29 Kasım 2010 Pazartesi

Ahmet Ada ‘Paçalı Bulut’ ve ‘Modern Şiir Üzerine Yazılar’ / Ahmet Ada ile söyleşi / Söyleşi: Neslihan Perşembe








Ahmet Ada ‘Paçalı Bulut’ ve ‘Modern Şiir Üzerine Yazılar’

‘Şiir üretildikçe yeni biçimsellikler kazanmalı’



İnsanı ve hayatı tüm yönleriyle imgelere büründürerek anlamlandırma uğraşında olan ve şiirin bir umut, yaşamsal bir ihtiyaç olduğu inancını yitirmemiş bir şair-yazar Ahmet Ada. Çıktığı bu keşif ve yaratıcılık yolculuğunda doğa tüm yönleriyle kendisine pusula. Kırk yıldır bu pusulayla yaşanılır bir dünya için insana ve yaşama usanmadan ulaşma çabasında. Bilindiği gibi sadece şiir üretmeyen, poetik yazılar da yazan bir şair. Ada’nın poetik yazılarını kapsayan Modern Şiir Üzerine Yazılar ve son şiir kitabı Paçalı Bulut üzerine konuştuk.

Neslihan PERŞEMBE

2008’de yayımlanan Modern Şiir Üzerine Yazılar adlı kitabınızda Nâzım Hikmet’ten başlayarak Behçet Necatigil, Cemal Süreya, Sezai Karakoç, Hilmi Yavuz, Celâl Soycan’a yer vermiş, bu şairleri incelemişsiniz. Sizin şiirinizi de kapsayan Modern şiire kısa bir bakışla değinir misiniz?

Türkiye’de Modern şiir yirminci yüzyılın başlangıcında yazılmaya başlandı. İlk önemli atılımı Nâzım Hikmet yaptı. Nâzım Hikmet, o güne kadar çok etkili olan klasik Divân şiirini bırakıp serbest şiire yöneldi, dünya şiirini tanıdı, Rusya’da Mayakovski şiirini keşfetti. Türk şiirinin geleneğini de iyi biliyordu Nâzım. O geleneğin üstünde yükselen bir şiir kurmaya çalıştı. Türkiye’de Modern şiir Nâzım’la başladı denebilir. Nâzım’dan bir önceki dönemde Ahmet Hâşim şiirini de anmak gereklidir. Ahmet Hâşim de Modern şiirin gerek anlamsal gerekse biçimsel yapısını değiştiren önemli bir çıkış yapmıştır. Fakat Haşim’in yaptığı çıkış daha çok geleneksel Divan sesleri üzerine kurulduğu için yeni bir şey değildi. Nâzım Hikmet’in yaptığı yeni bir şeydi, çünkü Türkçenin olanaklarıyla sil baştan modern şiir kurmak gibi bir görevi üstlendi.

Nâzım’ın şiirde denemediği bir şey yok değil mi?

Evet yok. Özellikle klasik Divan şiirini, Halk şiirini bilmesi, Türkçeyi gayet iyi kullanması, bunların bileşeni olan modern bir şiir kurmasına yol açtı. Onun genç yaşta Marksizmle de tanışması dünyaya bakışını, ufkunu genişletti. Aynı zamanda şiir ufkunu da. Nâzım Hikmet’ten sonra gelen en önemli hareket; orta sınıf insanının şiirini yazan Orhan Veli ve arkadaşları tarafından oluşturulan Garip akımı oldu. Garip şiiri, gündelik dili olduğu gibi şiire taşıdı. Kolay yazılan bir şiir izlenimi vermesine rağmen gündelik dilin edasını kullanarak kendilerine özgü bir şiir kurdular. Halka yakın bir şiirdi. Fakat şiirlerinden imgeyi dışladılar, imgesiz bir şiir ürettiler. Yani şiirin bütününde imgeyi bir imkân olarak kullanmayı istemediler. Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday şiiri böyle bir şiirdir. 1950’lerde İkinci Yeni kendiliğinden doğan bir hareketti. Daha çok dönemin; İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki bunaltılı yılların Fransız toplumunda yaşanılan o olgular, şiir devinimleri, İkinci Yeni şairlerin o şiirden etkilenerek Türkiye’de yeni bir şiir kurmalarına yol açtı. Gerçeküstücülükten büyük ölçüde etkilendiler. İmgeyi yeniden şiire taşıdılar. 1940-50 yıllarda Yahya Kemal’den Necip Fazıl’a, Dağlarca’dan Behçet Necatigil’e, Asaf Hâlet Çelebi’den Cahit Külebi’ye, Tarancı’dan Dıranas’a uzanan çizgide birçok farklı şiirler yazıldı. Çağdaş Türk şiiri bu şairlerle zenginleşti.

‘ŞİİRİMDE EVRENSEL İNSAN OLGUSUNU AKDENİZLİLİK BİLİNCİYLE YANSITMAYA ÇALIŞIYORUM’

“Paçalı bir bulut / Girmiş gözüme, ondan mı bozbulanık / Görüyorum denizi / Ve kocaman gözlü eşeği” 2008-2009 yılları arasındaki çalışmalarınızı kapsayan, son şiir kitabınıza ismini de veren “Paçalı Bulut” adlı şiirinizde ve diğerlerinde “insan” ve “doğa”nın bir dil alışverişi gözlemleniyor. Bu anlamda okur organik imgelerle karşılaşıyor. Ancak bazı imgeler daha çok yer alıyor. Örneğin; geyik, eylül, bulut, deniz gibi. Bu imgeleri çok kullanmanızla ilgili görüşlerinizi öğrenebilir miyim?

Bu imgelerin rastlantı olmadığı şuradan belli ki, içinde yaşadığım oda ve mekân birdenbire değişiverdi. Ben 2002 yılında Mersin’e yerleştim. Mersin’e yerleştikten sonra çocukluğumun geçtiği o doğaya yeniden dönüş oldu. Bu nedenle “deniz” olgusu şiirlerime daha fazla ve ütopik düzlemde girmeye başladı. Hatta denizi daha adil, özgür bir ülke olarak düşlemeye başladım. Tıpkı Yunan şiirindeki İthaka gibi. Deniz, bende böyle bir anlam taşımaya başladı. Bunun yanı sıra Akdenizlilik olgusu girmeye başladı, çünkü Akdeniz’in çevresi, Akdeniz insanı, o mekânın, kültürel yapının oluşturduğu insanı Mersin’de bütünüyle yaşamaya başladım. Kent, şiirime büyük ölçüde girmeye başladı. Neden derseniz; insanın burada yaşadığı tinsellik Orta Anadolu’da yaşadığı tinsellikten farklı. Buradan baktığın zaman bütün Ortadoğu’yu, bütün Mezopotamya’yı, İtalya’yı, Cebelitarık’ı, Bağdat’ı, Kudüs’ü, Irak’ı ve oradaki olguları görebiliyorsun. Göç olguları, yapılan savaşlar... Yaşanan trajik hayatın birer öğesi olarak bedenimde bunları hissediyor, yaşıyor, duyuyor ve yazıyorum. Seçtiğim ve birleştirdiğim sözcükler hep bu mekânın, coğrafyanın, insanının tinselliğini, varoluş kaygılarını, ölüm-dirim sorunlarını ortaya koyan sözcükler ve o sözcüklerin eşdeğerleri birleşerek imgeye dönüşüyor. Yeni yazdığım şiirlerde de evrensel insan olgusunu Akdenizlilik bilinci içinde yansıtmaya çalışıyorum.

Mersin’den söz açmışken; “Varlık göz olup soyunur bende / Sabahın bu erken saatlerinde / Mersin’de bu çok sevdiğim kente / Sevinçten kördüğüm olurum” dizelerinin yer aldığı “Kördüğüm” , “Kırık Bölge” , “Hayata Bağlılık” adlı şiirlerinizde ve birçok şiirinizde Mersin, çarşılarından geçen bir gölgeyle, deniziyle, yaylasıyla kısacası bereketiyle yer alıyor. Bir şehrin şairi kabul edişi üzerine görüşlerinizi almanın yanı sıra şunu sormak istiyorum: Şehir şairin dünyasında insanlaşınca mı yer alır?

KENT CANLI BİR VARLIK…

Kuşkusuz öyle. Kent canlı bir varlık gibi. Bu kentte yaşayan insanlar farklı kökenlerden, ırklardan, dinlerden gelmişlerdir ve hepsi bir arada yaşamaktadır. Mersin mezarlarında bir Hıristiyan’la bir Müslüman yan yana gömülüyor. Böyle bir kent burası. Burada kilise, cami, havra hepsi bir arada. Kardeşçe yaşanabiliyor. Bu kardeşliği bozmak isteyen olursa kuşkusuz şiirlerimizde sürekli müdahale etmeye, karşı durmaya çalışıyoruz. Kent aynı zamanda bir uygarlığın simgesi gibi. Bu olgu özellikle burada görünebiliyor. Kilikyalılardan Hititlere, Bizanslılara, Romalılara, Selçuklulara çıkan, o kervansarayların geçtiği, ipek yollarının yer aldığı bütün bu uygarlıkların, tarihsel mirasın da burada sahibiyiz.

Anadolu zaten geçmişte uygarlıkların başkenti olmuş…

Evet, öyle. Bakın Mersin’i ben, Kavafis’in yaşadığı İskenderiye’yle eş tutarım. Kavafis nasıl İskenderiye ile özdeşleşmişse, Özdemir İnce, Celâl Soycan, Sadık Yaşar, Mithat Çelik nasıl Mersin ile özdeşleşmişse ben de öyle özdeşleştim. Ogün Kaymak şiiri de artık Mersin’i solumaya başladı ve bu soluma giderek hız ve ivme kazanacak. Ben bu kente ilk kez geldiğim zaman burada şöyle bir şey vardı: Arkadaşlar hepsi birbiriyle konuşuyor ama bir araya zor geliyordu. Ben geldiğim zaman bir hareket oluştu. Çünkü ben her gün şiire çalışan bir insanım. Arkadaşlara -yaşım da elverdiği için - diyordum ki: “Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz?” Onlar da “bir şey yapmadık” diyordu.“O zaman yapacaksınız” diyordum. Şiir süreklilik gerektirir.

‘BELKİ BEN HÜZÜNLENMEKTEN HAZ ALAN BİR İNSANIM’

“Eylül ki olsun benim de solgun giysim / Hüzünlü özgürlüğüm bölünmüş zamanla / Nasılsa bir orman gibi sevdim / Kuşları kentin sokaklarında” Kimi zaman dökülmüş yapraklarıyla çağırdığınız, kimi zaman can sıkıcı bulduğunuz sonbaharın habercisi Eylül, ‘Paçalı Bulut’da çokça karşımıza çıkıyor. Eylül’ün şiirimizdeki ve sizdeki önemi ne?

Mevsimler… Her mevsim benim için çok önemlidir.

Ama Eylül ağırlıkta gibi…

Eylül’ün ağırlığı şuradan gelir: Eylül bende hep masumluğu, saflığı çağrıştırır. Zulme uğrayan bir doğayı hissederim ben. Doğa sanki zulme uğramıştır da yapraklar da o anlamda dökülmüştür. Buradan yola çıkarak Eylül bana; halkların, o masum halkların savaşların içinde perişan olmasını, zulme uğramasını çağrıştırır. O bakımdan Eylül benim için çok önemli bir aydır. Belki ben hüzünlenmekten haz alan bir insanım.

Yaprak dökümünün yaşanması…

Evet, onun da etkisi vardır mutlaka. Çok basit şeylerden hüzünlenirim. Sözgelimi yerli filmlerde de ağlamaklı olurum. Öyle bir yapım var. Fakat kitapta Eylül’ün yanı sıra günümüzün gerçekliğine göndermeler de var. Hrant Dink var, onun öldürülüşü var. “Yaz mı Dediniz” şiirimde Aram Tigran var. Aram önemli bir Ermeni müzisyen. Aynı zamanda Türkçe de söylüyordu. O da çok hüzünlü bir şekilde, kendi toprağına Diyarbakır’a gömülmek istedi ama buna izin verilmedi. Yaşadığımız dünyada insana ters gelen, insanın yadsıması gereken, insanın doğasına aykırı ne varsa şiirimde yer alır. İstiyorum ki; benim şiirimi âşık olan da okusun, mazlum bir insan da okusun, bireysel boğuntu içinde olan bir insan da okusun ve tünelin ucundaki ışığı görsün. Belki toplumcu oluşumdan gelen bir davranış, bir tutumdur, bilemiyorum.

İlk şiirlerinizde halk şiirinden etkilenmeler vardı. Bundan biraz uzaklaşma mı oldu?


İlk şiirlerimde yerel sözcükler daha fazla vardı. Şimdi iletişim dilini yadsıyan bir şiir dili oluşturma çabasındayım. İletişim diline dayanan ama iletişim dilini de yadsıyan bir şiir diliyle yazıyorum. Bu şiir dilinin lirikliği elbette tartışılmaz. Öteden beri şiirlerimde lirizm başat öğedir.

Geniş zamanların bilgesi dediğiniz Cemal Süreya, kitabınızda en çok yer verdiğiniz şair. Şairin Paris’teki izlenimlerini aktaran “Rokoko” adlı şiiriyle ilgili yazınızda “şairin yurdu dünyadır” diyorsunuz. Yerelle evrenselin iç içe girdiği bir dünyayı anlatarak şair sınırları kaldırır değil mi?

Kuşkusuz. Şair sınır tanımaz. Özgürlükte de sınır tanımaz, dünyada da sınır tanımaz. Dünyadakilerin kardeş olmasını düşler, amaçlar. Dünyadaki savaşlar, özellikle küresel kapitalizmin yaptığı zulümler artık boğazımıza kadar geldi. Bugün muhalif ruhu şiirlerimize taşımak gerekiyor. Bugün İsrail yönetiminin yaptığı Filistin’deki zulüm kabul edilemez. Sosyalistlerin, ilericilerin, devrimcilerin en az Müslümanlar kadar Filistin davasına eğilmeleri gerekiyor. Şiirde güncel olan işlenir mi diye bir soru var. Yetenekli, birikime dayanan, donanımı olan şairler çoktan aştı bunu. Yaşadığımız dünyaya da, şiirlerimize de damgamızı vurmak zorundayız. Hangi mekânda yaşıyoruz, hangi zamanda yazıyoruz, ipuçlarını şiirimiz vermek zorunda. Sonra ileride bunun hesabını bizden sorarlar. Otuz, kırk yıl sonra okur sorar, şair hangi mekânda yazmış diye? Benim şiirimde niye Mersin var? İskenderiye, Atina, Beyrut var? Oralara göndermeler var, oralarda yaşanan acılar var çünkü. Oralarda Akdeniz insanın buluştuğu bir ruh var. Sözgelimi Hayfa Limanı nasıl bir limandır? Merak ederim. Şiirin izleğini belirleyen şeyler bunlar. Filistin’de de portakal yetişiyor, Beyrut’ta da ve Hayfa Limanı’ndan aktarılıyor. Meyvelerle, sebzelerle bile dünya kardeşliğine bağlıyız. Benim evim, Mezitli diye bir semtin giriş noktasında. Oturduğum yerden Beyrut’a da, Trablusgarp’a da, Roma’ya da, Balkanlar’a da, Akdeniz’e de, Filistin’e de, Irak, İran’a, Pakistan’a da bakmak zorundayım. O sorumluluğu hissediyorum. Oralarda insani şeyler yaşanıyor, görmek zorundayım. Onları görmedikten sonra sen şair olmuşsun ne işe yarar? Şiirin bir işlevi varsa işte bu noktadadır. Yani insani trajedileri şiirinde yansıtman gerekiyor. Şiir gösterir çünkü.

İNSAN VE YAŞAMDAN YANA

Veysel Çolak’ın çok sık belirttiği gibi “şiir insandan ve yaşamdan yana olmalı.”

Şiir kendi içinde - Veysel’in dediği gibi - bir devrim yaşamak zorundadır. Şiir üretildikçe yeni biçimsellikler, yeni anlam katmanları kazanmalı. Çünkü hayat değişiyor ve o hayata uygun bir şiir yazmak zorundayız.

Hayatın gerisinde kalmamalı…

Hayatın gerisinde kalanlar da var. Benim kuşağımın şairlerinin çoğu hâlâ 70 duyarlılığıyla şiir yazıyorlar. Orada kalmışlar. Geçmişin kültürel yaşantısı içinde değiliz oysa. 2000’lerden sonra sermaye artık basım-yayım ve iletişim alanına da yatırım yapmaya başladı. Yatırım yapmaya başlayınca yeni televizyonlar kuruldu, gazeteler yayımlandı, çok kutuplu oldu medya ve kör topal ilerleyen yayın sektörü de değişti. Yayın sektörüne de banka sermayesi yatırım yaptı. Yeni bir dizge oluşturdu. 1940’larda Almanya yaşamış bu oluşumu, biz bugünlerde yaşıyoruz. Adorno bu dizgeye “kültür endüstrisi” demiş. Bizdeki kültür endüstrisi bugün kör topal ilerliyor. Hâlâ dar bütçeyle de çalışan yayınevleri var ama bunun yanı sıra büyük sermayenin yatırım yaptığı alanlar da var. İşte o büyük sermaye her şeyi tekelini almaya çalışıyor. Büyük sermaye niye giriyor? Çünkü kültürü de değiştirmek, kendine benzetmek istiyor. Bu, incelenmesi gereken bir alan.


Modern Şiir Üzerine Yazılar/Ahmet Ada/Diagraf Yayıncılık/176 s.
Paçalı Bulut/Ahmet Ada/Artshop/56 s.


(Cumhuriyet Kitap, 25 Kasım 2010, Sayı: 1084)


Not: Söyleşi metnini gönderdiği için Neslihan Perşembe'ye teşekkürler...

Hiç yorum yok: