(1980 - )
Şiirleri, Akatalpa, Denizsuyukasesi, Mor Taka, Mühür, Şiirden vb. gibi dergi,
fanzin, gazete ve eklerinde yayımlandı.
Şiirlerinden
Seçmeler:
EPİNEPHELUS MARGİNATUS
Aynada gözlerime
baktığımda,
Uçsuz bucaksız
sessizliği duydum.
Sorular sordum
öfkeme;
Karanlık balığına
krater göllerinin,
Dilsiz cevherime.
Nice olduğunu
anlattım ona,
Tözden bir evren
düşlediğimi söyledim,
Şeklin gayb olduğu.
Dedi ki
“Kandırmayın kendinizi Lord’um”;
“Eni sonu siz de
herhangi budala fanisiniz
Bu kol ve bacak,
kelle ve gövde ambarında.
Kendiliğinden ve
benliğiniz uğruna var olmak
Değil meseleniz.
Bu denli
dallandırıp budaklandırdığınız acınız,
Salt leziz bir av.
Kabul edin,
Ben değilim sizi
var eden şey;
Varlığınızdan
duyduğunuz utanç
Ve korku..!”
EVDEN UZAKTA
“Masal bitkileri
sarıyor kafamızı,
kendi mitine
tapıyor herkes;
Babil, yıkıldı
çoktan!”
Souad; Benimle
gelir misin?
Bu akşam
ayrılıyorum şehirden; eve giden son şiirle.
Benim de pırıl
pırıl bir çöl yaşıyor içimde,
Evimi ellerinde
taşıyan.
Ayakları deniz,
köpürüyor,
Yemişler yüklü bir
nehir dökülüyor
Narin
bileklerinden,
Yüzüne çarpıyor
suyunu.
Sırtını mavi saçlı
dağlara yaslamış
Avuçlarında
telleri.
Sedir ağaçlarım da
vardı üstelik,
Çakıl taşlarım,
Kertenkelelerim.
Göğsünü dağ
rüzgârlarıyla dolduran güzel mağaram;
Şimdi sen ol.
Souad; Bana öyle
bir söz bağışla ki;
Burada olmayalım
artık.
HASTANE BAHÇESİNDEKİ BANK
sarp kayalıklarla
ıslak longozlar arasında koşuşturan,
diyeceklerini
portakal kabuklarına diyen,
bıçaksırtı kız
çocuğu, şehirlerarası atlıkarıncalara abone.
acıt beni, güneş
görmedik kutuplarımı acıt,
bu bizi götüren,
ambivalan topografyası mazosch dudaklarımızın.
muhtacım
dalgalanmaya, tüm küreme sıçrıyor ikililik çünkü,
çarpışan
gezegenlerin sesini dinle, o benim
kavlim, bozmam
inadımdan tertemiz o benim ağrıyan yanım.
atlarıma yer açtın
ki indim çıktım yokuşlarını dört nala ben
ve eski bir
lunapark türküsü döküldü yere,
"beni kimse
anlamıyor" makamından;
işte buna sallarım
kalçalarımı, işte tozlu yollara düşemeyen biz,
ne verdin bana;
bahar ayları taze nane kokusu,
lavaboda sebze
yıkayan masumiyeti kollarının,
saçların sandıkta.
eksik kalıyor tüm
kollar bana, yok kucaklayabilen dikenlerimi;
biz buraların
unutulmuş melekleriyiz, rüyadayız deliksiz,
hatırlamadıkça
kendimizi başka da kimsenin gelmeyiz aklına
emin ol, unut
kendini. bulurum belki diye, onaylamak için
kabuğumda açılan
yarıkların yanıtlarını, acıt beni,
acıt, kabarsın
suları kendine kanıt aramaktan yılmayan bedenimin.
HORTLAKTA
Kem geldin cefa
getirdin hortlağım!
Kimsenin
anımsamadığı bir alfabeyle
Yazıyor öyküsünü
şeyler,
Tenime ateşle
kazıdığım kan harfler
Ellerini gırtlağıma
götürüyorlar yine,
Lanet kutsal
mancınığını hazırladı:
Dışarıya, en
dışarıya fırlatılacağız...
Üzerine kusulmuştur
sahici ışığın, karadır ışık,
Ateş ise ıslak,
soğuk ve dışkın.
Elbet yakacağız
şimdi tenimizi
Onlar öğrendiler
yüzmeyi, kurtuldular tufanlardan
Alevler sarsın
artık bizi!
Kül, Ağustos 2002
İÇKUMSAL
güneş tepede, çamur
bulanığı sarı bir yaz günü.
köprünün üzerinden
dereye atlayan beyaz donlu çelimsiz oğlanlar
yırtıyor öğlen
uykularını.
boklu dere, küçük
balıkçı motorlarını ufka kavuşturuyor
gölden denize,
denizden göle, şehrin yorgun ama gülümseyen kenarlarını,
kuytu çizgilerini
taşıyor motorlar.
dört başı mamur bir
yarınsızlık,
suyu evin
bellemenin yüreğine serptiği naif emniyet duygusu,
suya güvenmenin ve
bağlanmanın meyvesi,
hürriyetle yürüyen
bir iç ferahlığı ve istavrit.
bir adam, bir
yengeç bırakıyor teknenin kıç aynasına
yüzme öğretmeye
çalıştığı küçük kız korkar da suya girer belki diye,
oltaya dolaşıyor
kız, iğneler bacaklarını kanatıyor telaş edince.
göz yaşlarının sonu
mutlu, şehrin en denizci mahallesinde
bir çocuk daha
yüreğini yumuşatacak dalgalara yürüyor.
yüzen, balık tutan,
sıcak lakırdılar eden insanlar,
tükenmeye yüz
tutmuş bir düşte yaşadıklarından habersiz,
kendilerini
yazıyorlar.
sonra seslerin
rengi soluyor, serinliyor.
bahçelerinde
solucanları, salyangozları, ballıbabaları tanıdığımız loş evleri,
cılız banliyö
ağaçlarını, hayatı boyayan yosun kokusunun göğsüne
çelikten dev
hançerler saplanıyor, göğü değil belleklerimizi deliyor.
dipten bir sızı
tarıyor kıta sahanlıklarımızı,
kumsal artık
sahiden içimizde.
İPEK DİLİ
dünyadan uzak
karanlık bir köşede
şakıyan birbirimize
dokunurken
yalnızca ikimiz
arasında akan o dil
aşkın ipeğini
dokuyan dil
bizim olurdu hayat,
öğrenebilseydik
onun örümceğiyle
konuşmayı
gözlerimi
araladığımda beliren naif yüzün
ruhumun madencisi
bir mağaranın
derinliklerine inerdi
başında lambasıyla
kendi karanlığımdan
da bir parça vardı sende
yaralarıma denk
düşen yaraların da
gözlerimi
araladığımda yüzündeki bakış
aradığım kadını
yerine koyup
ruhuma ağırlık eden
adamı içine çekiyordu
sen ki istesen
martılara kanat olur
istesen lodosa
binip gelirsin
yoksun ya yanımda
sabah pencereden zihnime süzülen rüzgarda
şimdi bekliyoruz
zamanın yorulup evcilleşmesini ya
bize ne gerekse,
hepsi ipek dilinde yazılıydı bir zaman
KAYIP DÜNYA
Dünyanın var olduğu
zamanlarda benim
canım yanardı ve
ölmediğimi anlardım
uyurken kediler,
ilk yağmurlar, fırtınalar perdeleri şişirirken.
Kırtikoz kadınlar
vardı ki hepsi birer turunç bahçesi,
ıssız tepelerde,
fırdolayı diken ve içi kan dolu hendekler...
Arada bir kıyıya
vurup parıldayan omuzlarıyla
ağlardan aklı
yuğar, şehveti toplarlardı.
Göçebe balıklarsa
ruhları kayıp adamlar,
ölümleri o kokulu
çiçekleri içlerine çekerken oldu,
kadınların
memelerinde açan.
İşte ben turunç
kokusuna aldandım.
Adını bilmediğim en
temiziydin korkularımın,
kalbimin bir
köşesinde sessizce çağlayan
yabani, yabani,
yabani bir su.
Sessizliğin
ülkesini yıktım ben
senin sadece gidiş
biletli iki kişilik söylencendeki.
Kendimi hangi
bahçeye eksem
ne kök saldım ne
rüzgâra kattım tohumumu,
belki kırılır düşer
diye görmediğim zincirlerim
talan ettim ne
varsa bana sahip olan ve sahip olduğum.
Sen o talanın
içinden geçen bir yolcuydun.
Akatalpa, Sayı: 132, Aralık 2010
VARSIN SEN
Yaz ortası, sesi
ilk oklarını fırlatır gibi sabah güneşi,
alacakaranlık
serininin hemen ardı, bozkırda kadife zaman,
kayalar kızıla
çalmaya başlıyor, dağları tırmanıyor Akdeniz kokusu.
Birkaç saat sonra
benimle konuşan o surların dibinde
çimenlere uzanıp
kitap okuyacağımı,
kemiklerimin
ısınacağını müjdeliyor ışık.
Turunç çiçekleri
beni bekliyor.
Açlığımın içinden
geçip geldim sana, yoksunluğu yırttım,
öfkem hatırladıkça
yeşerdi sokaklar ve
onlarca ciğeri
dumanlı ve soğuk kenti yıkadım.
Bir hayaletsin,
okşuyor nefesin omuzlarımı, kaçıyor
efsun, sen
yitiriyorsun kendini, ben buluyorum!
Dinle, daha korkunç
ve daha güzel ne var,
hem var olmayan hem
de camdan bakan şövalyelerin
sevişmesinden,
sevmesinden gözleri çakmaktaşı iki delinin birbirini?
Kimse inanmıyor
artık ağaçlara sarılmanın kerametine,
ben direniyorum,
ağaçlıktan başka hünerim yok,
ormandan başka evim.
Haritam sonsuz sarhoşluğunsa sevgilim,
ben bozkırda taşan
bir iç denizim, kuru çalılar arasında ağaç.
Yol ısınıyor,
ışıyor ağladıkça ben, diyorsun ki çok uzaklarda gözlerin,
yanında, aydınlık
tarafındayım, bana sarıl.
Şırıldıyor, dinle,
saçlarını okşadığım yerde küçük nehir.
Akatalpa, Sayı: 124, Nisan 2010
VODOU DAVULU
mutfaktadır iki
kadın, biraz fasulye, biraz pirinç
derken rahvan giden
bir at arabasındadır yüreğimin kilidi
açılır kafes, kanlı
cevher boşanır yola
bir çayıra çıkarız
kentin orta yerindeki o mağaradan
her yanda köpekler,
ballıbabalar.
rüyalarını bana
postala sevgilim
onlar ki
çaresizliğimizin şarkıları
bir tutam çimene
yüz sürer kedi
bilmem hangi tutsak
çayırın şehvetidir
bu bende büyüyüp
duran.
dummm dum dum du
dum dummm
taşlar anlatıyor
ben dinliyorum
orada bir ben
varmış kendini çağırıyor
hanidir gitmeye
korkuyorum.
ayaklarımı geri
alıyorum anne, beni yürüme artık!
mutfaktadır üç
kadın ve akşam güneşinde kızarır patlıcanlar
en alâ cinayet
masasıdır bu ohhh...
tam tamm tamm ta ta
tammm
beni içine çekmeyen
toprak
yazının düzünde
ıssız bırakan rüzgar
kıyısında durup
incisine el sürmediğim her derya
kabuğunu delip
geçemediğim her yumurta
bin asırdır
hayaletler izledim buzlu camlardan
şimdi ben size
soyunuyorum!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder