(1963, Pelitçik
köyü, Göynük / Bolu - )
İlkokulu köyünde, ortaokulun 1. sınıfını Eskişehir 19 Mayıs Ortaokulu’nda,
2. ve 3. sınıflarını Sarıcakaya’da, liseyi devlet parasız yatılı lise olarak
Eskişehir Atatürk Lisesi’nde okudu. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi
Ekonometri Bölümü’nü bitirdi. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde
(Hukuk Fakültesi) mali hukuk dalında yüksek lisansını tamamladı. 1989 yılında
Maliye Bakanlığı’nda Stajyer Gelirler Kontrolörü olarak başladığı denetim
elemanlığı görevinden 2000 yılında Gelirler Başkontrolörü iken ayrıldı. Halen
İstanbul’da serbest çalışmaktadır. Evli ve iki çocuk babası.
İlk öyküsü ile ilk şiiri 1981 yılında Eskişehir’in günlük gazetesi
Sakarya’da yayımlandı. Şiirleri, öyküleri ve yazıları Akatalpa, Berfin Bahar, Ekin Sanat, Galapera Öykü, Kurşun Kalem, Lacivert, Patika, Sanat
Yaprağı, Sincan İstasyonu, Tmolos Edebiyat, Varlık, Yaşam Sanat vb. gibi
dergi ve fanzinlerde yayımlandı.
Yapıtları:
Deneme Kitapları:
& Karanfiller Kanarken (2016, Cross Yayıncılık)
Şiirlerinden
Seçmeler:
AH
SÜHEYLA! MUTSUZUZ!
Dusenberry demedi mi görecelidir gelirin
etkisi diye
Süheyla’yı ve asla fındıkkıranları
ilgilendiren bir konu değil
Bakarsın bu gidişle erkek sakaların
seslerini de bozabilir
Ah Süheyla! Bilsen, bunlar Şakir Abi’nin
umurunda bile değil
Kızınca birilerine “Ağzına sıçtırtma!”
deyişin var ya! Doğallığın!
O güzelliğin bakmışsın beklemediğin şekilde
bir şiire girebilir
Süheyla gidecek yerimiz mi var, ne yana
baksan zebani ve alev
Kızılcık ağaçlarını, oğlakları sevdim diye
beni suçlayabilir misin?
Herhangi bir çiçeğe bastım diye
cebelleşecek bir durumumuz bile
olmadı. Henüz kumunu dökmemiş ortaçağın
böbrekleri gibi
sancılıyken nefes aldığımız memleketin
kentleri biz mutsuzuz
Ah Süheyla! Gülüşün sazlıklarıma düşen ay
ışığı, iyimserliğim
Menevişli akşamüstlerindeki söyleşileri
hâlâ sevmekteyim
Bak Süheyla! Bir kenarda garipsemiş çocuğun
durumuyuz
Ezik domatesten bin beteriz bu insan
tezgâhlarının arasında
Parıltılı bir hançer saplı ki kan damlıyor
döşü yaralı günlerden
Üstelik kriz zamanlarının gücenik yanlarına
düşenler var ya
Ne emperyalizmi bilirler ne de tinsel
gerilimle baş etmeyi
Hep hamur işi ürün yerler de azıcık Platon
falan okumazlar
Süheyla! Politikacıların söylediklerine
inanmayacaksın
İşin gerçeği şu: Kandırmacadır iktisat
bilimi. Yatar kalkar
emek sermaye tüketim diye geveler de kıt
kaynakları unutmuştur
Üstelik bütün gençler Giffenci. Yanıltmaçlarında
inadına işsizler ki
bu cendereyle kimse baş edemiyor. Hem
kurabiye tutkunu anneler
hamurlu elleriyle ağlıyor şimdilerde. İt
ürür kervan yürür, Süheyla
Şakir Abi tasalarını unutmak için sepet
örerdi, bilirsin
Yusuf Dayı bütün zamanların en iyi
nalbandıydı Allah için
Ağustos 2015
Berfin
Bahar, Sayı: 222, Ağustos 2016
GÜZ
Usumun pusuna salınıp uzayıp giden pan flüt
ezgisi
Rüzgârın dalgasıyla gizemli sonsuzluğa
sürüklüyor
Dal eğilmiş. Sarı benizli yaprakla
bakışıyoruz, umarsız
Öykülerini suskunluğa gizleyen utangaç iki yavukluyuz
Bu yıl güz erken mi geldi, ben mi
mevsimleri kısalttım
Yoksa kısırdöngüler mi bitirir başı göğe
değen gençliği
Turnalar göçtü. Dostlardan bazıları
erkenden ve apansız
Hayat çürük tahtaymış meğer aniden basmaya
gelmiyor
Eh, güz bu! Varıp yalınlığıma çekileyim
diye siftinirken
Kapıda kedi, yapıda karga, pencerede ben,
üşümekteyiz
Ekim 2014
Akatalpa,
Sayı: 181, Ocak 2015
İÇİMDEKİ
RÜZGÂR
Bilmem ekinler yeşil seremoniler serer mi
gayrı ömrümüze
Bak! İşte hâlâ gülümsemen gibi güzel esiyor
bugün de rüzgâr
Eskisi gibi ne de menevişli akıyor dere,
değil mi? Tıpkı sen!
Güneş bilgeliğiyle keyifli, çay içiyor
daldırıp bardağını suya
Bakışı alaycı, muzipçe saklanıyor boşa
gümbürdeyen buluta
Sesin çağlıyor, harman yerine dönüyor
sözlerinin bereketi
Kardeştik seninle, hayat ağacının dalında
tazecik iki filiz
Çiçeğe durmuş çocukluğun güzel düşlerinden
geçip gelen
Gün açardı önceleri sen gülünce ben
sevinince erikler çiçekti
Havalar soğurken neden birer bit yeniği
girdi her işin içine
Usulca sinelim diyedir kuytuya belki de bu
kötü kandırmaca
Hele sağanak başlasa, solucan toprakta
kımıldasa, ötse kuğu
Bir de haziran gelse, çekilse gözlerini göl
sanıp inen o buğu
Yaz bitti! İçimin sürgünlerinden ufak
umutlar örsem az gelir
Ne desem nafile! Kişi içini eşeleyip
yaratıyor asıl gurbetini
Sahi, diyorum, hangi taşlı tozlu yolları
çizmiştik tinsel tuvale
Anıların kan sızan yazgısından derleyip
sersek bütün keşkeleri
Gençliğin ateşi sönmüş içimiz ıslak köze
dönmüş toprak kuru
Ah, ne çabuk unutmuşuz uçsuz bucaksız o
derbeder günleri
Çaresi yok, karakalem resimlere
benzeyeceğiz bundan böyle
Hele, kan revan, ejderhanın iri
dudaklarından döküldüğünde
Acılanır neye değse, bulanır gölet,
kanlanır yer, gölgeler ağar
Biz gene hayat ağacının dalında olgun
kardeş meyvelerizdir
Kırağı düşmeden her tümceye ve yerin
serinliğine gitmeden
Bir umut: akıl durulur da yine başlar mı
insanlığın kardeşliği
Kim bilir acılarla dağlanır gene bir yerde
buluşuruz belki de
Biliriz ki, hâlâ hayat ağacının dalında
kardeş meyveleriz biz
Sesin su, nefesinde serinlik, saçların
çağlayıp karışıyor ırmağa
Hâlâ gülümsemen gibi güzel esiyor bugün de
içimdeki rüzgâr
Ekim 2013
Akatalpa,
Sayı: 189, Eylül 2015 –
PRAG’DA
Prag
şehri yaldızlı bir dumandır- N.H.
Prag’da, bir öğle vakti; uçmaktan yorulup
suya inen göçmen
kuşlar gibiydi insanlar. Gotik yapıların
dışları bakımlıydı,
açık pastel renklerle; içlerinde böcekler
gezinen bütün oda
duvarlarının kesif küf kokularında muhakkak
eski masalları
saklıydı barbar şövalyelerin ki, ruhları
başlarını uzatıyordu
pencerelerden ve sarışın kızlar bir düşe
girer gibi
geçiyorlardı dar sokaklardan. Ihlamur
ağaçlarının çeşidine
şaşırırken ben, sarı saçlarını Vltava
Nehri’ne bırakmıştı
kentin ışıkları, sularda gümüşi yaldızlar
oynaşırken
uzaklardan gelmiş insanlar tekne gezilerinde
ağır ağır kendi
hayallerine aktılar.
Onu gördüm, güneş soluktu, domuz
çevirmelerin dumanları
ve kokusu karışıyordu ağır ve rutubetli
havasına caddelerin.
Merhaba dedim güzel kıza turistik eşya
dükkânında ve
“Merhaba! Nasılsınız?” diyerek şaşırttı
beni ve “Ben
Kırgız’ım!” dedi. Cemile’dir bu diye geçti
aklımdan, bir de
kesin Aytmatov’un bozkırlarından gelmiştir
al bir atın
terkisinde diye düşündüm, en güzel aşk
hikâyesinin tanıdık
kahramanına gülümserken.
Kafka’nın Prag’ı nere dedim, Aytmatov’un
bozkırları nere?
Bir de paslı raylardan Nâzım geçer eski bir
vagonda, fena
hâlde zatürre, ta 1957’lerde. Hâlâ Slavia
Kafe’de dostu
Tavfer’le yarenlik ederken arada bir Vltava
Nehri’ne,
İstanbul’u, Boğaziçi’ni hayal ederek öylece
bakar kalır,
sılada yoksul bir evin dumanı gibi tüter
yüreğinde özlemi,
dalıp giden mavi gözlerinde acı biber
yakıcılığında ayrılığın
burukluğu; haram edilmiş bir arzuyu düşler
gibi; gördüm
desem?!
Kaldırımların kibar dilencileri, dar
sokaklara sığınan yoksul
bir adam, pardösüsüne saklanan bir suçlu…
Ticari metaa
dönüşmenin kin ve nefreti nereye baksan
duvar yazısıydı
kimselerin görüp okumadığı. Sevgilim sen
hep bir imge
kadar yanımdaydın ve ben gür yapraklarına
saklanmış
ıhlamur ağacı kadar sakin; dünyanın bütün
kimsesizleri,
ezilenleri, sömürülenleri kadar güçlü,
örgütsüz ve yalnızdım.
Yeryüzünün neresi olursa olsun, asla gurbet
olmaktan daha
yakın olmazmış, yuvadan ayrı bir çalı
kuşunun yarım
gıdımlık canına.
Kafelerin tabelalarına aparılmış bir marka
gibi iliştirilmiş
“Kafka Müzesi” yazıları. Kafka’nın sıkılan
ruhu şöyle bir
gelip geçmiş ve onu saklıyorlarmış gibi
yapıyorlar ve
Prag’dan çoktan tüymüş oysa Kafka, ta o
zaman, acılarıyla
bilenmiş sıska bir adamın umutsuz umarsız
sıkıntılarını,
yalnızlığını, ütüsüz pantolon kırışık
gömlek görünümünde
bırakarak. Ah, bu puslu şehir, gizemlerine
saklanıp durmakta
eski korku yaratıklarının…
St. Vitus Katedrali kirli bir tarihin
masalsı ruhunu sindirmiş,
içinde bütün eski mezarları saklıyor gibi.
Ejderha
figürlerinde çocuk korkuları veba
salgınlarından berbat
sinmiş puslarına coğrafyanın ve sudan
sebepler. Sahi, şoför
Peter ömrü hayatında hiç su içmemiş, yoksa
kötülükler
gelirmiş, şeytan girermiş, cehenneme
gidermiş filan…
Otobüsün yan koltuğuna geceyi bekleyen tazı
gibi sinmiş
vatandaş, bira sudan ucuz diyor, gâvur
memleketlerinde.
Old Town Meydanı’nda birkaç kişiydiler
denilecek kadar az
asker tören yapıyordu ve halk sanki bir piyesi
izliyordu.
Piyes kendi içindeki ritüelini geçmişten
geleceğe sanki
hafiften aksayarak taşıyordu.
Charles Köprüsü kendi meydanına açılan eşik
gibi; cıvıl cıvıl
insanlar, portre yapan ressamlar, sokak
müzisyenleri. Ve
ölümsüz ejderhalardır, onlarla
savaşanlardır, zamanı
imzalayanlardır, tozlarını kendilerine
sepelemiş gibi ruhlarını
karlı soğuk günlerde puslu göklerden alıp
gövdelerine
sindirmiş heykeller.
Petrin Tepesi’sinden serin bir sonbahar
günü izlenmeli bu
kent, bu yaprakların renk armonisi ve en
ağır yalnızlıkların
kahreden acılarını duyumsayarak,
geberircesine güz
kederlerinde; eğer insan sığınıp kendi
düşlerine, bambaşka
hikâyelerde aranacaksa mutluluğun gizemine
dair hiç
bilmediği resimleri. Öyle soğuk, o kadar da
güzel olur işte!
Hayat Prag’da da olsa bir yudum. Bunu ben
mi keşfettim,
onu da bilmiyorum.
Nereye gidersen git geceleri ay hep aynı,
gündüzleri
yapraklar hep aynı, aynı kederlerin halesi
ve insanoğlu hep
uygarlığa beş kala, kirlettiği nehirlerle
taşınıyor kazdığı
kuyulara ve suya dökülmüş çöp gibi
sürükleniyor
bilinmezlerine doğru sonsuzluk puslarının
grisinde…
Akatalpa,
Sayı: 170, Şubat 2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder