13 Ekim 2016 Perşembe

EMRE ÖZTÜRK


(24 Mayıs 1991, Konya - )


       Konya Karatay İlköğretim Okulu’nu,  Cemil Keleşoğlu Lisesi’ni bitirdi.
       İlk şiiri Araf dergisinde yayımlandı. Şiirleri, öyküleri, yazıları ve söyleşileri Ankara Edebiyat, Çalı, Karagöz, Kıyı vb. gibi dergilerde yayımlandı.
Ödülleri: 2008 Yılında Gonca Dergisi’nin düzenlediği öykü yarışmasında dördüncülük aldı. 
Yapıtları:
Şiir Kitapları:
& Kemik Yasası

Şiirlerinden Seçmeler:

ACZ-İ YET/İM BİR / İNCE İSYAN

Gözlerim kızaran ufukların avucunda
Korkunç dualarıma gizledim günahlarımı
Dişlerimin yarasını biledim mabetlerde
Yağmur ıslatamaz benim nefesimi
Kokusu siner çorak iklim sefalarının
Çakalların soluğunda parçaladım
Gardiyan bileklerinde Pandora kutusunu

Yusuf’un en saf haliyle uyanırım her sabah
Damarlarım çekilir akşamın göz çeperlerinde
Yer alır Afrika menekşeleri göveren dudaklarda
Mızrak saplanır her sabah ruhumun onulmaz yarasına
Ben kefenin beyazlığında suçsuzluğun arifesinde
Firavun saraylarında uyanırım her sabah

Meryem’in kanayan tırnaklarında görünür
Kiremit kızıllığı düşmüş en uysal geceler
Dilim dolaşır karanlık gecelerin susuzluğunda
Suru bekler, nefessiz İsrafil’in dudakları
Siper edip çamura bulaşmış göçebe konaklarını
Aynalar yansıtır ölümü her sabah

Serin gecelerin hoyrat rüzgârları vardır yüzümde
Hera’nın gözlerinde duyulur sürgün ülkelerin çağıltısı
Kaldırımların toz kokusunu çeker yalnızlığım
Yorgunluğumun gölgesidir yarasa kanatları
Kadınların söylediği bu şarkılaradır sarhoşluğum
Çapaklar düşmüş gözlerime vurur yıldızlar

Nazarımın uçlarına düşen sis perdeleri, nafiledir
Ayın gürültüsü düşer meczubun göğsünden geceye
Saçlarım uzar güneşten arta kalan zamanlarda
Örümceklerin pençesindedir habersiz mağaralarım
Çöl bedevilerinde görülür ateşe verilen büyüler
Nefesim tutulur sarışın rüzgârın kuzey perisinde

Hırçın dizlerim çözülür mavi gömleğinde güneşin
Kırılgan şafakların ihaneti gizlidir masallarda
Paslı bir tat bırakır gülüşmeler dudaklarımda
Çocukları vardır kandille uyanan çarşıların
Deniz fenerleri düşer sonbahar yapraklarına
Ay tutulmalarında ağartır tenimi çürümüş yanlarım

Ayaklarıma iner tunç yağmurlarının susuzluğu
Solgun bir gökkuşağı belirir mercan kuşlarında
Karıncalar öcünü alır esmer dalgalardan
Sağır yamaçlardan ter kokusu yığılır göğsüme
Heybeler alır götürür rengini karabataklardan
Yorgun atlar perdesini kaldırır küçük kızların

Yusuf’un en saf haliyle uyanırım her sabah
Şövalyelerin duaları vardır asma yapraklarında
Cellât yüreğime saçar zehrini inanç ordusundan
Doğum sancısından dem vurur boş sokaklar
Kumsallarda birikir eşkıyaların somurtkan türküleri
Serin meltemler fısıldar kulağıma askerleri kuşkunun
Firavun saraylarında uyanırım her sabah
                                                                                                         
Kıyı, Sayı: 204, Eylül-Ekim 2008

ACZİ YET / İM İKİ / AĞRI VE ÇIBAN

Taç yıldızları hayallerin ıslaklığına hapsettim
Süvariler örter paydasız isimsiz bir mihrabı
Tırnaklarımın düşen nefesiyle üşür kurtlar
Yırtılan sinirlere soyulmuş bir yangın düşürür
Mermer savruldukça düze, bulutlar solur kuşları
Hışımla gelen bir sel çıkartır, bütün evhamların öcünü
Doğumsuz bir kandil ışığı bütün rüzgârı sırtlar

Ruhsuz bir tebessüm ardında sarışın şehirler bekler
İsyankâr bir kördüğüm yutar mezarımı
Bir ala geyiğin dişleri dolar vaat edilen topraklara
Kısık bir lamba gibi parçalanır önümde incili düğmeler
Ağaçların kıvrımları akseder keskin bir sayrıya
Yalın ayak bir kartal kanatır akşamları

Kadınları boğar özgür ve yiğit bir ağrı
Parmaklarımdan sağılır tüm zehri göklerin
Hissi büyür eklemlerde bir ince kelebek ağzı
Zapt edilemedikçe şah duran bir at akar içimden kırık şişe gibi
Köpek duruldukça yarılır değer biçilmez ışığıyla
Açılıp kapandıkça örter ürkek sesini alımlı ve tombul kuzuların

Çırılçıplak heykeller bırakır senin ardında rıhtımlar
Çekirgeler gizli çekmecelerinde saklanır bir yelkenlinin
İndikçe taşlara yapışkan bir bebek sureti dağılır titreşim korosu
Yüzüm sökülür kaşlarıma saplandıkça sapanlar
Kalınlaşır cezbe ve humma, pazılarına gecikmiş bir yumurta asar
Ayna gibi kesilir ıstakozlar, bir boşluktan bir başka rüyaya dalar.

Tenimi yaralar, ağlayan bir adamla filiz veren tırpanlar
Kuyular kararır gözlerimde, ağladıkça kıpkızıl bir hayvan yatar
Saçlarım kin kusar meyveleri sığmaz bir kuşa
Yumuşak çizgileriyle ürpertir kadehler içinden arılar seslenir
Bir hançerin büyüsüyle inşa edilir yürekler
Mağaralar açar, göklere doğru uzun hıçkırıklar

Bir gölgeye eğer vurur bir ter düşünce çorak toprağa
Örümcekler düşer gemiden toprağa aydınlatır maziden bir kökü
Tilkiler gözlerini düşürür kadın bağlandıkça şarkıya
Zehirli bir gem vurur dudaklara kalabalıklar
Yosunlar ürer birer birer geç kalmış her mektupta
Bir anıt gibi yükselir içimde bir başına başaklar
 
Kediler uzar burçlara doğru, kemikler serin bir rüyayı örer
Kızları kendine bağlar yırtılan bir balık, ruhumda iki eli
Sıratı andırır yanağındaki bir tüy, ince ve keskin uçurumlar
Tenhada suyu kesen bir tarih, damarlarım ve kuruyan nehirler altında
Kör bir makas gibi parçalar beynimi dilsiz güvercinler
Derilere işlenen bir görüntüdür kurşunlanan ölüm, sır mahşerde

Filler kusar kehanetlerini, kayalar aydınlanır peydahlandıkça eller
Balıklar suları yakar gözbebeklerinde kaynar bukağılı bir aşk
Fişekler patlar besledikçe aslanların sevimli ve gülünç yüzünü
Küçüldükçe saralı bir ağız dudakların boğar memelerinden bir sürüngeni
Karnından kapı açar bir ölünün tırnakların ve babüsselam
Bir haydut koşar dikenleşir, sarışınlaşır, koştukça erer huzura
Ve o zaman bir soygun şarkısı dilimi çözen nemli taşlar altında bekler

 Kıyı, Sayı: 204, Eylül-Ekim 2008

ANTİK MEZAR

Gömleğime düşer kan yortuları
Aziz tapınakları
Şiirsel ayinler
Karıncaların kambur sırtları
Yerebatan sarnıcı
Ve esir şehir İstanbul, kızıl göller

Fetüsün gözlerini okşayarak
Göğüs serüvenine abanırken rüzgâr
Aşkın ziraisine rençperlerin kollarıyla atıp denizi
Çirkinlikleri gizlerim
Gözlerinde burkuldukça zırhlı çizgiler

Antik mezarlar ve
Fırat’ın Dicle’nin suyunu damıtmadan kafamızda
Mezopotamya’yı
Yağlı düşüncelerinden arındırıp
Karanlık mağaralara gizleyip göğüs vadini
Göğüs vadini
Ve teninin sıcak yanlarını tutup
Ayın kanını içerim bulutlardan
    
  * * *

Dinsel bir ateşlilikle sunarım sana aşkı
Karanlık ruhumda dilenci serseriler
Bu şehrin akşamları
Süvariler
Yağız atlar
Zaman kürekçileri
Zaman çeşmesinde yıkayıp dilimizi
Esmer yârin zenci dudaklarına yapışıp
Ürdün’ü beyaz gölgelerle fethedip
Şahmeran
Yedi başlı ejder misali

Gümüş yağmurlar dökerim bu şehre
Sevgilileriniz için suyu kurutup
Kâğıtların simyasını bozup şeytanlar
Kâğıtlar yontarak bu ölü bedene
Heykeller süslerim, şiirler
Zeytin dalları
    
   * * *

Göğe soyut resimler çizer
O ilkel sesleri kaplumbağaların
Modernize köleleştirilmişlikleri
Yaban eriği, kuş tüyü, el tırpanları
Öfkesine gem vurarak denizin
Limanların ıslaklığına hapsederek toprağı
Göz kapakçıkları, yıldırımlar
Taş kulelerin meşalelerinde, kırmızı aynalar
Beyaz bedeninden kurtuluş, yarasalar
Kudurmuş ahlak bekçilerini kemirir
Yükleyip sarhoşların omzuna masalları

Yanardöner kelimelerden sığınarak göğsüne
Sineme yaslayıp simsiyah saçlarını
Kanlı bir kargaşadan koruyup gövdeni
Ney gibi üfleyerek parmaklarını
İnce parmaklarını güneşe hapsedip
Mevsimin efsunlu saçaklarına sığınıp
Serçelerin ölümcül yanlarıyla inleterek gökyüzünü
Çiçeklerin zehirli yanlarını sağıp söğüt dallarında
Şaha kalmış dalgalarda kar suyunu kalbe dökerek
Kavimlerin çadırlarına saklayıp destanları
İlkel bir sevinç, heyecan ve mor lekeler
Göz kapakçıkları, yıldırımlar
Zerdüşt’ün bize bıraktığı ruhumuzda
Yılansı devinimler
Devrimler
Sapan yapan çocuklar
Avuçlarında süt yüklü ağaç dalları
Kudurmuş sevgilileri dervişlerin
Avuçlarımdan beslenen akrepler
Çöle vurgun yalnızlığım ve
Çöle gölgesi düşmüş tanrılar

Gırtlağımda rutubet kokan kelimeler
Karanfil tomurcukları hücrelerimde
Benim sürgünüm kurşuni bir secdeye
Ateşten kopmuş yüzümde bir ölüm ürpertisi
Dirilişi başlatarak kadınların ellerinde
Şafağı daha uzun tutmak için
Zamanın kılcal damarlarında
Kadınların kaşlarında aşındırarak kızıllığı
Ve güneşi boğarak
Kırmızı kadehlerde
 
***      

Şehrin gümüş renkli aynalarından korkmuş
Ürkek bir güvercin kanadı gibi
Rüzgârın kulaç attığı dağların eteklerinden
Ruhuma yaslayarak dolunayın sesini
Aşina şarkılar söyleterek kadınlara
Kutsal bir yıldız bulup
Pusulamı katlayarak
Soysuz şarkılar bestelerim yalnızlığına

Dinsel bir ateşlilikle sunarım sana aşkı
Hergele ruhumda dilenci serseriler

Kıyı, Sayı: 204, Eylül-Ekim 2008

KIRKİKİNDİ

Bir bulutun yaslı gözleriyle sevdim
Toprağın yağmurla sevişmesinden kalmış gebe taraflarını
Kocamış bir bulutun rahminden göbek bağını kopartıp
Delişmen yağmurun coşkusunu…
Bir bulut kırbacıyla…
Kırkikindi

Güneş asasıyla kör mısraları döver
Zemheri sıcağına tutulmuş vebalı yüreğimi tutup
Aşkı bir meczubun göğsünden emdim
Ölümü tekmelerken ruhumda şeytani dilim
Kangren kelimelerim, nasırlı
Bir avuçluk kan ve et yığını

Saçlarının kızıl diplerine kapaklanır
Vahşi ellerimden üşüyen cenin
Semavi bir taç gibi düşer saçlarına
Taraçasız gök-yüzümden
Bakır rengi dudaklarının ıslaklığını
Şahdamarı gibi keser
Köküne ihanet düşmüş dallar
Pençesini savurur üzerime ölüler

Sen uykuya daldığında
Tanrıya yaklaşırsın
Koyu bir itiraf sarar bedenini
Benimse cehennem uykusuzluğum
Sırtlan yüzlü büyücüler gözler yolumu

Kambur dudaklarında
Martıların diş izleri vardır
Çengilerin kirli gözlerinden alıntı
Balıkçı ağlarından çekilen bir güneş kadar
Alnımda Sezar’dan kalma bir buhurdanlık

Gerçek kaşlarını çatmış bir Tibetli
Kanlı çiçeklerden bir anne
Rengârenk bir kadın yüzü doğar göğsümden
Umarsız göğsümde bir gelin çiçeğidir güvercin leşleri

İsli bir duman yığılır hafifçe bedeninden göğsüme
Yıkık sarayımı bırakıp
Atlas bir vadiden geçerken
Şehrin ter kokulu omurgalarından
Gözlerimin çukurunda rakkaslar
Pervasız bir sancı ve sağır topraklar
Kanlı toprakları güdebilmek bir çobanın bileklerinde

Buğday başakları gibi eteklerime takılan
Sarışın bir yalnızlıktır sevi
İçimi kemiren loş bir tortu

Kıyı, Sayı: 204, Eylül-Ekim 2008

KORKU

Ben bir zamanlar bir korkuydum
Tayların karnına dölden önce düşen
Ki o taylar sonraları soyunmuş olarak korkularından
Gece havaleli çocuklar yüklenirdi
Ve bir başka ağızdı yağmur talveklerde
Bir yanı şenliklere açılan

Ben, bir zamanlar güzün soluğuna yatırılmış gibi saçlarım
Renklerle birlikte dövülürdü, geçirdikçe dişlerimi jilete
Koynuma yatırılmıştı buzullar, meteorlar, çavgınlar arasından sınanarak
Sendeleyen, düşen, yeniden sendeleyen sonra ağartan kendini sevimsizce
Ve o zamanlar ki içimde kamyonlarla kanırtılmıştı merak

Bir zamanlar duvarlara yazılırdı sevgililerimin adı gürültülerle sonra unutulurdu
Kudüs bir yorgunluktu
Ve ben gizlice gizlice gözlerdim Meryem'i
En temiz haliydi aşk ve acının
Ama  bir gece yolumu şaşırdığım zaman
Ve tüm ahali kapısını taşlıyordu

Ben bir zamanlar bir korkuydum
Adım bir adım önce gelirdi soylu yasaklardan
Çiçek veren yerlerim, feyizli yerlerim, gece ve gece
Kalkanlar kuşanarak yüzümün bir yanından

Ben bir zamanlar bir korkuydum.
 

Kıyı, Sayı: 204, Eylül-Ekim 2008

Hiç yorum yok: