(1994, Karabük - )
İstanbul Teknik Üniversitesi'nde Şehir ve Bölge Planlama eğitimi aldı. İstanbul'da
yaşıyor.
Öyküleri, yazıları ve söyleşileri K24,
Artful Living, BirGün, BirGün Kitap, Cumhuriyet, Evrensel, Evrensel Pazar, KitapEki, ON8 Blog, Peyniraltı Edebiyatı, Radikal
Kitap, Remzi Kitap Gazetesi, Tezgah gibi basılı ve dijital mecralarda
yayımlandı; yayımlanmaya devam ediyor
Ödülleri:
“Bisiklet” adlı öyküsü 23. Ali Teoman Öykü Ödülleri
kapsamında ödüle layık görüldü.
Yapıtları:
Romanları:
& Aile Fotoğrafı, (2016, Sel Yayıncılık, İst., 111 s.)
Kaynaklar:
A https://kgorkem.wordpress.com/
Öykülerinden
Seçmeler:
Bisiklet
On iki yaşında filandım. O vakitler
Sinop’ta yaşıyoruz. ANAP hükümetinin iktidarı kaybettiği yıllar. Özal ölmüş,
ülke bir tuhaf. Tabii ben farkında değilim çoğu şeyin ama babamda bir gariplik
olduğunu anlayabiliyordum. O her daim mutlu, meşhur tablodaki peşin satan
tipinin kopyası adam gitmiş, yerine çilekeş bir herif gelmişti. “Çok kötü,”
derdi, “Özal’ı yediler ya, ondan bu halimiz.” Ben de nefret ederdim onlardan,
yani o yiyicilerden. Onlar yüzünden taşınmıştık, babam onlar yüzünden böyle bir
adam olmuştu. En önemlisi, onlar yüzünden eğrilmişti bisikletimin ön tekeri.
Babam Kastamonu’dayken inşaat işi yapardı.
Nasıl derler, müteahhit. Bayağı da iyi para kazanıyor olacak, o yaşlardaki bir
çocuğun hayal edebileceği her şeye sahiptim. Misal her bayram arefesi, şehrin
çıkışındaki bir giyim mağazasının fabrika satış mağazasına götürülüp baştan
aşağı giydirildim. Yaşıtım çoğu çocuk ağbilerinden ya da büyük kuzenlerinden
kalan kıyafetleri giyerken benimkiler kullanılmamış olurdu. Zaten deneyip
alıyor olmama rağmen eve geldiğimizde aldıklarımı üzerime tekrar geçirir,
aynanın karşısına geçerdim. Babamın yanına giderdim sonra, o genelde balkonda
sigara içiyor olurdu. “Nasıl baba?” diye sorardım, “Yakışıklıya bak be!” derdi.
Gözleri aydınlanır, gülerken ağzı genişlediğinden bıyıkları düzleşirdi. Uzun
Parliament’inden bir nefes daha çekerdi ardından, hayatta kimsenin onu üzecek
gücü yokmuş gibi verirdi dumanı dışarıya. Öyle bir havayla. Bense mutlu,
annemin yanına koşar, bir onay da ondan alırdım. Fakat bütün bunlardan öte, o
zamanlar sahip olduğum en kıymetli şey kırmızı Bisan bisikletimdi. Babamın,
birinci sınıfın son günü karne hediyesi olarak aldığı, benimse o günden beri
yerlerin buzlandığı kış günleri hariç tepesinden inmediğim o güzel bisiklet.
Akşam ezanından sonra eve döndüğüm bir gün,
bizimkileri balkonda bağıra çağıra konuşurken buldum. Annem bir yandan sofrayı
kuruyor, babam habire bağırıyordu. Korktum ilkin, sonra yanlarına gittim. Babam
sustu bir süre. Ben de sustum. “Uğur, taşınacağınız oğlum,” dedi sonra. O an
içimde bir şeylerin kırıldığını duydum. Daha evvel bilmediğim bir histi.
Şimdilerde farklı sebeplerden sıkça karşılaştığım bir durum, ama o zaman hayli
korkmuştum. Annem kalan son tencereyle içeri girdiğinde bizi sofraya çağırdı.
Oturduk.
“Sinop’a gideceğiz oğlum,” dedi babam.
“N’apıcaz orda?” diye sordum.
“Orada yaşayacağız artık. Çok güzel bir ev
tuttum. Deniz de var orada, hem sahil eve bayağı yakın. Yürüyerek on dakika.”
Bir şey demeden çorbamı içmeye devam ettim.
Bisikletle kaç dakikadır acaba, diye düşündüm. Annem de hiç konuşmuyordu. Sanki
gitmeyi hiçbirimiz istemiyor, ama bu mecburiyete karşı da gelemiyorduk. Bunu en
çok babam adına düşündüm. İlk defa da o zaman, birilerinin babamı üzecek güce
sahip olduğunu anladım.
Bir hafta sonra arabaya atlayıp gittik.
Topladığımız eşyalar evde kalmıştı ama babam geri dönüp onları getireceğini
söyledi. Kartal’ın arka koltuğunda yol arkadaşım iki bavul, derin bagajında
kırmızı Bisan’ım.
Yolda babama, “Biz neden taşınıyoruz?” diye
sordum.
“Oğlum,” dedi, “Özal öldü ya, biliyorsun,
bizim de işler kötüleşti. Bu yeni gelen pezevenkler yüzünden taşınıyoruz.”
Pezevenklerden nefret etmeye başladım ben
de.
“Özal’ı onlar mı yedi?” diye sordum babama.
Babam dikiz aynasından bana bakıp gülümsedi,
“Onlar yedi, oğlum,” dedi.
***
Sinop’u sevmiştim. Kastomunu’yu, hele ki
eski mahallemi özlüyordum bayağı ama burda da halimden memnundum. Evin üst
sokağındaki Adnan Menderes İlköğretim Okulu’na gidiyordum. Arkadaş çevrem
birkaç kişiyle sınırlıydı. Sınıf arkadaşlarımın çoğu mahallede takıldığım
çocuklardı zaten. Günün çoğu saatini onlarla geçiriyordum. Tenefüslerde
hepimizin defterlerinden yırtıp verdiği sayfalar ve ortak aldığımız koli
bandıyla yaptığımız topla futbol oynar, okuldan sonra da mahallede bisiklete
binerdik. Okan ve Selim… En çok onlarla samimiydim. Bir de Ahmet vardı ama o
epey pısırık bir tipti. Sınıfta Melda’yla oturuyordu mesela. Sırf bu bile Ahmet’in
dördüncü adam olması için yeterli bir sebepti. Ahmet aşağı, Ahmet yukarı…
Bakkaldan gazozları Ahmet alsın. Yeşil tutsa da kurallar Ahmet’ten değil.
Kaleci Ahmet.
Yazları, işte o Ahmet’in bir akrabası
gelir, beş kişi olurduk. Bizden iki üç yaş küçük bir çocuktu, Hüseyin’di adı
da. Aslında Gerze’nin bir köyünde yaşıyormuş, okulu da orada okuyor, yalnız
yazları Sinop’a geliyormuş. Ahmet anlatmıştı bunları, ben de o kadarını
biliyordum. Hüseyin susardı o sırada. Aslında genel olarak susardı. Dilsiz
değildi ama konuşmak zengin işiydi belki. Ya da hikayesini anlatacak güveni
yoktu kendine. Yırtık bir tip değildi. Şimdinin Türkiye’sinde ne yapıyor,
bilmiyorum.
Bisikletle turladığımız o yaz günleri
Ahmet’le Hüseyin sırayla beklerlerdi. Biri iner, öteki binerdi. Dedim ya,
yırtık bir tip değildi, öyle bize yanaşıp “Bi’ tur bineyim mi?” diye sormazdı
hiç. Soramazdı. Korkusundan ya da utancından değil. Ne bileyim, sormazdı işte,
Hüseyin’di bu. Mahalle maçlarının rövanşına, deplasmana giderken Ahmet’in önüne
binerdi. Dönüşte o sürer, Ahmet önde giderdi. Aralarında inanılmaz bir
demokrasi uzlaşması vardı. Misal ben olsam, Hüseyin’in varlığından rahatsızlık
duyup “Ne diye geliyor böyle her yaz!” diye isyan edebilirdim anneme. Kesin
ederdim. Tek çocukluğun verdiği kendini haklı gören bencillik galiba. Ama geçiyor,
bugün sosyalizmden bahsediyoruz.
Bir gün yine bisikletlerle halk plajına
kadar indik. Ağustos sonlarıydı. O kadar sıcaktı ki giydiğim deri sandaletler
nemlenip ayağımı boyuyordu. Beşimizin de kolları güneşten kıpkırmızı olmuş,
kimimizin yanıklardan derisi soyuluyor. “Şurdan dondurma mı alsak?” dedim.
Oluru aldıktan sonra paraları çıkarıp Ahmet’e verdik. Gönderdik büfeye.
Kumsalın girişindeki duvara dayandık, sağı solu seyrediyoruz. Okan’la Selim bir
kızdan konuşuyor. Oğlan çocuklarının erkekliğe ilk adımını attığı o küstah
zamanlar. Başta dikkatli dinlemedim, sonradan kulak kestim.
“Oğlum,” dedi Selim, “Meldalar bizim
apartmana taşınıyormuş!”
“Bitiyorum o kıza,” dedi öbürü. “Karne günü
gördün dimi? Çorap giymemişti.”
Ahmet elindeki siyah poşetle bize doğru
koşmaya başladığında bir sessizlik oldu. Hüseyin susuyordu. Susmak onun
doğasında var zaten, özel bir sebep gerekmiyordu. Selim’le Okan da sustu, Ahmet
konuştuklarını duysa alınır çünkü, biliyorlar. Kızmaz belki, oracıkta veremez
ağızlarının payını ama yine de olsun, yeri geldiğinde susmak da kötü konuşmanın
bir parçasıdır. Ben de susuyordum. Ahmet poşetten çıkardığı dondurmaları
dağıtmaya başladı, en son Hüseyin’e verdi. Kağıtlarını yırtıp çabuk çabuk
yemeye başladık. Sanki daha önce hiç tatmamış gibi, öyle bir açlıkla.
Neden sonra dönmeye karar verdik. Ahmet,
Hüseyin’i önüne attı. Selim’in peşi sıra birinci viteste bayırı tırmanmaya
başladık. Benim bisikletin ön tekeri hafif yamuk olsa da dengeli sürmeyi
kotarıyordum. Sinop’a taşınırken yolun ortasındaki bir çukura girmiştik
arabayla, sarsıntıyla bagajdaki Bisan darbe görmüş, olan olmuştu. Neyse,
mahalleye geldiğimizde direkt caminin bahçesindeki şadırvana gittik. Buz gibi
akan suyu avuçlarımızda toplayıp içtik. Biz ağzımızı tişörtümüzle silip “Eeah,”
gibi bir ses çıkarırken, Hüseyin görünmez birine fısıldar gibi “Yarabbi şükür,”
dedi.
Bunu bir tek ben duydum. Kafamı çevirdim,
ona baktım, göz göze geldik. Utangaç bakıyordu. Bir günah işlemiş gibi.
Hayattaki en büyük sırrını öğrenmişim gibi. Sanki o iki kelime Hüseyin’i
tanımama yetmişti.
***
Akşam eve döndüğümde anneme Hüseyin’den
bahsettim. “Şu Ahmetler’e gelen çocuk var ya,” dedim, “Hüseyin, bize hiç
benzemiyor.”
“Neden oğlum?” diye sordu annem.
“Çok sessiz biri. Böyle hep utanıyor sanki.
Üç yazdır bizimle geziyor ama yabancı gibi duruyor öyle.”
“Köyden geliyor ya, oğlum, çekiniyordur,”
dedi annem. “Yazık çocuğa,” diye ekledi, “bisiklete bineceğim diye anasını
babasını bırakıp buraya geliyor.”
“Nasıl yani?”
“Ahmet’in annesi Ayşen teyzen söyledi, o
yüzden geliyormuş. Bisikleti yokmuş garibin. Onlar da hoş görüyorlar tabii,
n’apsınlar? Akrabaları sonuçta. Seviyorlar da çocuğu.”
On iki yıllık koca hayatımda ikinci defa
içimde bir şeyler kırıldı. Hem bu defa benimle alakası olmayan bir konuda.
Nasıl yani, salt bisiklete binmek için mi geliyordu ta Gerze’den buraya?
Annesini hiç özlemiyor muydu? Babası ona neden karne hediyesi olarak kırmızı
bir Bisan almıyordu?
Kendime sordum bütun bu soruları, anneme
soramadım. Sonraları Hüseyin’i gördüğümde ona da soramadım. Yalnızca baktım
öyle utangaç yüzüne, uzun uzun baktım. Ahmet’ten kalma yıpranmış tişörtün
içindeki Hüseyin’e, yaralı bir serçeye bakar gibi baktım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder