız
değil mi doğurgan
ey ölümsüz tenha
hücre sevmekle yenilemez kendini
birikir ve birikir öldüğümüz şeyler
birbirine tutunup bakamayan iki el
ve iki dokunulmuş kalp gibi
değil mi insan kendi çitinde
kendi fırtınasıyla kopar ve
toplayamaz onu hiçbir taş
bırakıldığının sularında
ben de bir suyun oyuğuyum
ve uyruğu onun altında
susturulmuş bir kuyu
ağzının acı kapağıyla
sustukça içine çekilirim
korusunda kuruduğum kalbin
yine de söz dedim:
söz ! seni kimselere
demeyeceğim
değil mi yirmi iki yıldır
yirmi iki kuyumdan çıkmadım
içim içini çok çekti
içim içinden çok. söz dedim:
söz ! olmayacağım bir yüzük
boşluğu bile
hiçkimse’nin kalbinde
CEYL’E
İÇ DÖKMELER
insan u-nu-tur-muş
insan mıyız ki unutalım ceyl
tırnak nasıl kopar kökünden
nasıl eksiliriz cansız yerlerimizle
ne kadar zayıfız
cılız bedenin yoksulluğunda
durmadan acıyoruz
ve yok
iyi değilim diyecek kimsemiz
neremizden ağlamadık
neremizden boncuk boncuk
bilyeler gibi
saçılmadıydık yere
nerede susmamıştık en çok
oradan koyulalım yola ceyl
yürümeyi öğrenir insan
peki nerede duracağını
ondan mı bu dinmeyen
uğultusu yokuşun
ve kalabalık sesleri gecenin
günler de geçiyor kim için?
cumadan ve benden yuva ol-maz-mış
gereksiz birer ağırlık gibiyiz
yalnız acının bilgisi anlamlı
kurulacak başka söz
yok
korkma dedim ceyl
ol sylvia ve yaz
görünmeyen yaşantıyı
ol geceyle daha öteki
yaz ve öl
bıraktığın desenlerin
görkemli izleriyle
ECZASIZ
naze’ye
buradasın
gözlerin işlemez olduğu vakitlerde1
çorak gece değil işittiğin
uluyan görüntü. kopmuş uyluk
tutulmayan söz yığınları gibi
omuzlarını kaldırıp düşüren
törenlerdir
uzayan gecenin eteklerinde
bil ki bitmeyecek bu karanlık tören
yağmalayıp attıkça kalbinin köklerini
buradasın
sen ki sevdin, yandın, yendin ve yenildin
sonunu duydun fışkıran kötülüklerin
gözlerin işlemez olduğu vakitlerde
anladın
ışık köreldi, ruh da çizildi deri gibi
buradasın
ve bunun tedavisi yok2
bil
saatler ağrılı birer atış
karalı kalplerin
ölümü bekleyen yalnız odalarında
1 naze nejla yerlikaya
2 samuel beckett
İTİRAF
“Her kim ki yalnızca kendine yardımı
dokunur
ve o da sözcüklerle
ona yardım edilemez!”
/Ingeborg Bachmann
durmadan yazıyorum
göle fırlatılan bir avcun taşırdıklarını
herkesin bir deriyi oyduğu vakitlerde
en büyük kanayanı anılardı belleğin
ve değdi kirpiklerime ulu lamba
döküldü ışıklardan acı yansıtan
gözlerimin iplik gibi eğirdiği gün
sevdirdi bir erkeği: işte hüznün kütlesi
yaprağı açılmaya yasak bir aşk
incitti parmaklarımı içe doğru, sustu
ellerim
gövdemi zorla dik tutan dünya
doladı ölü çiçekleri boynuma
savrulan her yaprağa eklendim
herkes herkese bir kalp olabilirdi, evet
düşünde çoğ’u gerçekte hiç’i biliyorsa
uzun bir kışın kırık tepelerinde
tutuldu yanık bir ay ve ağrılarla solundu
nisan geceleri
bir sevgiden senelik hüzünlerle bağışlandı
kadın
indi sırrına dinlemek için bütün yazgıları
yaşanılmayan saatlerin çekiçlerini vurarak
durmadan yazıyorum
bir avcun taşırdıklarını göle fırlatılan
bir düşün ağrılarında kaldı kadın
gerçekler deriye giziyle işlendi her son’da
ve dinmek içi yazıldı her şey, geceye
bulandı ayrılık
yazıldı, yazıldı…
ama susmadı içinden bir kuyu bilinen
yazıldı yazıldı…
ama susmadı her yıkıntıda bir öteye itilen
çünkü her kuyunun sırrında bir çığlık vardı
acı vardı her kuyunun bin sırrında
dudağımdaki ‘ben’ kadar bildim acıyı
zamanın içinden olan bir yanığın yazgısını
bilmez
bilmez bir yanık avcumda yazılı yangını
küllerimle kaç tur döndürdüm kendimi
annem ve göğü için
kaç kez ölemeyişlerimde bir utançla
fırlatıldım suya
fırlatılan bir yanığın sönmediklerini
durmadan yazıyorum
ateşe bürünen acıya ve acıyı yayan aşka
çünkü eti çürük bir Meryem var dünyada
Melâmet
Dergisi Sayı:1, 2015
KABUK
Tüm bedenimi sırtlanmış iki tutam saçım
Kekik kokulu dağ başlarında
Herkes kendinin yansımasıdır bir çölün
kumlarında
Sessiz bir ağacın kurumuşluğudur saf bir
beden
Yeşillikle kaplanan kır sesleri boyunca
Gözlemek ne amaçsız, kaygısız adımları
Bir kayanın oyuğuna havalanırken
Doğrudur dillerde ne söylenirse;
Saksı diplerine aldırırım kendimi
Çiçekler ellerime ağıttır, bir kuşun
göçüyle
Kendine çeker denizleri, içimdeki tufan
Yürümek derim yürümek:
Kaldırım taşlarına işkence!
Sen yalnız bir flütün sesiyle sev beni
O seslerden başlasın yollar gelmeye
Sonra giderek kararan ellerinden
Bir masaya yayılır öyle, sessiz ve nazlı,
En çok terli ayaklarına atarım kendimi
Nasırlarına bakarken-perdeler şahit buna
Kederli ayaklarındadır, tohumu kurumuş
dünya
Ellerde pas, kapı kollarından arta kalan
Sen yalnız o ellerinin pasıyla sev beni
Yaylalar karını eritirken usulca
Tüm bedenimi sırtlanmış iki tutam saçım
Kekik kokulu dağ başlarında
Sökerken gövdemin kırışık yanlarını bir bir
Gördüm, hangi gökkuşağıydı o yanımdan geçen
Altısı sararmış, altısı da renk budalası
Bakakalırım öyle, eski bir kayığa uzaktan
Sol yanının denizi hırpaladığı
O dedi, birikmiş fosillerden başka nedir
zaman
Tüm bedenimi sırtlanmış iki tutam saçım
Kekik kokulu dağ başlarında
Bir suyun yarasına kapanıp
Kabuk tutmayı beklerim en fazla.
Akatalpa,
Sayı: 164, Ağustos 2013
MÜZİK,
AŞK, UYKU VE ŞARAP
Dururum, o sıvı sessizliğinde çıplak bir
akşamın
Dört düşlemektir yaşamak, tedirgin evler
gibi
Müzik, aşk, uyku ve şarap
Sözler uğultulu, iç acılar köşe başlarında
Yalnız senin koynuna girer, işitilenler
O ölmüş sesler, kara üzüm bağlarında
Ben birdim işte, o ölü çan seslerinde
Dedim, ancak böyle uzanırım adına
Sen dört olup, dört yana dağılırken hem de
Müzik, aşk, uyku ve şarap
Dedim, ben dört olsaydım eğer
En fazla ayakları baştan aşağı kazınmış bir
masa
Dört ayağım da müzik, aşk, uyku ve şarap
Hepimiz terlerdik bu yüzden, başlar ağır
yük
En çok da ölümüz…
Toprak altında ağrıyan yanlarımızı okşarken
Bir sen kalırdın kumlardan öte, o da dört!
Kürek sallarken atmayan nabızlara
Müzik, aşk, uyku ve şarap
Akatalpa,
Sayı: 162, Haziran 2013
NE
YAPMALIYDIM
yazdıklarımla ne sıkıntılar doğacak
eksiksizdir hüzünlü kadınların acısı da
aşkı da
hiçliği değil miydim bu kürenin
ne yapmalıydım boşlukta
acıyı dokudum acıyı desenleriyle
hala diri ellerimin
ellerime benzettim acıyı, baktım
acı ellerim. alıp onları
alnıma sürmekten başka
ne yapmalıydım
uyumayacaktın ve kazınan yerleriyle
şahit olacaktın bir masaya
gecenin yatağında devinimsiz
yoktu gövdemin kamaşmadığı yeri
ellerin bendeyken göremedim
eski kırgınlığın kalıntısından
ölmüşüz geceleri bir yığın ve hiç
doğmamışız sesiyle sohrab’ın
inlerken annem yalnız
vakitsiz bir geceyle doğmuşum
aldım o günü. taşıdım. bugün oldum
açılmış bir karına sadık olup
ağrılarımla yürümekten başka
ne yapmalıydım
ne de olsa kanı annemin
kansızlığım benim
bu kan çağı öyle değilse de
yıpranmış bantlar gibi
dolanırız kendi karanlığımızın
çemberlerinde
ne yapmalıydım
bozuk, anlaşılmayan yerlerimi kestim
kanım hâlâ yok
yalnız solgun parçalarımla
yirmi iki yerimden özlediğim ölümü
dibimde titreyerek beklemekten başka
ne yapmalıydım
ÖBÜRÜ
YA DA ÖTEKİ
içimi kemiren bu korkunç basınç
başka nasıl açığa çıkacaktı
şiirsiz.
kaygılarımı omuzlamaktan başka
bilmedim tek bir yankı
döktüğüm yaşları topluyorum
önüme konulan çeyiz kör. gök kilitli.
duyarım dağılmış tozlar arasında
ezik bir kavalın ağıtını.
ben oradaydım ve yalnız çırpınışları
gecenin
doyur dedim nefsime acıyı doyur
sesi eğilene kadar karanlık ol
kuyunda
bir başına taş
bir yaş daha düş, huy et ve söyle
bu çağda enine duran bir ayna
bütün bütün değil
daha bin parça
SU
GÜNÜ
Suyun boğuluşuydu bardağa dökülmek
uzağınızda değil, boşluğunuzda, o sarı
kovukta
dört kere tekrarladım bunu kalabalığa
yalnız kendim duyardım, bir de bardağa
değen el
Ah dedim, herkes kendine yansır sarhoş
bardakta
oyuk masalar üstünde başlar dünya turu!
Kimse sormadan gelirdi suların hatırını,
taşlar bakımsızlıktan kara
uzanmıyorlar ondan ırmak kenarlarına.
Söz gelimi birden doldurulmak desem
aldırır mısınız beni de boşluğunuza?
Dur dedim, bir çölün kumu ne kadar çoksa
o kadar ağaçsızdır topraklar, sen de
olmayan bir dal
yol: işaret parmağım, yol: tırnaklarımın
kazıdığı
yalnız kendim duyardım bunu, bir de bardağa
değen el
Çok kere vurdum masaya, beşincide devrildi
masa
işte, suyun ellerimde dirilişi
hazır değildim gülmeye ama güldüm
Yazın bunu: suyun günüdür bugün!
TOZ
gürültüyle doğan gürültüyle ölür
ne de olsa kolay örülen duvarlar insanın
ne de olsa canını dişine takmaz can çürür
her şey kendini bir eksikliğin hıncıyla
büyütür
ben ki öfkemi bıçaklardan bilmedim
daha da biledim bıçağımı kesiğimi özenle
incelttim
derine indikçe çoğalan çığlık. kanından
sıyrılan kinim
derine indikçe daha derine özlem. yok olma
isteğim
hazırladım sundum neyim yoksa var edip her
şeyimi
ne de olsa büyütüyor yangınını ruhumun
bachmann’ı
arayarak yeni dili geceyle gün ediyorum
şimşekler çakıyorum
ruhuma
lamba alnıma tozunu yayıyor
her ışık tozun içinden var olur kimse
bilmiyor
ruhum ışığın acı tonuyla sesleniyor dünyaya
kimse ölçmüyor kaç yük acıyla yürür kadın
bilmiyor kimse tozundan ayırırsa kendini
kaybolacak sularda
çünkü toz değil sudur ruhu bulandıran
su dünyadır. dünyaya uzaklıktır ruhum
varım ki savuruyorum
sularımı
inanın öfkem dinince sizi var edecek toz
beni yok edecek bilmediğiniz yangın
kimse bilmiyor ve bilmeyecek
bir sözcüğü parlatmak için
uzun zamandır pas tutturuyorum gövdemi
inanın ben iniltiyle doğdum
iniltiyle
öleceğim
Güncelleme tarihi: 8 Kasım 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder