12 Ekim 2016 Çarşamba

SEDA ERİŞ


(20 Temmuz 1986, İstanbul - )


      İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe ve Tiyatro Eleştirmenliği Dramaturji Bölümü’nü bitirdi. İstanbul’da yaşıyor. Öğretmen.
       Şiirleri Akatalpa, Hayal, Onaltıkırkbeş, Spleen, Yuxexes Karakalem vb. gibi dergilerde yayımlandı.
Yapıtları:
Şiir Kitapları:
& Gölge Oyunu (2011, Hayâl Yayınları, İst., 64 s.)

Şiirlerinden Seçmeler:

APSİSİ ÇÜRÜK ORDİNATIN İRADESİZ GEÇİRİMİ

“doğuya bakan yüzünle bak bana
 ve kalbimin porselen gibi olduğunu
 hiç unutma.”
 Lale Müldür   

Ve o hakikat kendisi değilmiş doğruluğun meğer.
Koordinatlarından yürüdüğüm
Koridor boyunca.

İçime öyle bir kondun ki tanrım sana rağmen yerinden
edemiyorum
                                                                                 Mutsuzluğumu.

 —İçimi dondurup öylece bırakın.

İnzivaya çekilmiş göktaşlarını
Ağırlardın bütün o sabahlar huzursuzca. Uğursuzca salınışı
şuurun o bitmeyen
Kelimelerin gibi en iç açıcı saatlerin telepatisinde
uyandırdım seni sonra

                             —İnfilak sonrası bütün alarmların…

 Celbeden simülasyon cezbettirir
                 Si
Minör                  Losyon koruyacak ellerini talaş
Parçacıklarından

Bilmezdin şimdilik kanama yapar apsisi çürük ordinatın
geçirimsiz iradesi

Akatalpa, Sayı: 138, Haziran 2011

FLAMİNGO

Şom bir sülfürdür şimdi yalayıp geçen tenimizi

Ben uzun bir süre Varlıkla yılgındım
Nasıldım peki, doğrulttum yüzümü meta-feza’ya
Işıdı benden beklenmeyen acımalarla:

Benim küçük evrenselim şizoid bir tutkuydu sadece
Kutsala rağmen ezoterik bir duruşsun Denge Sen
Yüzünde semenderin kutupsal istikrarına karşı
İnkârını yakaran rahatlık.
Yakaran susturan Tinin flamingosu
Senin gelgitlerinle yaşardı.
Ey flamingo kutsal direnişçi!
Yakaran ve susturan Tinin Tınısı
Hangimiz kutba daha yakınız?
Semenderin istikrar sağlamaya çalışan
Terazisi mi yoksa Flamingonun rasyonel
Rahipliği mi?

Gül Ateşin Tanrıyla dansıdır, Savrul
Ben uzun bir süre Varlıkla dargındım
Sen yokluğumun özdeşliğine vardın
İlk malumata duran Sırrımdın.

Doğruldum dünyadaki Anlam’a
Veluttu: ışıdım yılgınca dürtülere
Bir ses kırıldı çarpan dağlarda aşındım
Vardım

İsmine sülfür üfleyen Evrenseli karşılamaya
Gidiyorum bu Denge karmaşasında

Düşünen Semenderin dönüşümü bu
Birliğime duruyorum parçalanmış larvalara

Aşk kader mi teklif ediyor şimdi bana yüzünde?

Akatalpa, Sayı: 113, Mayıs 2009

GÖLGE OYUNU

                                                   Deniz’e…

Seni ki bu un ufak eleyip rüzgârına saldığım geceyi
Kır çiçeklerinden ihtişamın olasıdır büyülüsün yazıyorum
Sakladığım hırpani susuşun odalarda erteleme ayetlerini
Bırak insin yeryüzüne akran gibi dalgınlık.
Gökyüzü dualarımdan da ağır kapanmayan ağzıma
Soruyorum karanfiller taraf tutarlar mı yargılarken
Gerginleşen kuvvetiyle kaldırım taşları mı hırpalayan tenimi
Ne çare, sağıyla soluyla ardışık değilim birinin maviliğine.

Düşün şimdi baldıran otuyla çıplaklığımı çırpındıkça
İçimden ilk karşılaşma geçti -söndür
Ölümlülerin bu bendeki açık emanetini-
Yağmuru oyalıyorum raylara dalgınlık süren gözlerin yerine
İkindilerde ve hep korkuyorum bana baktığında ilk dizeye
Başlamış olarak görmekten kendimi.

Bu sessiz hükümlü geceyi giydir bana saflığından çılgınlığı
Akıt çığlığıma döşe bir ikimiz geciktirelim şeylerin nihayetsizliğini
Gizlice dağıt yerleşikliğini saklan göçebe surların karaltılarına
Umur çok erken daha, bu sünepe yeraltı yeryüzü kovuğuna henüz
Daha derin; isterdim ki yaşmaklı kadın başı denizel insin martı tozu
Serpsin tortularına yaşamın karşıtı değildir ölüm biriktirdiğin uçkur
Toprağın yağdırdığı kırmızı lalelerdir aslında.

Beni ki bu safran salgını genişletip bırakıyor zarif ağzına
Gümüş kolluklar geçiriyorum tutukluk yaptığım zamanlara
Çarşaflara boyalı terhisimi bütün camekânlar yakarıyor susturuyorum
Elime geçen avazlarla bu şamata dinsin yeter ben göllere birikiyorum
Gökyüzünden uzaklığımı arşınlarla ölçüyorum, sağıyla soluyla ardışığım
Gerekliliğin aczine. Serpiyoruz bir gölge boyuna iliştirdiğimiz bu miracı.
Bağışla bizi Tanrım boyuna uzuyoruz aynanın tersine. Gölge boyunu geçiyor
İlişikliğimiz.

İNDUS’TA ÜÇ EL…

Ve solan bir gülün perdelediği astarsız gerçeklik
Duy yakarışlarını! Ters açan her lalenin kaderine bir
diyeceği var
Çöküntü ovalarda aradım kanımı sulayan nesli
Koşulsuz dinginliğiyle yeşile durdu gözlerin ansızın
Kaç kez diledim yakarışlarını işitmeyi, kaç kez dinledim
Brel’den
“Ne me quitte pas”

“Patetik dokunuşlarla serpilen tohumdun sen
Boy verirken en aykırı duruşunla toprağa
Aydınlık çağrısını yinelerdim sesinin
Geçit vermezdi yaşananlar ikimize birden.”

Çağların yangınıyla yıkanan utancım
En derin yerinden sancıyor kesik yarası
Bütün köşelerimle tutulmuşken mesken
Ayrımında değilim henüz gerçeğin görünmez üç eli
İndus’un karşı boyunda rastladım en kutsal yanına
Üç el restleştik önce.
Üç el sessizlik çekildi kınından geriye.
Üç el sessizce çekildik birbirimizden geriye.
Bir kirli taşkınlıktı bu, ortada bırakılan kan
Derisi yüzülenlerce…

Akatalpa, Sayı: 130, Ekim 2010

KÂBUS

Kâbusların İçin…. R’ye….

Kâbus örtüsünü çekiyor olmalı her gece üstüne
Çünkü tanrılara misafir gittin ayağının tozuyla
Bu yüzden her yarım ay çağırışlarında beni
Kasabalar rüyalarına iner, rivayet odur ki ayetler kurbanlarına
Omuz verir, sen kulak ver şimdi ıslaktır mührün
Cevaz vermez ağızlara. Nil sularını döven sırların var diyeydi
Kaçak uykular.
Metafizik adamlar mı dedin ve onların baş döndüren ivmeleri
Birbirimize yüklenmiş giderken sen tutarsın ellerin gibi naçar

Atlıkarıncalar, sere serpe yatak aylak ve ucuz

Ani hep ani geldin nerde başın o uçsuz bucaksız
Nasıldı bir bavulun hikâyesi, aşk tiner koklatmaktır dinmeyen yağmurlara
Pervazlar uçucu histerik av mevsimini başlatır
İyelik eklerini atlattım da geldim nasıl da üryan pencerelerin
Bir solukta üşürsün kadife perdelerin havalanır
Dağların eteklerinde diz boyu rüzgârlar kalın bedenleriyle
Devşiriyorlar senden daha da vardır, uzar akciğerlerinde sevmediğin
Sakallar uygunsuz evler niyetinedir, çekilir.

Çatlayan kaburgalarından sezdim İlkyaz tümcesinde sarp bir hevestin sen

08.10.2010

Akatalpa, Sayı: 133, Ocak 2011

KARA PARS

                                                                            R. için

Sen! O kara pars düş kendini biraz gecikince ben
Bir yığın kemikle kırışmış kan bulursun ötende nasılsa
Ve duyuların yıpranmış olur ak cumartesilere akarken
Kehribar renginde şiirlere gebe kalırsın benden
Bir yığın azınlık üflemiş olursun böylece
Kazara gider kalbim anımsamalar sofrasında

Onlara dönüşmekteysen ben hiçbir şeyim

Bir yıldızın acısını saklar mı köklerinden koparılmış olmasa
Gözlerinde bozuk imlasıyla yaşam.
Sen bulursun en geniş zamanlı eylem kiplerinden nasıl doğulur
Tek heceli ölümlerin, rüya artığı başın ve samurayın terk ettiği uykusunda
Soluğun kadar ağırdı Pars
Yerçekimine en eğimli yerinden kaldırıyorum tozlarını
Sürmek için oralarına o naif gökyüzünün

Satır aralarını okuyamadığın yüzüm çizer suretini

Büyütürüm kendimi o şeye doğru
Narçiçeklerinin ezemediği ellerim boyunca
Sen az önce yumdun kara zamanını pars kulelerinin
Senden geçmelerim ötesine bir iyilik haliydi eklediğin
Boş amfora, yırtık yelken, suyu çekilmiş derinliğinde akrebin dansı
Unutma iyi geviş getirmiş atların yurdu sürgündür bize.

Duvardır, eleğin ince hava boşluklarından geçemeyen hali.

 07.10.2010

Akatalpa, Sayı: 135, Mart 2011

KAYBEDEN ÇAĞRI

                                                                            Ruhi’ye…

Şimdi sen patikaların uğrağı sessiz parmaklarını
Kubbesinde hahamların dinlendiği geniş kalabalıklara uzatırsın
Göğsündeki silik atları kavuşturan kahverengi balıklar misali

Unuttuğumuz o sonsuz sağlamlık hissidir üşüyen yağmur

Yine de bulunamaz mutsuz sincapların yuvaları bitimsiz arayışlarda
Gidişin: Bozkır ardıçlarının bıraktığı izdir uzarken salarsın gölgesini köklerinin

Ve sen orada öylece gerginliğini bekletirdin uysal ve itaatkâr
Mırıldanmalarından geçir beni çağrısını kaybeden dudaklarından indir
Benden bahsetmemiştim henüz uzun tren yolculuklarından yani

Ele verirsin kendini alçak şeritte düz kavisler çizerken
Majör çıkışlarda mihrap altındaydı ellerin döverdi hiddetini.

Oradaydın işte mutsuz sincapların kanatsız uçuşlarında
Gözlerini dar evlerin bize uzak komplimanlarına çevirmiştin

Düşlerinden sarkmayan cıvıltılarıyla minördü kuşlar öğle sonlarında

Paspasları eşiklerinde bırak yatağını nehirlerin suyollarında
Eskil töreleriyle direnen ey akil adamlar kutup yıldızlarını
 [akıtan teninden

Süt liman şehirlerin demini alarak geldin.

Kaybedecek hiçbir şeyim ya da kaybedemeyeceğin her şeyim olduğunda
Ardıçken susar gözlerin rayların üzerinde mi açardı yoksa kıvrımları yüreğinin?

 Ekim 2010

Akatalpa, Sayı: 132, Aralık 2010

PARADOKSAL GÜNCELER TARİHİ

 “Ve adını yazdırarak matador dövüşlerine
 Korkunç imajlarıyla geliyorlar
 Anlatmalı onlara doğanın eşsiz diyalektiğini
 Geç kalanların kök salanlar olmadığını anlatmalı.” (S. E.)

Deri değiştirmesidir dünyanın saldırıya açık utancı
Şer kırsalında bu kör dudaklar
Boyuna dikizlenen minvalde gizlenir
Alçak şeritte kuş sürülerine tutulur ağzın
Soyunur kadavraların peşrev nağmesini hicazkâr.

Kıvrık su kemerlerinde rastladığın
Boynundan aşağısı İsis’in
Travma etkisinde çözülür, bilmezsin
Birleşik dekadan gecelerinde aşk
Osiris’in ince topuklarıdır.

İlmiksiz atıyorum bütün düğümlerini, çözülmez artık
Bu kent bin yıllık hüznünü buduyor içime
Katliamsız günceler kitabının
Açık tutulmuş okumalarına saklıyorum seni
Ve sürgit bir kuşağın anılarını paylaştığım
Pek ihtiyatsız yüzünde arıyorum katilini.

Akatalpa, Sayı: 127, Temmuz 2010

PARAKLİT’İN GÖZLERİ

ruhun buğusu bu
aydan taşan
ve kıpkırmızı düşü lotusun
çiğ taneleri eğilirken üstüme
yığılan yıldızların kederi gibi
hırçın ve sert ellerinin gölgesi
zihnimde gün ışığından kalan hiçbir şey
çağıltısı olmayan ırmak, paraklit’in muştusu
paraklit’in muştusu çağırıyor beni ve gözlerin çıplak
oluğunda kaynayan su ve acının gözleri simsiyah
paraklit’in de siyah mıydı gözleri ve beni teselliye çağıran
senin gözlerin soluk lotus rengi
kanayan istek, korun sesi ve son akşam yemeği
“ve ölümü bulacaksın tenimde benim cesedimi
bin kez ölmüştüm ben orada buhur kokularıyla”*

bin kez doğurmuştun beni yitirdiğin koynunda,
Paraklit’in gözleri şahit
kulaklarımda muştusunu kaybeden gerçek
senin hırçın ve sert ellerin hazırlıyor toprağımın şölenini
zihnimde gün ışığından kalan her şey
göz oyuklarımdan yükselerek gökyüzüne tırmanan bir gemi
suya düşen şavkı Paraklit’in
ve yalvaran havariler, çarmıhın gergin sesi
oluğunda kanayan ölü yıldızlar bir de

suyu dinlendiren ayindin sen.

18.12.2013

*
 Gülseli İnal, Lale Sesiydiler Ve Yoktular, 1987


Akatalpa, Sayı: 171, Mart 2014

Hiç yorum yok: