23 Kasım 2016 Çarşamba

ULAŞ NİKBAY


(3 Ocak 1976, İstanbul - )


       Kıbrıs Lefke Üniversitesi Bilgisayar Bilimleri'nde başladığı üniversite öğrenimine, Trakya Üniversitesi İşletme Bölümü, ardından, yatay geçişle İstanbul Üniversitesi İşletme Bölümü'nde devam etti ve mezun oldu. Yıldız Teknik Üniversitesi İşletme Yönetimi Yüksek Lisans Programı'nda yüksek lisansa başladı. Marmara Üniversitesi SBE İşletme Ana Bilim Dalı’nda yüksek lisans yaptı.
       İlk dönem şiirleri, 2008 yılına kadar çeşitli edebiyat dergilerinde yayınlandı. Ardından yaklaşık 6 yıl sürecek ilk dönem şiirinden kopma süreci yaşadı. Poetik ölümü, ilk meyvesini 2014 yılında “Aort” şiir dosyasının oluşmaya başlaması ile verdi. 2016 Nisan ayında dosyayı tamamladı. Şiirleri, öyküleri, yazıları, çevirileri ve söyleşileri Adam Sanat, Anafilya, Budala, Çevrimdışı İstanbul, Dünya Kitap, Edebiyat ve Eleştiri, Edirne'den Esintiler Şiir Kitabı, Kavram Karmaşa, Kuzeyyıldızı, Öteki-siz, Şiiri Özlüyorum, Şiirli Çıkın vb. gibi dergi, fanzin, gazete ve eklerinde yayımlandı. Kuzey Yıldızı edebiyat dergisinin Yazı İşleri Müdürlüğü’nü yaptı.
       Ödülleri: "Gülüşlerinin Sonbaharında Ağlardım" isimli yayımlanmamış dosya ile 2001 Dünya Kitap Şiir Ödülü'nü aldı.
Yapıtları:
Şiir Kitapları:
& Gülüşlerinin Sonbaharında Ağlardım (2002, Dünya Yayıncılık)
& Aort (2016, Piera Kitap, İst., 96 s.)
Kaynaklar:

Yazarla Yapılan Söyleşiler:

       Sarıyerli yazar Ulaş Nikbay'ın ikinci eseri AORT

       Didem Görkay: Aort, tek bir şiirden oluşuyor. Yazmak istediklerinizi tek bir şiirle anlatmak oldukça zor olmalı bir şair için. Neden bunu tercih ettiniz? Aort’u oluşturma süreciniz nasıl oluştu, nasıl evrildi? Uzun yıllara yayılan bir çalışma izlenimi uyandırdı bende. Yanılıyor muyum?

       Ulaş Nikbay: On beş sene sonra yayınlanan ikinci şiir kitabım; “AORT-Anjiyo, Anevrizma, Diseksiyon, Rüptür”, dört ana bölümlü tek bir nehir şiirden oluşuyor. Zorluk… Bu şiirin ilk harfine bile varmam çok uzun sürdü. Dergilerde şiirlerimin yayınlamaya başladığı 2000’li yılların başlarını düşünürsek; şiirde gittiğim yol, yöntem, yer, her şey köklü şekilde değişti. 2001’de yayınlanan ilk kitabımın kapağında her ne kadar 9. Dünya Kitap Dergisi Şiir Ödülü yazsa da, o poetik açıdan ölmüş bir şairin kitabıdır. O ilk kitabımdaki dilin peşinden en fazla altı sene kadar gittim. O dile baktığımda “olmamış” ama arayışta olan bir dilmiş diye değerlendiriyorum. Üç filiz vermiş bir dil; Attila İlhan, Ahmet Telli, İlhan Berk. Bu filizlerden biri büyüyebilirdi ve oradan devam edebilirdim. Ancak öyle olmadı. Sonradan bazı gerçekleri kendim görüp bırakmayı bildim. Bunların farkına vardıracak yapıcı bir eleştiri ortamı da yok şiirimizin. Az sayıda yapılan değerlendirmelerden bazıları da çok kırıcı oldu. Eleştiriyi, elindeki sopayı bir genç şairin kafasında parçalamak gibi kullanan özellikle iki isim vardı ki o zaman onlara sadece öfkelenmiştim. Söylemek istedikleri şeyi daha yapıcı ifade etseler, belki ben de onlardan yararlanacaktım. Özellikle 2008 yılı önemlidir. O yıl kendi şiirime dönük farkındalık kazanma düzeyim arttı.  Kendini tekrar eden, dilde yeni bir şey ortaya koyamayan, o öykünmeci dil beni rahatsız etmeye başladı. Sonra birden dergilerden ve adımın geçtiği her yerden çekildim. Uzun yıllar geri dönmeyi de düşünmedim. 2014 yılında bir ağacın altında otururken kafamı yukarı kaldırmamla başladı her şey. Ağaçların dallarına bakarken ağzımdan sesli olarak dökülen o ilk dizelerle; “kalb’in bir rahim/ sen embriyosun”… Bu dizeler bana tünelin ucundaki ışığı müjdelemişti. O anda anlamıştım farklı ve derin bir yolculuğun başladığını. Ama sabır isteyen bir yolculuk; evet “zor” bir yolculuk…  Uzun süre notlar alarak devam ettim. Aldığım notlar kimi zaman beni de şaşırtan yeni bir dili müjdeliyordu. Metnin kendini bu şekilde yazdırmaya zorladığını söyleyebilirim. Notlar almak bile, benim ilk dönemimdeki yazın tecrübemden farklı bir şeydi. Alınan tüm bu notların olsa olsa tek bir nehir şiirin bölük bölük gelen parçaları olduğunu anlamam biraz vakit aldı. Bunu anlamam da önemli bir kırılma noktası oldu. Bir buçuk sene debelendim metnin içinde. Kaç kere değiştiğini saymak mümkün değil. Tek bir harfi değiştirmeye gerek olmadığını hissedinceye kadar çalıştım üzerinde. Bu deneyim, bana da çok şey öğretti. Tematik bütünlüklü nehir şiirler, umarım ki kendini bana açmaya devam etsin.

       Didem Görkay: Aort’ta adeta dili oyun hamuru gibi şekillendiriyorsunuz. Bunun kaynağı nedir?

       Ulaş Nikbay: Çocukların oynadığı, benim de oğlumla birlikte bir zamanlar çok oynadığım ve elimizde evire çevire sürekli yeni bir şeyler yaptığımız o renkli, yumuşak, sevimli şeylerden bahsediyorsunuz ve bu çok iyi bir benzetme. Oyun hamurundan dil yapmak bu kadar ilgi uyandırmazdı sanırım. Şekillerden biri olurdu sadece. Ama dili, oyun hamuru gibi kullanmak size de çekici gelmiyor mu? İşte o dille yeni bir dünya kurabilirsiniz. Bir masa, bir sandalye yapayım size. Öyle ayakta kalmayınız. Sandalyeye oturursunuz. Elinizdeki defteri masaya koyarsınız. Kaleme ihtiyacınız varsa onu da yaratırım son dizede. Yeni bir dünyadan bahsediyorum burada. Ne o bildiğimiz masadan, ne de o bildiğimiz sandalyeden ve kalemden bahsediyorum. Çünkü onların her birinin alt anlamları olacak. Siz belki de masaya oturup, defterinizi kalemin üzerine koyacak ve ona sandalyeyle yazacaksınız. Bunu size gerçek dünya sağlayamaz. O oyun hamuru dediğiniz dilin kapısını bana açtığını düşünüyorum. Bu sorunuzla buna hak vermeniz beni memnun etmiştir. Ama yolun başında olduğumu da biliyorum. Varlığımı fiziken sisleyecek kadar esnesin istiyorum çünkü. İşte bu anlayışımda ve isteğimde bunun kaynağı.

       Didem Görkay: Kitabınızın adı da içerisinde yer alan dizelerde de çok fazla tıbbi terim var. Okuyucuyu araştırmaya iten bu terimleri kullanırken neler geçti aklınızdan?

       Ulaş Nikbay: Kitabın adı, dört ana başlığı ve bu ana başlıkların alt başlıkları tıbbi terimlerdir. Bunları sıralarsak; aort, anjiyo, anevrizma, anjiografi, greft, replase, diseksiyon, cidar, stent, rüptür ve dizelerde geçen belki biraz daha tıbbi terim. Şimdi böyle söyleyince doksan altı sayfalık bir kitapta çok fazla olduğunu düşünmüyorum. Sizi öyle düşündüren; bulunduğu yerlerin önemidir. Özellikle başlıkların tıbbi terimlerden oluşması, tüm kitabı kapsadığı izlemini yaratmış olabilir. Kitap elbette bir tıp kitabı değil. Bir toplumsal doku ameliyatı diyelim buna. Kitabın içeriği, bütünüyle toplumsal sorunlara ilişkin bir analiz ve müdahaleyi kapsıyor. Başlıktaki her tıbbi terimin metinde karşılığı var. Okuyucunun biraz bunları kendi çözmesini istediğim doğrudur. Ama bendeki çıkış verisine ulaşması şart değil. Kendi ulaştığı yere de salıncak kurabilir veya isterse boşlukta keyifle sallanıyorsa orada da sallanabilir. Ben bu terimlerle tek bir insanın dokusuna değil toplumun dokusuna dokunmak istedim. Ama okur da çözemediği yerde bildiğini okusun. Şiir; bir çağrışım meselidir.

       Didem Görkay: Hangi şairlerle kendinizi yakın akraba olarak görüyorsunuz? Kendinize yakın hissettiğiniz şairler var mı?

       Ulaş Nikbay: İlk sorunuzda andığım isimleri artık sayamayacağım. Üçü de çok sevdiğim şairler ama akraba olduğum şairler değiller artık. Doğrusu sevdiğim şairler var. Çok da farklı isimler. Çok da farklı anlayışlar… Her biri ayrı şiir adaları. Şimdi ben de kendimi nihayet bir yerlerle kıyı bağlantısı olmayan bir adacık olarak görüyorum. Annemden adacık doğdum, Adalar’da bir kayacık olacağıma olursam bir ada olayım. Bunu şiirden diledim. Bu dili bir ada yapmak niyetim. Nehir şiirlerinden ötürü Mayakovski yakın akrabandır diyen değerli şair Hüseyin Peker’dir. Ama tüm boyutlarıyla bu akrabalık tartışılır. Çünkü biraz daha derin bakılınca; dilimde ironik, lirik, mistik, toplumcu gibi pek farklı şeyler göreceksiniz. Şiirimin kendine has kaotik bir yapısı olduğunu düşünüyorum. O halde bunu okurlara ve şiir eleştirmenlerine bırakıyorum. Ben üçüncü bir gözden şiirime ilişkin yeni bir şey öğrenebiliyorum. Buna açık biriyim. Bunu öğrenmeyi de öğrendim.

       Didem Görkay: Birçok dizede günümüz sorunlarına ve yaşadığımız çağa göndermeler yapıyorsunuz. Bir şair toplumla olan bağlarını sağlamlaştırmadığı zaman unutulup gider diye mi düşünüyorsunuz?

       Ulaş Nikbay: Böyle bir düşünceyle şiir kurmuyorum. Bir ön kabulüm yok. Şiirin kendi serüvenidir bu. Beni de peşinden sürüklemiştir. Ben onun serüvenini aktarmaya çalışıp ona yardımcı oldum. Çok çalışarak onu bir estetiğe kavuşturdum. Peki o kimdi? Ben de onu tanımaya çalışıyorum. Ama şunu söylerim; çağının dışında yaşayan biri olabilir mi? Bu mümkün değil. Peki toplumunun dışında yaşayan biri olabilir mi? Bu da mümkün değil. Mesela ben dün Ortaçağ İngiltere’sinde yaşamayı istedim, denedim olmadı. İşte o yüzden Aort’tan dizelerle bırakayım buradaki meseli; “klavye dedik karanfil dedin/ modem dedik morsalkım dedin/ çağa tanık değildin aordu/ sana in’dirdik”

       Didem Görkay: “Hayat cinsel yolla bulaşan ölümcül bir hastalık” diyorsunuz kitabınızda. Bunu biraz açıklar mısınız? Hayat nedir bir şair için.

       Ulaş Nikbay: O, bir göndermedir ilgili dizelerde. Kanserle mücadele eden birinin mücadelesini konu alan bir filmdi. Orada geçiyordu söz. Filmin adını hatırlamıyorum. Yıllar oldu. Ancak filmden şöyle diyaloglar hatırlıyorum; “Başıma hayat geldi”, “Herkesin başına gelir hayat” Sizin alıntıladığınız sözü de bu filmden hatırlıyorum. Sözün kime ait olduğunu araştırınca Jacques Dutronc olduğunu gördüm. Eğlenceli şarkıları varmış. Anlama gelecek olursak; cümlede yanlış bir şey göremiyorum. Hayatımız anne ve babamızın cinselliğiyle bize bulaşıyor. Sonunda öldüğümüze göre, bir hastalık olmalı hayat. Ölümden henüz kurtuluş olmadığına göre, üstelik son derece öldürücü bir hastalık. İnsanlık, ölümsüzlüğü bulursa hayatı tedavi etmiş olur. Bu ise hayatın doğasına aykırı. Ama insanlığın her şeyi doğasından çıkarmaya bir eğilimi olduğunu söyleyebilirim. Bilmiyorum yani…. Hayat nedir şair için? Her insan için farklıysa her şair için de farklı olsa gerek. Benim için hayat ki Aort kitapta da geçer; dört şeyin toplamıdır. Çünkü; “gün gelecek/ dört kişi gireceksin/ mezarına çocukluğun/ gençliğin dil’in ve bu üç’ünü götürdüğün kend’in”

       Teşekkür ederim güzel sorularınız için…

Söyleşi: Didem Görkay

* http://www.sariyermanset.com/sariyerli-yazar-ulas-nikbayin-ikinci-eseri-aort-6959h.htm


***

       Var olan sistem şiir için tek seçenek değil

       Türkiye’de 1990’lardan itibaren büyük sermayenin kültür kitapları yayıncılığına da yönelmesiyle yeni bir dönem başladı.

       Artık haftada, ayda, yılda basılan kitap sayısı artıyor, bununla birlikte okurun ilgisi, dikkati sermaye gruplarının yayımladığı kitaplara çekiliyordu. Kitapçı rafları büyük sermaye gruplarının desteğini alan yayınevlerinin talebi doğrultusunda düzenleniyordu. Kitapçı raflarında edebi türler arasında roman, hikâye öne çıkarken özellikle şiir geri itiliyordu. marketleşen kitabevlerinde şiir kitapları depoya kaldırılıyor, yayınevleri de artık yeni şiir kitapları basmaktan vazgeçiyordu. Bu durum önceleri yadırgansa da gidişat anamalcı sistemin ruhuna uygundu.

       O günden bugüne elbette şiir hiç basılmıyor değil. Ancak kriterler bir hayli değişmiş durumda. Şiir sanat yapıtı olarak değil, pazardaki alım satıma uygun meta niteliği gözetilerek basılıyor daha çok. Bu durum her şeyden önce özgünlüğün önünü kesiyor. Çünkü özgünlüğün, yaratıcılığın, öznel sesin en çok ortaya çıktığı, kendini özgürce ifade edebildiği bir tür şiir.

       Bu sistem bir tür kültürel abluka oluşturmuş durumda! Ancak buna karşı çıkanlar da yok değil. Şiire, o nedenle de aslında özgünlüğe, yaratıcılığa yönelik ablukayı aşmak için gayret içinde olanlar yine şairler.

       Ulaş Nikbay değişik bir yol denedi şiirlerini kitap olarak okuruyla buluşturmak için. Bir manifestoyla bu ablukanın nasıl aşılabileceğini duyurdu önce ve önerdiği yöntemle de ikinci kitabı Aort’u yayımladı. Hem de “ya holding yayınevlerinin kapıkulu olacaksın” ya da durumdan iş alanı yaratan tüccarlarla oluşan “parasını verip kitabını bastıracaksın; başka yol yok” kuşatmasını aşarak yaptı bunu.

       Şairin kendi değerlerinden ödün vermeden, var olan sistemin şiir yayımlamak için tek seçenek olmadığını da kanıtlamış oldu. Şair şiir okuru dayanışması yeni bir tür yayıncılık örneği olarak gündemde. Ulaş Nikbay’a ‘aordik’ kavramıyla tanımladığı bu deneyimini ve süreci sorduk.

       Son kitabın ‘Aort’ alışık olunmayan bir biçimde yayımlandı. Aort’un yayın sürecini ve neden bu yolu tercih ettiğini soracağım…

       Bu soruyu yanıtlamaya, öncelikle mevcut durumda alışık olunan durumu açıkça söyleyerek başlamak gerekir diye düşünüyorum. Yayımlanmaya hazır dosyası olan şair, dosyasını kitaplaştırabilecek bir yayıncı arayışına girer. Büyük yayıncılardan genellikle “biz şiir yayımlamıyoruz artık” cevabını alır. Dosyanın içeriğiyle ilgilenmeyen ve işi tamamen ticaret olarak gören piyasa yayıncıları vardır. “Kitabınızı basıyoruz, kitabınızı tanıtıyoruz” şeklinde bolca reklamlarını görüyoruz. Bunların yaptığı işe hiç saygı duymuyorum. Geçenlerde “Büyük Şairler Antolojisi’nde siz de yerinizi almak ister misiniz?” şeklinde bir ilan gördüm; “de” bitişik yazılmıştı. Yayıncılığın ne şekilde yapıldığına dair bir fikir veriyor bize. Daha detaylı incelediğimde şunu gördüm. Antolojiye 6 şiirle katılım için 150 TL isteniyordu. Bir de fotoğraf isteniyordu. Hepsi bu. Bastır parayı gir antolojiye. Bu kişiler için antoloji denen çalışmanın ne olduğu da niçin hazırlandığı da hiç mühim değil. O parayı verecek kişileri de mutlaka buluyorlar. Kitapları da bu şekilde basıyorlar. Bastır parayı, basalım kitabını. Mantık bu kadar basit. Ne yayımlanan şeyin edebi niteliği önemli ne de onun satıp satmayacağı. Ticaret baştan şairle yapılmış, tahsilat gerçekleşmiş ve kazanç hanesine yazılmıştır. Bundan sonrasında şair, koltuğunun altında kitaplarıyla eve döner. Artık onunla kimse ilgilenmez. Elbette bu fotoğrafı çektikten sonra bunlara hiç başvurmadım.

       Bir de niteliği biraz daha önemseyen, ama yine de mantık olarak aynı şekilde çalışan “patron şairler” var. Bu tabiri kurumsallaşamayan yayıncılık tipini ifade etmek için kullanıyorum. Karar genellikle bir ya da iki patron şair tarafından alınır, kendi dar çevresine öncelik verir, o dar çevreye ücretsiz veya ciddi indirimlerle kitap basar. Diğer isimlerle ise -istediği kadar iyi dosyası olsun- yine öncelikle parayı konuşur. Bunlar da yine asıl ticareti şairle yaparlar. Ancak edebiyatın içinde ve genel kabul görmüş isimler olduklarından, ilk grupta anlattıklarım kadar göze batmazlar. Zaten edebiyat üzerinde hâkimiyetini kurmuş bir tekelleşme vardır. Şairler, yayımlama kaygısıyla bunlara boyun eğmişlerdir. Çünkü alternatifi olmayan bir sistem vardır ve dergilerde kimlerin yayımlanacağına da hemen hemen aynı isimler karar vermektedir.

       İlk kitabım 15 sene önce yayınlanmıştı. Aort, geçen bunca zamandan sonra bir olmak sorunuydu. İçerik olarak da öyleydi. Ama yukarıda anlattıklarımla kendini baştan inkâr ederdi “Aort”. O halde ya yayımlanmayacaktı ya yeni bir yol bulacaktım “Aort” için. Yeni bir yol bulduk. Dosyayı nitelik olarak değerlendirip basılmaya değer bulan yayıncımla, maliyetleri de dikkate alarak bir sayı belirledik. Bu sayıda ön satış (kitap basılmadan ön sipariş) gerçekleşirse kitabı matbaaya gönderecektik. Mevcut yayıncılık sistemini eleştiren bir manifesto kaleme almıştım zaten. Bir de basılmasına destek istediğim kitabın sadece ilk sayfasını yayımladım. “Başka yol yok.. Aordik manifestoyu destekle” sloganlı ve görsellerle destekli bir kampanya yürüttüm. Bir destek sayfası açtım. Bunların hepsini sosyal medyada yaptım. Beni vazgeçirmeye çalışan çok şair, yazar veya okur dostum oldu. Bunun sonuç vermeyeceğini ve beni artık kimsenin yayımlamayacağını söylüyorlardı. Aslında haklılardı. Eğer sesime ses verilmeseydi aynen öyle olacaktı. Ama inanmıştım. Sadece bu kadar hızlı olacağını düşünmemiştim. Bir veya iki ayda minimum gerekli ön sipariş sayısına ulaşacağımı düşünüyordum. Ancak üç günde gereken sayıyı geçen bir ilgi oldu. Bu aldığım destekten dolayı, o üç gün boyunca sevinçten ağladım. O üç günü hayatım boyunca unutmayacağım. Destek veren herkese bir kez daha çok teşekkür ediyorum. Destek açıklayıp ancak desteğini siparişe dönüştürmeyen azımsanmayacak bir sayı da oldu. Onların da canı sağ olsun. Bir anlık heyecanlarına yenildiler sanırım. Sonuç olarak, biz barajı yıktık destekleyen okurlarla birlikte. Bu da gerçek bir aort oldu. Kanı pompaladı tüm damarlara. Üç günde anjiyodan rüptüre vardık.

       Aort’un yayımlanma sürecinde edindiğin deneyimi de düşünürsen, ‘aordik’ adını verdiğin modeli bir yayıncılık seçeneği olarak sürdürülebilir görüyor musun?

       Elbette. Ben aordik manifestoda da söyledim. Mesele bir kitabın aradan sıyrılması değil. “Aort”, bir örnek olacak dedim. Yeni bir sisteme model oluşturabilir dedim. Mevcut yayıncılık modeline gizli bir tepki var. Ben verilen desteğin önemli bir kısmının da bu tepki nedeniyle geldiğini gördüm. “Ama ne yapalım düzen böyle” diye kabulleneceksek kendi içinde bulunduğumuz durumu, büyük sözler eden dizeler de yazmayalım o zaman. Hem onları yazıp hem de kendimize dair bir sorunla ilgilenmeyeceksek yazdığımız şiirden de uzağa düşeceğiz. Henüz olmadı, ama ben gerçekten isterim bir yayıncının “gel kardeşim anlat bakalım kafandakileri” demesini. Ama ben olayım veya olmayayım bence tüm yayıncılar artık daha etik, edebiyatı daha fazla önceleyen, ama bir yandan da kendilerini de sigortalayan yeni modeller üzerine çalışmak durumundalar.

       ‘Aort’, gerçek bir aort olduğunu göstermek için bu görüşlerini hep savunacak. Kitabın içeriği kadar önemlidir bu. Artık ne dersen de bir manifesto kitabıdır. Kirlenmiş yayıncılık sisteminin şartlarını kabul etmeden kendine yepyeni bir yol açmayı bilmiştir.

Enver Topaloğlu

* http://www.gazeteduvar.com.tr/kitap/2016/10/01/var-olan-sistem-siir-icin-tek-secenek-degil/


Şiirlerinden Seçmeler:

EKLEM ROMATİZMASI

biraz parayla yaklaş dedi tanrım
yoksa şiirden mi bahsediyorduk
para da versem basmıyor orospu
çocuğu dedi allah'tan gong çaldı

sana dedi bin iki yüz yapacaklar
fatura kesmiyorlarmış aramadım
sevdiğin dergiyi yazma dedi sayfana
sırf savaş çıkar mı diye sorup sildim

kimseyi kırma dedi bu bir sektör ha siktir
edebiyat diye almıştım elimde bi sektörel
yahu dedi başkasının adını bu kadar geçirme
ilk ve son harften çektik baktık üç santim adı

dedim bizimkilerden de say biraz kimin şiiri
dert oldu sana yirmi kişi saydı hepsi ölüydü
oğlum dedi kendi yazdığınıza hayran olun
bana ne elinde kalem şişerek irileşiyordu

berk dedi o sapık ihtiyar o puşt ölü bunu
atölye dersçisi dedi berk kuşlarımı incitti
atölye yazar adaylarını pamukla okşuyordu
bok olmaz diyemedi müşteri haklıdır kural bu

Elliüçe dört çay!

-güvercinin kanatları devren satılık çaycı
asma katına çıktım ürpermelerin
ellerimde yapışkan cilvesi kısrağın
kanatlarından yakalamış güvercinin

-her gölge beni gölgeliyor çaycı

asma katta bir adam var bilesin
"savaş kadar acımasız yalan barışların
gölgesinde yakalanmış" diyesin

-şiirimde bir cehennem dolaşıyor çaycı

asma katlar ve sokaklar dardı gerçeğime
beyaz bir güvercindi çığlık kanadında tozu getirdi
yazma tozunu yuttum vardım cehenneme

-asma katlarda sonsuz üşüyorum çaycı

karanlıkta yakalandım ben bu gerçeğe
asma katına çıktım ürpermelerin
ellerimde yapışkan cilvesi kısrağın

elliüçe dört çay! çaycı

Budala Dergisi, Nisan-Mayıs 2002

Emrah Adını İs(y)anbul'a Çevirmiş

-arayış -

aradım seni şehir... ardında bir kıpırtının bile izi yoktu
öyle yitikleştin, beyaz örtünün altına öyle gömüldün!
öyle dingin uzanmış caddelerin...

-on dört -

sana sığınamayan bir çocuk donarak öldü
düşsel evimin kapı numarası oldu donarak ölen çocuğun
on dört yaşı! öyle dingin uzanmış caddelerin...

-oyyy! -

çocuk oyuna çevirdi beyazlığını, kardan adam yaptı
nüfus memuru gelip kaydını aldı adamın erimeden
yaz gelince seçimlerde oy kullanacak!
öyle dingin uzanmış caddelerin...

-otobüs -

adımı yazmıştım buğulu camlarına otobüslerinin
ben inince silmişsin... kalan yolcular söylediler
bir başka durağında karşılaştığımda
yazmıyayım için bir daha, otobüslerini de çektin aldın!
öyle dingin uzanmış caddelerin...

-zaman -

sormuşsun beni... az önce gelsem görecekmişim
başka sokaklar dolaşmalı, başka şaşkın umutlar
zaman denen bir kovalamacayı oynadın benimle!
öyle dingin uzanmış caddelerin...

-yoo! -

beyaz yorganı bumuna kadar çekmişsin
yitikliğe alışmış, hep gizlenmiş
Emrah adını İs(yanbul'a çevirmiş
bulamı-yoo-rum! öyle dingin uzanmış caddelerin...

-son-

öyle dingin uzanmış caddelerin! uzanmış,
gözlerinde kül misali bir gece utanmış

Adam Sanat, Nisan 2002

GÜLÜŞLERİNİN SONBAHARINDA AĞLARDIM

kayıp coğrafyasında
dolaşırdım şiir ülkesinin
her şey bir başkaydı
gözyaşlarım papatya

sesim yitik bir ülkede kaybolmuştu oysa
ve papatyalar akardı gözlerimden
ağlardım

sonbahar kirli sakallı bir ihtiyardı
mevsimin sarı yeleli sırnaşık rüzgârı
diş bilerdi o en güzel dünyaya
tomurcuktaki yaprağa

mevsimler taşırdım
uzun yolculuklardan
şiirimin kayıp coğrafyasından

papatyalar akardı gözlerimden
gülüşlerinin sonbaharında ağlardım

bulutlar arardım arınacak
yıldızlarımı alırlardı
kaybolurdum

kirliydi hep yağmurlar
gülüşlerinin sonbaharı bir şemsiyeydi
sığınır ağlardım

Kuzey Yıldızı, Sayı: 6

KALPSİZ İMAMIN
CEMAATİNE HİTABEN
CUMA MÜZEKKERESİDİR

doktoru astım
kırdım sıtma aşılarını
ölüm gösterip cemaate
sıtma vuruyorum
uygun ölçeklerde
imar ve iman
planlarım var

cebinde ödenmemiş
faturaları olanlar
bi tek size, yalnız size
hayırlı cumalar
beynimden ah ki
gözüme doğru bir sızı
demek ki göreceğim var

say ki ters yola girdim
geri geri gitmeliyim
ama sesimi bükelim
bir gün seninle!...

ölülerden şarkı dinleyenin vapur öncesi baladı

Güneşin gökyüzüne attığı tokattı mavideki kızıllıklar.
Sisler içinde bir gökyüzü kendisine biçilen renklerle sevişti.
Saat derinlerde bir yerlerdeydi. Kent kendi tangosunda.
Kadınları erkeklerle, erkekleri kadınlarla, yalnızları kendileriyle...

Hep bir şeyleri birleştiren, hep bir yerlere götüren şey bizi.
Anın anı olma kaygısı, tedirginliği ve böylece dolup duran
boşluklarımız bizim. Bizim boşluklarımız. Yalnızlık...
Çoklaşıp yoklaşmanın sığ izi, yoklaşıp çoklaşanın derin izine
karışır bizim buralarda. Sahi buralar da bizim miydi?

Kaldırdım başımı. Gökyüzü bana baktı
sisli sisli şiirini okudu:
"Bak ne iyi ettim
Güneşin renklerini sildim."

Vapurum gelmedi. Saat derinlerde bir yerlerde yine.
Bu elimdeki sevimsiz kitabı da kim tutuşturdu elime?
     "Yaşayan seslerle titreşen yüreğin
       Ölü adamların şarkılarını da dinlesin."
Akşam gitgide düşüyor yeryüzüne.

Bu yağmur bana mı yağıyor? Şu koşanlar bana mı koşuyor?
Benden mi koşuyor? Kendime baktım
sisli sisli kendime okudum:
"Ah gidenlerim
Sevgili gidenlerim benim."

Vapurum geldi. Ey kendim! Sen de koş benden.
En son vapura binensin. Birisin yani.
Otur yağmuru görebileceğin bir yere. Cam kenarına.
Kara kitabını açar okursun.
     "Yaşayan seslerle titreşen yüreğin
       Ölü adamların şarkılarını da dinlesin."

Saat derinlerde bir yerlerde yine.
Sen de öyle. Birisin yani.

Kuzey Yıldızı, Sayı: 10

Sarar Uykuma Uyurum Hep Seni

ey gardiyan düşüm!
ey elleri ayakları prangada uykularım!
ve ey şehir!
biline ki O'na seslenişimdir:

içimin uykusunda
bir suç kadar masumsun
müebbet hapsimde
gardiyan düşümle uyursun

bense bir kan uykusunda
boğulurum her akşam
sokaklara düşerim
kaldırımlar boyu bazen

bazen ağlayışıma
mendil dediğin geceleri
bazen tütüne vurduğum
alkol ikindileri
sarar uykuma vururum düşleri

içimin meyhanesinde kaç sarhoş içer
mührü vurulmuştur kapısına da
söker atar mührünü yine de içer

ah! bu şehrin sensiz felekten geceleri
Kumkapı'dan öte görünmez meyhaneleri
sarar uykuma uyurum hep seni

o meyhanede bir şarkıdır senin sesin
o dalgalar kabartan "merhaba" deyişin

ne çok kuşatılmış
ne çok vurulmuşum
bu buğulu sesinde
ne çok savrulmuşum

bazen borç ölümlerime
yansıttığın faizleri
bazen uykusunda ayıldığım
bulanık bilinçleri

sarar uykuma vururum düşleri
sarar uykuma uyurum hep seni
hep seni...

Öteki-siz, Mart-Nisan 2002

soĞuk

ah benim soĞuk halım!
kime sorulur
kime katlanılır
böyle başkaca gülmek
alev alev üşümek
kimi inandırır

“birbirimizi
görmek
için
daha  
çok
kapatalım
gözlerimizi”

desem
desem
desem
desem…

kim inanır
vah benim soLuk halim!

Şiirimin Bağlacında Bağdaş Kurdular

-değişen bir yazgıya adanmıştır
ve zaman kırıldığında yazılmıştır-

şairine el avuç açıp dilenirken umudu şiir
kendi rengime tutundum gecenin paletinde
şimdi ne yeşermiş bir tohumun yargısını
ne sararmış yaprağın hükmünü taşıyorum
yurtsuz sabahların erken doğan güneşinde
ben sadece kaybedilmiş yazgıyı arıyorum

sürek avındayım ve adımlarım yankıda
morda bir sancıya tutunurken dalgalar
çiğdem kızın eteğine benziyor dağlar
dağlar eteğinde kimliğimizi düşüyorum
kar sızımın adımlarını silemezken benden
ben çığda çığ ama dinginlikte boran arıyorum

ne çok kelime tüketiyor bu güzel insanlar
ben bir noktanın şiddetinde çakılı kalmışken
trafik işaretleriyle durduracağını sanıyor İstanbul
balıkçı oltalarıyla avladığı derya kaçkınlarını
kendini mühürlüyor şehir ben kilitsiz kalıyorum
mor da maviye tutunurken yazgıda ve boranda

benzer hayatlar aynı rengin tonunda buluştular
haftanın her gününde uçurdular renksizliklerini
peki efendimci rüzgârlar yardım ettiler
rota şaşmaz dümen sapmaz inceden yaşam
renk düşürdüm kalemimden dağıttım oyununu
bağdaş kurmuş oturuyordun bağlacında şiirimin

orada ellerinden tuttu bir ihtiyar, ufuk denilen
bir çizgi vardı, elbet çizeni boğdular çizgisiz
mor da maviye tutundu yazgıydı ve renkli
sorgu vardı sorguladılar sorgucularını sorgusuz
yazgı yeniden yazıldı mor borana tutuldu
alaşağı ettiler morda bir yazgı yazıldı borandı

birileri yazdı bu şiiri şiirimin bağlacında
gelip bağdaş kurdular oturdular orada!

Şiirli Çıkın, Mart 2002

Üçüncü Kişinin Ağzından Hikâyemiz

sen onu bulutların arasından buldun çıkardın
düşürüp gönlüne yağmurunu ha bire ağlattın
yaralarına dokunsun istedin, açtın yüreğini ellerine
martı çığlıkları ağlaşıyordu belki mahşerde
kalabalıklar yürümüştü yalnızlığınıza kim bilir kaç gece
dağ gibi hüzünler de dağlandı ve size ağlandı
birden ağlandı, ansızın ağlandı, ha bire ağlandı

sonra onun gülüşü geldi ömrüne
birden geldi, ansızın geldi, ha bire geldi

kim bilir hangi yaralardan geldi
ama sen de bilirsin ışıyan karanlığını kalbin:
çocuk koşturur gelişi sana
çocuk ağlatır gidişi senden

onu sen hangi nehir yatağında buldun
bir nehir akışının kıyısından bırakılmıştı belki
bir hayat uykusunun ortasından bölünmüştü belki
bir yağmur bulutu ha bire kanatılmıştı belki
bir yürek atışı kaburgalarından sökülmüştü belki
bir sevda yargılanmıştı
birden yargılanmıştı, ansızın yargılanmıştı, ha
bire yargılanmıştı

ama siz aldırmadınız!
çünkü siz ne bir yargıca tahammül edebildiniz
ne müebbet hapisleri sevebildiniz
hikâyeniz belki çok tanıdıktı birbirine, anlatmadınız

bir çocuk koştura koştura
bağıra bağıra güler şimdi
birden güler, ansızın güler, ha bire güler


Kavram Karmaşa, Mayıs-Haziran 2002 

Hiç yorum yok: